Lemi Özgen

Lemi Özgen


Şah İsmail’in göz yaşları

Şah İsmail’in göz yaşları

Yok. Başlığa bakıp da, Yavuz Sultan Selim’e Çaldıran’da yenilen, sonraki ömrünü de üzüntüyle geçiren ünlü Safevi hükümdarı Şah İsmail’den bahsedeceğimi sanmayın. Benim amacım, sözü bir zamanlar İstanbul’da pek moda olmuş çadır tiyatrolarına getirmek. 

İstanbul o zamanlar, şimdi televizyonda ara sıra oynatılan siyah-beyaz filmlerdeki İstanbul. Yani betonu az,  ağaçları, çiçekleri bol bir İstanbul. Sadece ana caddelerinden tek tük “hususi” taksi geçen, ama Karagümrük  gibi o zamanın uzak semtlerine bile çan çan tramvay işleyen bir İstanbul.

Akşam olduğunda bütün evleri, bahçeleri saran hanımeli, leylak , yasemin çiçeklerinden, ıhlamur, manolya ağaçlarından yükselen kokudan başım dönüyor. Gökyüzü silme yıldıza kesmiş. Ateş böcekleri, karanlığın içinde ışıklı uçurtmalar gibi…

İşte İstanbul’un İstanbul olduğu o dönemlerde, biz çocuklar, özellikle de bizim gibi, adı o  zamanlar “sayfiye semtleri” diye bilinen Anadolu yakasında oturanlar, yazları iple çekiyoruz.

İple çekiyoruz, çünkü okul tatil olacak ve biz tam dört ay “mektep tatili” yapacağız.

Ama en çok beklediğimiz çadır tiyatrosu. O zamanlar yazlık sinemalar henüz yaygınlaşmamış. Kadıköy’de, Bahariye’de, Moda’da falan var ama para yok ki o kadar uzak semtlere gidebileyim.  Çadır tiyatrosu ise, gelip evin hemen yanıbaşındaki boş arsaya kuruluyor, iki adımda kapısındayım.

Haziran’ın ilk günleri.  “Yoksa bu yaz gelmeyecekler mi” meraklanışları. Derken bir sabah alışılmadık gürültülerle uyanış. Camdan bir bakıyorum ki, gelmişler. Rengi iyice solmuş yeşil çadır bezi evin yanındaki boş arsaya yayılmış. Uzunlu kısalı çadır direkleri. İnceli kalınlı ipler. Testereler, çekiçler, balyozlar. Kalın iplerle birbirine kenetlenmiş, kadidi çıkmış sandalyeler. 

Yıllardır bu işi yapa yapa ustalaşmış adamlar,  şıpınişi çadırı kuruveriyor. Yerden bir iki basamak yüksek seyyar sahne, koltuklar, sandalyeler, hepsi tamam.

Yüreğim tıp tıp atarak akşam olmasını bekliyorum. Akşam olunca babam işten gelecek. Bana izin ve para verecek mi? Akşama yakın saatlerde çocuk yüreğimin tıpırtıları daha da artıyor. Önce bir adam elinde bir boruyla bütün mahalleyi dolaşıp, “Muhterem ahali. Meşhur Sadi Fehmi Tiyatro Kumpanyası semtinize gelmiş olup, bu akşamdan itibaren hünerlerini sizlere arz edecektir” diye büyük sanat olayını haber veriyor.

Akşam yaklaştığında ise, asıl beklediğim oluyor. Tiyatronun afişleri, çadırın önünden başlamak üzere, belli başlı yerlere asılıyor. Kötü kağıda basılmış, yıpranmış, renkleri allı morlu afişler bunlar.

En üstte majiskül harflerle, “Sadi Fehmi Tiyatro Kumpanyası İftiharla Sunar” yazıyor.

Hemen altında biraz daha küçük harflerle “Şah İsmail’in Göz Yaşları. 3 Perdelik Dram, Ağlamaktan helak olacaksınız” yazısı var.

