Cüneyt Akman

Cüneyt Akman


128 milyarın cemaziyülevveli

128 milyarın cemaziyülevveli

2019’un ilk çeyreğinden itibaren yerli ve milli medyamızın kahir ekseriyetinin suspusluğuna rağmen yurt dışında Bloomberg, Financial Times ve Reuters gibi haber kuruluşlarında “iş”in kokusu çıkmaya başlamıştı.

Bir avuç gazeteci ve ekonomist konu hakkında yazdı ve konuştu. Ben de o dönem Halk TV’de yaptığım programlarda “numara”nın ilk belirtilerini ve bunun olası zararlarını zaman zaman gündeme getirdim.

Atilla Yeşilada ile beraber yayınladığımız ekonomi sitesi Paraanaliz.com daha başlangıçtan itibaren bu konuyla ilgili haberler yaptı. Dahası tecrübeli bankacı Kerim Rota’nın, sonraları 128 milyara varacak rezaletin bütün şifrelerini çözen, bugün artık klasikleşmiş yazılarını yayımlayarak, yapılan numaranın da adının konulmasına vesile oldu: Con Ahmet’in Devridaim Makinesi Döviz Piyasasında!

( Bkz. https://www.paraanaliz.com/2019/yazarlar/kerim-rota-yazdi-con-ahmetin-devri-daim-makinesi-doviz-piyasasinda-g-1431/ )

2019 yılında yazılan o yazının içinde anlatılan mekanizma uzun bir suskunluk ve inkâr aşamasından sonra geçenlerde yeni TCMB Başkanı Kavcıoğlu tarafından tümüyle kabul edildi, bir anlamda itiraf edildi; itiraf cuma akşamı TV ortak yayınında tekrar edildi.

İşin başından beri bu konuda susan ekonomi yazarları ve ekranlarını bir kenara koyalım, baştan beri yazan, haber yapan, uyaran belli başlı isimleri de yazmak, haklarını teslim etmek gerekir. Hele de bunları o zaman yazmanın, söylemenin, haklarında dava açılmak, BDDK ve benzeri kurumlar tarafından “kulağı çekilmek”, suç duyurularına muhatap olmak, basın toplantılarına çağırılmamak gibi sonuçlar doğurduğu düşünülürse… 

(Muhakkak ki fark etmediğim kimi eksiklerle malûl de olsa konu hakkında ısrarla yazan çizenlerin bir dökümü için bkz.https://www.mukavemet.org/128-milyar-dolar-ve-olu-taklidi-yapan-medyamiz/ )

İşte tüm bu işini yapan bir avuç insan sayesinde 128 milyar rezaleti ortaya çıktı. Muhalefet en sonunda bu konunun üzerinde kampanya yapılmaya değer bir konu olduğunu keşfetti ve #128milyardolarnerede siyasi kampanyasını başlattı.

Durum böyle olunca Erdoğan, Berat Albayrak’ın “istifa”sına bir anlamda kendi yol açmasına rağmen, daha sonra damadını ve bu “operasyon”u savunmak ihtiyacı hissetti.

AKP cenahında, işareti alınca alelacele girişilen savunmada hemen organize olunamadı ve birbiriyle çelişen bir dizi farklı iddia ortaya atıldı. Bunların mantıksızlığını saymaya gerek yok. Yukarıda verdiğim kaynaklarda bahsi geçen isimler o yazılarda bunların hepsinin saçmalığını yeterince ortaya koydu.

Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, o para buhar olmadı sadece yer değiştirdi savunması herhalde ekonomi tarihine geçecektir. Sosyal medyada çoğu kişi, askerlik yapan erkeklerin bildiği meşhur lafı ister istemez hatırladı: “Askerlikte hırsızlık olmaz sadece yer değiştirme olur.” 

Konumuz doğrudan doğruya 128 milyar dolar meselesini yeniden anlatmak değil; ilgilenenler yukarıda verdiğim iki kaynağı ve oralardaki referans verilen diğer kaynaklara bakabilirler.

Yine de kısaca özetlemek gerekirse olay şöyle: 

Bir taraftan kredi pompalanmasına dayalı hormonlu büyüme denemeleri, diğer taraftan beceriksiz dış politikanın sonucunda ekonomide riskler ağırlaşınca hem faizler hem de döviz talebi artmıştı. Döviz kurunu rezerv satarak durdurmak istendi. Belki bu talep bir süre sonra durur diye umut edilerek… Fakat söz konusu satışların eskiden beri TCMB ve dünyadaki diğer merkez bankalarının yaptığı gibi açık ve şeffaf şekilde yapması da istenmiyordu. Kısıtlı rezervlerin bu şekilde harcandığının görülmesi döviz talebini bir panik dalgasıyla daha da arttırabilir diye düşünüldü muhtemelen. Diğer bildik yöntem faizleri yükseltmekti ama 2018 Brunson krizinden sonra TCMB faizi zaten ister istemez yükseltilmişti ve bırakınız yükseltmeyi, Cumhurbaşkanı üstelik bunun behemehâl indirilmesini istiyordu.

Ekonominin kaptanı Berat Bey’e muhtemelen yabancı danışmanlarının ilham verdiği “parlak fikir” işte o zaman denenmeye başlandı.

Sonuçta denize düşen yılana sarılıyordu ve “kaybedecek ne vardı” ki?

Kaybedecek şeyin 130 milyar dolar ve hâttâ aslında daha yüksek olan bir rezerv miktarı olduğu zaman içinde ortaya çıktı.

Fakat o zamanlar, ekonominin kendini kurnaz sanan yöneticilerine düşünülen “çare” çok uyanıkça geliyordu doğrusu…
Bir mucize olacak ve ekonomi kurallarına bakılırsa imkânsız sayılan şey gerçekleşecek hem faizi hem de kuru aynı anda hem de herkese ucuz kredi dağıtmayı sürdürürken düşürecekti kahramanımız…

NÜKLEER SİLAHLARLA OYNAYAN HEVESKÂRLAR

Türkiye’nin henüz yeterince kullanmadığı müthiş silahlar vardı nasılsa yabancı danışmanlara göre, Berat Bey ve başka bir kısım bürokrat da yurt dışındaki finans okullarında bunlardan haberdar olmuşlardı. Artık bir devrim yaratmanın sırası gelmemiş miydi? 

Evet, ünlü uluslararası yatırımcı Warren Buffet’ın “Finansal kitle imha silahları” dediği “türev ürünler”den bahsediyoruz.

İşte füçurlar, opsiyonlar, swaplar, “yapısallaştırılmış” çeşit çeşit finans yöntemleri, menkulleştirmeleler, “vıdımık”lar… Seç beğen kullan…

Tabii nükleer silahları kullanmak, öyle çoluk çocuğun demeyelim ama sade heveskârların eline bırakılırsa ne olursa, o oldu!

Türev ürünlerin o karmaşık dünyasını en iyi bilen “traderlardan biri olan Satyajit Das’ın ünlü kitapı “Traders, Guns & Money” Türev Araçların Göz Kamaştırıcı Dünyasının Bilinenleri ve Bilinmeyenleri alt başlığını taşır.

Kitap daha girişte Endonezyalı bir makarna (noodle) firmasının (OCM) iki finans yöneticisinin (Budi ve Adewiko) trajikomik hikayesiyle başlar. 90’lı yıllarda yabancı bankerlik kuruluşlarının teşvikiyle opsiyon ve swap benzeri türev ürünlerini kullanmaları ve bunun sonuçlarıyla yani... 

Şirketin Endonezya Rupisi borçlarını opsiyon ve swapları kullanarak dolara çevirmek suretiyle “mucizevi derecede ucuz” kredi kullanıp şirketi kâra geçirirler. Fakat sonra “artık işi öğrendik” deyip bankerlerin teşvikiyle pek de anlamadıkları daha karmaşık türev sözleşmelerine girişirler. 

Bir süre sonra dolar riski yükselince bu kez daha başka ve daha karmaşık türev sözleşmeleriyle dolardan geri dönme opsiyonu satın alırlar filan derken işler sarpa sarar ve muazzam bir zarar ettikleri anlaşılır. “Londra mahkemeleri”nin yolu görünür. Fakat daha sonra uzlaşıp yeni bir “swap” anlaşması daha yaparlar. Ve bu herhalde türev ürünleri tarihinin en komik anlaşmalarından biridir.

600 milyon dolarlık bu yeni swapta iki “uyanık” yönetici ile bankerlik kuruluşu arasındaki yükümlülükler şöyleydi: 
Endonezyalılar 3 yıl boyunca her ay (anapara haricinde) 4 milyon dolar ödeyeceklerdi. Elbette karşılığında bankerlik kuruluşunun da bir “yükümlülüğü” vardı. Bankerlik kuruluşunun ödemeleri ise yeni sözleşmeye göre aşağıdaki formüle göre hesaplanacaktı.

Konuyu iyi anlayanlar bir bakışta bu bir paragraflık şartlı “ödeme”nin değerinin sıfır, evet yanlış duymadınız sıfır olduğunu görmüştür.
Bodi ile Adewiko o panik içinde görmedi ama… 
Hâttâ iflastan kurtuldukları, bir erteleme elde ettikleri için memnun oldular. Tabi bir süre sonra Londra mahkemelerinin yolu yine göründü.
Sanmayın ki bu tür bir aldanmaya sadece saf ama heveskâr makarna üreticileri düşer. Türev ürünleri nedeniyle çıkmış 2008 krizi sırasında bu ürünler üzerinde giriştikleri saçma sapan derecede riskli işler nedeniyle batan ya da milyarlarca dolar zarara uğrayan tecrübeli bankacıların sayısı şaşırtıcı derece çoktur. (Bir tanesi meşhur Deutsche Bank) 

KÜRESEL KRİZ DE BÖYLE ÇIKMIŞTI TÜRKİYE’DE NEDEN ÇIKMASIN?

2008 krizinin hemen öncesinde yine menkulleştirme yöntemiyle herkesi “kira öder gibi” kolayca ev sahibi yapma hevesine katılanlar da olmuştu o zamanki AKP’de… Şimdi kendileri muhalefette…

O zamanlar yazdığım “Bir Morgıç Hikayesi: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor”(Birikim Dergisi Ocak 2006) bu konuda yaptığım uyarıları içerir ve dünyada ipotek (mortgage) kredileri üzerine yazılan türev ürünler nedeniyle büyük bir krizin kopmak üzere olduğunun altı çizilir. Bu yazı Türkiye’de yazılı iktisat literatüründe bildiğim kadarıyla 2008 krizini haber vermekle kalmayıp olası krizin mekanizmasını da anlatan ilk ve tek makaledir. ( Meraklısı için bkz.https://www.academia.edu/35888865/Kat%C4%B1_Olan_Her_%C5%9Eey_Buharla%C5%9F%C4%B1yor_Bir_Mortgage_Hikayesi )

İşte şimdi türevlerin “göz kamaştırıcı dünyası”nın mucizevî yeteneklerinden faydalanarak Türkiye’yi bir finans merkezi yapmaya gelmişti sıra. Bu müthiş kararlılık tam da 128 milyar “uyanıklığı” için düğmeye basılırken kamuoyuna bizzat Berat Bey tarafından ilan edildi: Türev Araçların Çeşitliliğini Artıracağız! (https://www.bloomberght.com/albayrak-turev-araclarin-cesitliligini-artiracagiz-2202577 )

Aslında “türev araçlar” ille de zararlı şeyler olmadığı gibi gerçekten ciddi olarak fayda da sağlayabilirler… Tabii ki kullanımını gerçekten biliyorsanız... 
Ve eğer gerçekten biliyorsanız, “finansal kitle imha silahları”nın ne kadar dikkatle ve ne kadar sınırlı kullanılması gerektiğini de biliyorsunuz demektir.

ALATURKA FAUST UYARLAMASI

Fakat yabancı bankerler de işlerini iyi bilirler ve en iyi bildikleri şey de karşılarındakinin hırslarını ve komplekslerini kendi kârları için nasıl kullanabilecekleridir.
Hiç aldırmazlar mesela bu uluslararası finans kurtları, yerel ülkelerdeki politikacıların halk önünde onlara karşı “yerli ve milli” dayılanmalar yapmasına…
Ama ne şartla? Kendilerine borç batağına girmiş ülkelerin yeni borçlanmalarında borç komisyonlu aracılıklar bahşedildiği müddetçe…
“Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, ‘2019 yılı dış finansman programı çerçevesinde dolar cinsinden 5 yıl vadeli bir tahvil ihracı için 6 Kasım 2019 tarihinde Goldman Sachs, HSBC ve JP Morgan’a yetki verilmişti’ diye anımsatıldı ve şöyle denildi: ‘Söz konusu ihraç aynı gün sonuçlanmış ve ihraç miktarı 2,5 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. İhraç tutarı 14 Kasım 2019 tarihinde hesaplarımıza girecektir.’”

(7 Kasım 2019, Bkz.  https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/hazine-2-5-milyar-dolarlik-5-yil-vadeli-tahvil-ihrac-etti-41369232 )

Şimdi yeri geldi madem; hatırlatalım. Şu Goldman Sachs bir zamanlar Yunanistan’a hem dibine kadar borçlanmanın, ama hem de Avrupa Birliği’nin Maastricht Kriterleri’nde geçen "Üye ülke devlet borçlarının GSYİH'sına oranı %60'ı geçmemelidir. Üye ülke bütçe açığının GSYİH'sına oranı %3'ü geçmemelidir" gibi kesin şartları bypass etmenin yolunu gösteren kurum değil miydi?

Peki nasıl? 
Karmaşık türev ürün operasyonlarıyla elbette…
Sonra ne oldu?
Faust’ta Şeytan’la anlaşan doktora ne olduysa o oldu.
Yunanistan iflas etti. AB’nin büyüklerini ve uluslararası kuruluşları (troyka) yardıma çağırdı. Onlar da Yunanistan’ın devlet hesaplarını derinlemesine incelemeye aldı. Hesaplar incelendikçe türev ürünlerle saklanmış borçlanmalar açığa çıktı. Ve sonuç: Yunanistan’ın ‘Maskesi’ Düştü, Goldman Göründü. 

( Bkz. https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/yunanistan-in-maskesi-dustu-goldman-gorundu-1199604 )

Demiştik ya, uluslararası bankerler de Faust’taki Mefisto gibi insan zaafları konusunda uzmandır.
Onların olmayacak isteklerine de aşinadır ve asla “olmaz” demez. 
Sahte de olsa umut vermekle kalmaz; o umutları, bedeli sonradan katmerli ödenmek şartıyla, bir süreliğine de olsa gerçekleştirmeyi bile becerir.
Uluslararası finansın sahte tanrıları da gerçek tanrı gibi mucize yaratır; ama onların mucizeleri tam da işe yarayacağı sırada gece yarısı balkabağına dönüşüverir.

Ülke zaafları tek başına bir trajedidir; insan zaaflarıyla birleşince ama trajikomik oluverir…
Uluslararası yatırım bankacısı kılığındaki Mefisto, tasarruf ve döviz imkânları, hedeflerine kıyasla yetersiz alan büyükçe bir ülkenin zaaflarının farkındadır elbette… Fakat iğvanın ve iğfalin gerçekleşmesi için makro zaafın mikro zaafla, ülke zaafının kişisel zaafla birleşmesi gerekir.

Ne olabilir bu kişisel zaaflar?

Mesela,yeni bir bakanın ülkede bir finans devrimi yaratarak tarihe geçme arzusu?
Yahut çok daha mütevazı ama belki daha tehlikeli olan… “Beni daha dünkü çocuk sanıyorlar ama babama veya kayın babama kendimi öyle bir ispatlayayım ki” kaygısı…
Ya da bir bürokratın “E, o kadar dışarıda kurs gördük, ders aldık. Hep öğrendik bu swap mıvap işlerini. Ne işime yaradı? Şimdi bari o mucize formülleri burada bizim bakana satsam”lı kariyer hevesi…
Yahut bir filan mühim kişi ekonomi danışmanının, içinden “Ya bunlar yine ne saçmalamışlar, hiç olur mu öyle şey” deyip sonra da “Amaan, bana ne! Elalemin doğrucubaşısı ben miyim? ‘He, he’ de geç. Durduk yerde kötü adam mı olayım?” korkusu…

İşte bunlardan biri, ikisi veya hepsi bir araya gelir ve ülkenin makro zaaflarını geri dönülmez bir felakete sürükleyecek felaket formülü ancak o zaman hazır olur.
Ve sonra bu şahsi zaafların hepsinin beraberce, bir başka kişisel niteliğe hizmet etmesi için güç birliği…

“Bana diploması yok diyorlar bir de utanmadan… Ben de iyi kötü ekonomi okudum. Hem okumasam ne olacak? 20 yıldır bu ülkenin ekonomisini ben yönetiyorum. Bundan ala 'on the job training’ mi olur? O iktisatçıların hepsinden iyi biliriz bu işleri. Geçen yıllarda o bir şey bildiğini sanan o yabancı yatırım bankacılarına da açık açık söylediydim: ‘Siz bilmezsiniz, aslında faiz sebep enflasyon neticedir’ diye de gerçeği işitince hemen Türkiye’ye saldırı başlatmışlardı.”

İktidarı elinde tutanın bu iddiasını, o meşhur tezi, hiç değilse çalışıyormuş gibi ona bir süre gösterebilseler ne iyi olacaktı? Her birine o sürede nasıl ikbal kapıları açılırdı kim bilir?

Peki ya sonra? 

Ya kaynaklar tükendiğinde ve o tezin işlemediği ortaya çıktığında başlarına nelere gelecekti? O iktidar sahibi sahte umutlarla oyalandığını, kendisinin, bile isteye muhalefete karşı açık düşürüldüğünü fark ettiğinde başlarına ne gelecekti?
Herhalde az biraz tereddüt eden de olmuştur!

MECELLEYE İNANMAYIN KÖTÜ ÖRNEK HEP EMSAL OLUR

Fakat memleketimizdeki iki tür ‘misal’ vardır ki bu ‘cahil’ cesareti ve bu şahsî ihtiras patlamasının ülkeyi sürüklediği felaketli deneye cevaz vermiş olmalılar.

O iki misali anlatmaya geçmeden önce bir hakkı teslim edelim. O zamana kadar iktidarın kulak verdiği “ana akım” ya da “Ortodoks” iktisat denilen ekollerin “normal” önerileri zaten artık çalışmaz olmuştu. 
Yani bir anlamda deniz bitmek üzereydi. O takdirde, “anormal” sayılanı, “alışılmadık” olanı denemekten başka çare var mıydı?
En azından böyle düşünülmüş olmalı.

Misallere gelince…

İlki basit bir Nasreddin Hoca fıkrasından ibaret.
Diyeceksiniz ki fıkradan da ekonomi politikası mı çıkar?
Hiç öyle deme sayın okuyucu; fıkralar da masallar gibi her birimizin kolektif bilinçaltımızda yer tutar; kişiliğimizin bir parçasını oluşturur. O fıkrayı, o masalı hâttâ hiç duymamış, ya da sadece hatırlayamadığımız çocukluk zamanında duymuş olsak bile farkında olmadan oradaki emsallere uygun davrandığımız çoktur.

Meşhur Hoca Nasreddin, Timur ve Eşek fıkrasından bahsediyorum. Hani Timur eğlence olsun diye kim eşeğine okuma yazma öğretirse ona bin altın vereceğini söylemiş; Hoca Nasreddin de kabul etmiş ya! Ama 10 sene mühlet ve masraflar için de sınırsız harcama yetkisiyle...
Demişler ki “Aman Hoca, hiç eşek okuma yazma öğrenebilir mi? 10 sene sonra bu Timur kesin senin kelleni uçuracak!”
“Yahu” demiş Hoca “10 seneye kadar ya ben ölürüm, ya Timur ya da eşek. Onu 10 sene sonra düşünürüz.”

Muhtemeldir ki bu ucu “128”e varan el altı, kapı arkası rezerv satma saçmalığına bu misal üzerinden cesaret edilmiştir.
Sorun şu ki pandemiydi, dünya piyasasındaki ve Türkiye’deki çalkantılardı derken işi idare-i maslahat edeceklerini düşündükleri süre çok kısaldı. Şair Eşref anlatısındaki gibi “İdare-i maslahat edeyim derken, idare bitmiş, maslahat elde kalmış”tı.

Gelelim ikinci cesaret verici misale…

Efendim bir memlekette her türlü kötü şeyin evvelden gelen bir müşevviki vardır. Önceki kötü misal, her ne kadar Mecelle’de o meşhur “sui misal emsal olmaz” hükmü geçerse de pekâlâ emsal olur.

Halkımızın kötü bir misalin kendisinin, sebep olacağı kötülük cürmünden daha zararlı olduğu hakkında Mecelle’den daha gerçekçi bir hükmü, bir uyarısı vardır: “Yapma, sonra yol olur!”

Türkiye’de kötü şeyler çok kolaylıkla emsal teşkil eder ve çok kolay benzerlerini yaratır, yani yol olur; çünkü ülkemizde en kolay cezasız kalan şey bu tür hükümet, devlet erkânının işlediği usulsüzlüklerdir.

Devlet erkanı usulsüzlüğe kolay meyleder; çünkü evvelden beri, o usulsüzlüklerin bedelini sade vatandaş sırtlanırken asıl sorumlular ya hiç ceza almaz ya da zamanında o işleri yaparken elde ettikleri ödüllerin yanında pek katlanılabilir hafif cezalarla karşılaşır. Çoğu o cezalardan kurtulmanın da bir yolunu bulur.

İDARE-İ MASLAHAT YAHUT İDARE GİDİNCE ELDE NE KALIR?

Hem son olarak zaten bugün bu, iktidar sahibinden “yapılanı gizleme” operasyonu, onun da bu gizlemeyi sanki fark etmemiş gibi davranma tavrı daha önce bizzat şimdi belki bu 128 operasyonunu eleştiren bir kısım bürokrat tarafından da uygulanmamış mıydı?

Mesela 2011’den 2016’ya kadar olan sürede alaturka “asimetrik koridor”icadıyla TCMB yönetimi politika faizini iktidardan korktuğu için arttırmadığı için döviz raydan çıkınca o “icat” sayesinde politika faizini resmen/görünüşte arttırmamış gibi yapıp gerçekte ise ortalama fonlama faizini arttırmamış mıydı?
O yapılan neydi?
Böylece politika faizi arttırılmayarak cumhurbaşkanının şimşeklerinin üzerlerine çekilmesinden kurtuluyorlar, diğer yandan fiilen faiz arttırarak piyasanın lanetinden kaçınıyorlardı.
Özetle eski Osmanlı usul-ü dairesince idare-i maslahat ediliyordu.
Sonu ne oldu?
Her seferinde Şair Eşref anlatısındaki gibi oldu. Hani Eşref kaymakamken rivayet odur ki,  Eşkıya Çakırcalı Efe hükümet konağına dayanmış, Eşref telgrafla merkezden takviye zaptiye istemiş. Gelen cevap “Elde kuvvet yoktur. İdare-i maslahat ediniz” olunca Eşref dayanamamış “İdare kalmamıştır; elde bir tek maslahat var” yazıvermiş.
Şimdinin 128 rezaletini haklı olarak eleştirenlerin bazıları o yolu bir nebze de olsa kendilerinin açtığını hatırlamalı.
Gelelim daha eski ama çok daha önemli emsale…

HAŞEMAYA SOKULAN İSTATİSTİKLER

Bilindiği gibi istatistiklerle ilgili meşhur şaka bunları bikiniye benzetir: “İstatistikler de bikini gibidir; bazı şeyleri gösterirken bazı şeyleri saklamaya yarar!”
Peki ya birileri istatistiklere zorla haşema giydirmeye kalkarsa?

Türkiye’nin muhafazakâr iktidarlarca on yıllar içinde yavaş yavaş İslamcılaştırılması gibi, aynı iktidarların istatistikleri de haşemaya sokması yine yıllar içinde aşama, aşama gerçekleşti. 128 milyar bu silsilenin son evresidir belki…

Türkiye’de resmî istatistiklerin bir takım yol ve yöntemler kullanarak, görünüşte kurallara uyup ama esasen kuralların ciddi şekilde tahrif edilerek yanlış kullanımı ilk defa görülmüyor.
Resmî istatistiklerin yanıltıcı kullanımı gerçekte çok daha vahim usulsüzlükleri gizlemek amaçlıdır ve bu konuda Türkiye’de hükümet etme pratiği 128 rezaletiyle sınırlı değildir.
Bu örtme amaçlı örtülü operasyonların neredeyse tamamı da döviz meselesinden çıkmıştır.
Hemen hepsi, yanlış politikalar ve kaynağı var olmayan ihtirasların, hesabı kitabı yapılmamış girişimlerin sonucunda tükenen döviz kaynaklarının en sonunda hükümeti düşürme riskine karşı “nasıl ederiz de duran otobüsü içindekilere gidiyor gibi gösteririz” operasyonlarından ibarettir. 
Hepsi de seçime kadar zaman kazanmak adına ülkeye zarar olan kaynakları veya ülkenin kendi kaynaklarını, özel yahut partisel siyasî çıkarlar adına kullanmayı içerir.

Bu ve benzeri olayların o zaman için son örneğine, 2011 Ocak ayında Monthly Review Türkiye Edisyonu’nda yazdığım “Wikileaks Türkiyesi: Rolls Royce İhtirasları ve Rover Kaynakları” adlı makalemde değinilmişti. 
https://www.academia.edu/35749400/Wikileaks_T%C3%BCrkiyesi_Rolls_Royce_%C4%B0htiraslar%C4%B1_Rover_Kaynaklar%C4%B1_1_B%C3%B6l%C3%BCm_pdf)

Bahsettiğim konu o sırada henüz pek kimsenin farkında olmadığı Rıza Zarrab olayı ve onun güya cari açık kapatma operasyonu ile İran’daki kayıp paralardı. Bölümün ara başlığı ise Alışılmadık ‘Kaynakları’ Zorlamak adını taşıyordu.
Bir önceki bölümün ara başlığı ise Büyümeyi Sürdüremeyen Gider…
Hikâye aslında bu iki ara başlıkla özetlenebilir. 

KESİNTİSİZ KAÇAKÇILIK 1-2-3

Yanlış ekonomi politikalar sonucu sürdürülebilir büyüme elde edilemeyince, büyüme bir süreliğine dış kaynaklara yaslanma ve iç kaynakların yağmasıyla sürdürülüyor. Fakat o da tıkanınca o zamana kadar cesaret edilemeyen ve aslında hem iç kanunlara hem uluslararası kurallara göre suç da sayılan kimi “alışılmadık kaynaklara” başvuruluyordu.

Reza Zarrab vasıtasıyla İran’a ABD ambargosunu tümüyle delme (ki ABD Türkiye’ye bu konuda belli imtiyazlar zaten tanımıştı, amaç yakalanma riskine rağmen onları da aşmaktı) ve pek tepki görmeyince işi bütün dünya kara para operasyonuna aracılık etmeye kadar vardırmaktı.
Burada yöntem altın kaçakçılığı idi: İran altınları yani…
Böylece ABD’nin Türkiye’yi başta göz yummuş göründüğü ama aslında tuzağa doğru çekişine hevesli bir güvercin aceleciliği ile koşuldu. O zamandan beri hükümet adeta ABD elinde Halk Bankası ve sair dava ile yaptırımlar sonucu rehin gibidir.

Bütün bu yarı gizli operasyonlar istatistikler; belgelerdeki tahrifat ve bürokratik yetkilerin aşılmasına müsaade ile mümkün olduğundan silsilevî biçimde yarı resmî ve gayrîresmî yolsuzluklara da yol açar.
Yani bir kez yüksek bürokratların kuralları ihlaline izin verir, hâttâ onları buna zorlarsanız, onların kural boşluğunun yarattığı keyfilik içinde bu kez kendi özel çıkarları için tasvip etmediğiniz rüşvet çarkları oluşturmasına da ses çıkaramazsınız.
Ötesi yeri gelir bunu savunmak zorunda kalırsınız. 
Tutar bir bakanınız rüşvet olduğu kuvvetle iddia olunan çok kıymetli kol saatinin uydurma faturasını uzaktan sallar ve siz ‘ne var bunda?’ demek zorunda kalırsınız.

Bu tür Zihni Sinir buluşlarının getirdiği yolsuzluk maliyetleri, o tür “proce”lerin esas maliyetleriyle birleşir ve “iş” sürdürülemediği gibi geriye ülkenin omuzlarına bindirilmiş korkunç bir yük kalır.
O nedenle gizli kapaklı 128 milyar dolar satışında ‘biz bunu uluslararası işlem platformlarında herkese açık şekilde sattık’ savunması hiçbir şey anlatmıyor. 
Belki sizin gerçekten haberiniz yoktur ama böyle gizli kapaklı işlerde yolsuzluğun mevcut olmaması neredeyse imkânsız. O satışların, kaçtan, ne zaman ve kimlere yapıldığı muhakkak soruşturmalıdır.

Zarrab işine dönecek olursak, mesela “İş”in ve rüşvetin muhtemel boyutu için: Zencani'den İdam Öncesi İtiraf: Türkiye'de 8,5 Milyar Dolar Rüşvet Dağıttım (Bkz. https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/zencaniden-idam-oncesi-itiraf-turkiyede-85-milyar-dolar-rusvet-dagittim-511094)

Özetle 128 rezaleti mümkün olmuştur; çünkü Reza Zarrab rezaletinin sorumluları korunmuştur!
Reza Zarrab’ın altın kaçakçılığı mümkün olmuştu çünkü onun da daha öncesinden yapılmış, hazır bir yolu, bir anlamda “know how”ı mevcuttu.

1981-83 arasında kendini gösteren o ilk altın kaçakçılığı ile bağlantı o kadar nettir ki, bir zamanlarki altın kaçakçılığının kilit ismi olan şimdinin “saygın iş adamı”nın ismi Zarrab’ın operasyonları sırasında da bahis olunmuştu.

1981’deki altın kaçakçılığı bize bir şeyi daha gösterir. Bu tür uluslararası kara parayı ülkeye cezbetme “cinlik”leri sadece rüşvet çarklarını değil açıkça suç örgütleriyle işbirliğini getirir. O zamanlar bu işbirliği eroin kaçakçıları ile bağlantılara çıkıyordu. Bugünlerde Man Adası gibi yerlere…
O tür “vergi cennetlerinin para kaynaklarının sadece vergiden kaçırılmış para olmayıp, uluslararası mafyanın parası olduğu tüm uluslararası resmî veya akademik araştırmalarda altı defalarca çizilerek belgelenmiştir.

1980’lerdeki altın kaçakçılığı bizzat Özal yönetiminin İsviçre’deki kara para bankerleri ve bunların ilişkide olduğu Kapalıçarşı’daki döviz kaçakçıları ile onların ortağı Türk mafyası ile oturulan pazarlık sonucu olmuştur. Bunların ayrıntıları hem Uğur Mumcu, hem Uğur Dündar gibi gazeteciler tarafından yazıldı hem de o zaman altın kaçakçılığı davasını takip eden savcı ve polislerce belgelendi. 

Konunun diğer tarafıyla, daha farklı bir bakışla özetlendiği, mesela Nasrullah Ayan’ınanıları gibi, önemli kaynaklar da artık mevcut.

MEMURUN İŞİNİ BİLENİ, İHRACATÇININ HAYALİCİSİ MAKBULDÜ

Fakat altın kaçakçılığı da o zamanın “Zihni Sinir procelerinin” sadece tek bir yönünü oluşturuyordu. 
Diğer yanı hayali ihracattır.
O yıllarda “yeni liberal” dönüşümün “parasalcı” (monetarist) versiyonu modaydı. İktisatçıların ağzından “sıkı para politikası”nın her derde deva olduğundan başka laf çıkmazdı. 

Döviz kuru da henüz şimdiki dalgalı döviz kuru sistemine geçirilememişti, ama merkez bankası tarafından her gün minicik devalüasyonların yapıldığı bir tuhaf ara sisteme dönüştürülmüştü. Böylelikle o zamanki IMF destekli programa göre TL’nin değerinin düşürülüşüyle  “ihracata dayalı bir büyüme” hedefine ulaşılacak, döviz krizleri de son bulacaktı. 

Ne var ki gerçekte ihracat olması gerektiği kadar artmıyor; para arzının kısılması da enflasyonu düşmesi gerektiği kadar düşüremiyordu. Sistem bu kez yeni politikanın yarattığı riskler nedeniyle çökme noktasına gelmişti ve IMF de bu politikanın yürümesi konusunda şüphe duymaya başlamıştı.
Siyasi durum da Turgut Özal’ı zorlamaya başlamıştı. Çare, yasadışı gruplarla beraber çalışma ve hem Türkiye kamuoyunu, hem de bilip de bilmezlikten gelme oyunu oynayan IMF’yi güya kandırma oyununda bulundu.

1963’ten beri Almanya’da çalışmaya başlayan işçilerimizin yurda gönderdiği dövizler o zamanların zaten az olan dış ticaret açığını neredeyse kapatacak kadar çoktu. Öyle ki Türkiye, tarihinde az rastlanır bir döviz bolluğu yaşamıştı.

Gelin şimdi yaklaşık bir yirmi yıl kadar ileri saralım.

Yurt dışından İsviçre’de mukim Orta Doğulu bankerler grubu (Şekerci ailesi) ve onların buradaki partnerleri olan Kapalıçarşı’daki (yasadışı) döviz ve altın işi yapan gruplar ve bunların da partneri bir kısım Türkiye mafya grubuyla anlaşma yapılmıştı.

İki büyük sorun vardı: 

1. Bu dövizin bir seferliğine değil boyuna akmasını sağlayacak bir “devridaim makinesi” nasıl icat edilecekti.
2. Bu gelen paralar Türkiye’ye hangi adla sokulacaktı. Öyle ya TCMB bilançosunda bilmem kaç nolu  “Uluslararası Mafya Hesabı” açılacak değildi herhalde.

İlk akla gelen çare eskisi gibi bunu “işçi dövizi” olarak göstermekti. Ne de olsa daha önceki “proce”lerden buna alışılmıştı.

Gelgelelim artık o kadar işçi dövizinin olmadığının herkes tarafından malum olması bir yana, zaten gurbetçilerimiz yemeyip içmeyip her kör Alman fenikini buraya göndermiş gözükseler yine de durumu kurtarmaya yetmiyordu. E tamam IMF meseleyi bir yere kadar görmezden geliyordu; mühim olan Türkiye’nin yabancı alacaklıya borcunu ödemesiydi ama bu kadar da kör göze parmak olmuyordu.

O zaman bir “parlak fikir” daha bulundu. 

İstatistiklerin ırzına geçilmesi pahasına bu ülkeye bir kılıkta girip başka kapıdan başka kılıkta çıkıp sonra yeniden giren parayı ihracat dövizi olarak göstermek…

Hem böylece Türkiye’nin o zaman yeni yeni denenen İhracat yoluyla büyüme modelinin ne kadar başarılı olduğu dosta düşmana ispatlanmış olacaktı. Bu modelinin işlediğine inanan yabancı yatırımcı da umuluyordu ki artık Türkiye’ye oluk oluk para getirecekti. İşte ülkenin en büyük sorunu teoride de olsa çözülmüştü.

Ne var ki tıpkı 128 rezaletindeki devridaim makinesi çalışmadığı gibi bu devridaim makinesi de çalışmadı. Çünkü ekonomi kanunlarını bir yana bırakalım, fizik kanunlarına göre de devridaim makineleri çalışmaz.

Sonuç: Türkiye’nin 1985 yılı gibi döviz sıkıntısının yeniden akut hale gelişi… Hayali ihracatın son olarak 1987’de bir vurgun daha yapışı… 

86-87’de dövizde serbestleşmede geri adım ve 89 gibi artık ihracata yönelik büyüme modelinin fiilî iflası… 

Ve nihayetinde Turgut Özal’ın Çankaya’ya firarı ile hikâyenin siyasi anlamda da sonunun gelişi...

Peki bu saçmalık Türkiye’ye neye mal oldu?

Gümrük memurundan müsteşara, bakana ve kim bilir daha kimlere kadar Türkiye’nin o tarihe kadar görmediği boyutta bir rüşvet çarkının kurulup işlemesine… 

Bunun dışında Türkiye’nin dış ödemeler dengesi istatistiklerinin gerçekliğinin IMF ve OECD resmî raporlarında dahi eleştiri konusu olmasına, yani devlet itibarının ilk defa yurt dışı devlet ve uluslararası kurumlar nezdinde tartışma konusu olmasına…

Başta uyuşturucu olmak üzere her çeşitten mafyasının devlet üzerinde tarihte görülmedik derecede etkili olması ve maddi açıdan da devasa güç kazanmasına… 

Bunların bazılarının o güç sayesinde hâttâ banka sahibi olmalarına ve yaptıkları usulsüzlüklerle daha sonra 2001 krizinin sebeplerinden birini teşkil etmelerine…

Hadi bunlar diyelim ki yarı yarıya manevi zararlar, ki bana göre manevi zararlar doğrudan maddi zararlardan çok daha uzun süreli hasar yaratır.

Doğrudan maddi zararlar ise gerçekten korkunç boyutlara vardı ve bu maliyet “iş”in sürdürülemez oluşunda en önemli etkenlerden biriydi.

Bazı resmî raporlara göre o dönemde ihracatın %30-35’i hayaliydi. Bazı daha iyimser raporlar % 15’e işaret ediyordu. Elbette bütün ihraç mallarına vergi iadesi verilmiyordu ama bütün hayali ihracat en yüksek vergi iadesi ve sair teşviklerin yapıldığı mallarda yapılmış görünüyordu. Artık beşinci sınıf eskimiş makine halısı gönderip ‘ipek el halısı ihraç ettik’ diyen mi ararsın, uyduruk elektrik kablosu gönderip ‘altın kaplıydı’ diyen mi ararsın, plastik resim çerçevesi gönderip ‘antikaydı’ diyen mi ararsın! 

Ülkede ne kadar sahtekâr varsa hükümetin izniyle bu halkı dolandırma kuyruğuna girmişti.

Ve bunun maliyet bakın nasıldı?

“Bu dönemde (1984-87- C.A) gerçekleştirilen ihracat toplamı 32 milyar 740 milyon dolar olduğuna göre, vergi iadesi ve öteki parasal teşviklerin oranını bulmak için, her yıl ödenen parasal teşvikleri, o yılki ortalama döviz kurları üzerinden dolara çevirdiğimizde 3 milyar 804 milyon 601 bin dolarlık bir rakam çıkmaktadır ortaya. (…) 1984-87 arası dönemde (…) ihracatın %25’i hayali denecek olsa, o zaman da (hayali ihracatta-C.A) rakam 8,2 milyon doları bulmaktadır. (…) Kabaca teşvikten yararlanan ihracat 22,9 milyar dolar olmaktadır. O zaman toplam ihracattan yüzde 25’lik pay alan hayali ihracat, teşvikli ihracatın da %35,7’sini oluşturmaktadır. Bu 22.9 milyar dolarlık ihracata, devletin ödediği parasal teşviklerin tutarı 2 trilyon 324 milyar 693 milyon liradır. Eğer bunun % 35,7’sini hayali ihracat almışsa haksız ödenen vergi iadesi ve teşvik primlerinin tutarı da 830 milyar liradır. Kaldı ki, gazetelerde müfettişlerin tahminleri olarak yayımlanan haberlerde de hayali ihracatta kabaca 800 milyar liralık bir soygun olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bu görünen rakamdır. Bunun üzerine, gümrüksüz ithalat kolaylıkları ve kredi faizi sübvansiyonları da eklendiğinde rakam 1 trilyonu aşmaktadır.” (Bilal Çetin, Soygun: Hayali İhracatın Boyutları, s. 63-64, 2. Baskı, 1989, Bilgi Yayınevi.)

1984-87 arası ortalama dolar kuru çok kabaca (ağırlıklandırmadan) hesap edilse yaklaşık 600 TL idi. Demek ki bahsettiğimiz neredeyse 2 milyar dolara yakın bir haksız ödemedir. Bazı hesaplara göre ise rakam 3 milyar dolara yakındır.

TÜRK EKONOMİ TARİHİNDE İLK ZİHNİ SİNİR PROCELERİ

İşte Zihni Sinir “proce”lerinin, “cin fikirli” siyasetçi ve bürokratların yabancı kara para bankerlerinin verdikleri akıllarla giriştikleri bu macera Türkiye’nin ihracat seferberliğinin de yarı yolda benzinsiz kalmasına neden olduğu gibi, uzun vadeli dolaylı etkileriyle 1994 ve 2001 ekonomik krizlerinin hâttâ Susurluk gibi siyasi krizlerinin de görünmeyen sebeplerini oluşturdu.

Yukarıda bu saçma operasyonun başlarken gelen kara paranın ilk önce işçi dövizi olarak gösterildiğini söylemiştim. 

Niye? Çünkü buna alışılmıştı. Yol olmuştu yani… İşçi dövizlerinin istatistiklerde bir başka şey gibi gösterilmesi yahut “bir başka şey”in işçi dövizi gösterilmesi yeni değildi.

Fakat ona geçmeden önce yukarıdaki döviz getirme operasyonun niçin tıkandığına kısaca değineyim