Biraz daha aşağıda ise etli butlu dansözün resmi. Daha aşağılarda “İbiş’in Fendi. Orta Oyunu-Gülmeye Doyamayacaksınız” yazısı. Onun altında da sırayla, “Tel Cambazı Haydar”, “Afrika’da Yakalanmış İki Başlı Canavar”  ve “Müzik: Altın Davul Bandosu” diye yazılıp, afiş tamamlanmış.

Akşam bindiriyor. Babam işten gelip, balkonda bir yorgunluk kahvesi içiyor. Annemin bütün gün başının etini yemişim, babamı tiyatroya izin vermesi için razı etsin diye. O da bütün anneler gibi bunu başarmış. İki sarı 25’liği kaptığım gibi dışarıya atıyorum kendimi. Doğru tiyatroya.

Dalıyorum içeriye. Önlerden bir yere oturuyorum. Çadır ve sahneyi aydınlatan çıplak ampuller sönüyor. Elinde bir lüks lambasıyla Sadi Fehmi sahnede beliriyor. İnce bıyıklı, saçları briyantinli, siyah takım elbiseli ve kravatlı, zarif bir adam. Başını yavaşça eğip, elini göğsüne götürerek seyirciyi selamlıyor. Sonra da kısa bir konuşma yapıyor. “Muhterem misafirler. Tiyatro Kumpanyamızın bu akşamki varyetesine  şeref verdiniz. Ümit ediyorum ki, bu yalan dünyanın dertlerinden kısa bir müddet de olsa ayrılıp, maaile hoşça vakit geçirirsiniz”.

Sonra sadece sahneyi aydınlatan ampuller yanıyor,  biz seyirciler karanlıkta kalıyoruz ama, çocuk kalplerimiz ve henüz kirlenmemiş çocuk gözlerimiz, artık koskoca bir dünyayı seyretmeye başlıyor…

Önce dansöz. Yaşamımdaki ilk “ayıp hayalleri” kurmama yol açan o etli butlu dansöz. Bir iki küçük skeç ve sonra da Şah İsmail’in acıklı öyküsü.

Sonra Tel cambazı Haydar çıkar, tel üzerinde biraz yürür, trampet çalmaya başlar ve   Sadi Fehmi seyircilere seslenirdi: “Muhterem misafirler. Şu anda hiçbir ses çıkarmayınız. Cambazımız birazdan tel üzerinde kurban kesecek.” Çadırda çıt çıkmazdı. İki görevli gözleri kırmızı bir bezle kapatılmış, ayakları bağlanmış bir koyunu tel üzerindeki cambaza verirlerdi. O da cebinden kocaman bir bıçak çıkarır ve hayvanın boğazına yaklaştırırken, yan gözle de seyirciye bakardı.

İşte tam o sırada Sadi Fehmi yeniden sahneye çıkar ve “Muhterem misafirler. Cambazımızdan istirham  edelim de bu mübarek hayvanın canını bağışlasın” diye seslenirdi.  Seyirciler de “Kıyma, alma canını” diye bağırır, zaten bu sonucu bekleyen Haydar da, koyunu kucağına alıp, telden inerek, seyirciye afili bir selam sarkıtırdı. “Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yakalanan iki başlı canavar”ı da gördükten sonra evin yolunu tutardım. Gökyüzü silme yıldız olurdu. Hanımeli, ıhlamur, gül kokardı ortalık. Başım dönmüş, çocuk gözlerimde o epey çıplak dansözün hayali, henüz kirlenmemiş dünyamdaki henüz kirlenmemiş duygularıma dalardım…

Efendim, şu biten yılda salgın, ölüm, hayat pahalılığı okumaktan, görmekten, dinlemekten bunaldım. Kendi kişisel dertlerim, hastalıklarım da bunlara eklenince, biraz ferahlamak için çocukluğuma attım kendimi ve elim bu anılara gitti. Kendi kendime sormadan da edemiyorum. Şu dünyada olup bitenlerin bir tiyatrodan farkı var mı?  Bizler bir büyük tiyatronun irili ufaklı oyuncuları değil miyiz?

Keşke bu tiyatro da çocukluğumun çadır tiyatroları kadar keyifli ve masum olsaydı.

Perde…

telif

Makale Yorumları

  • Tayfun18-01-2022 15:23

    Elinize sağlık

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar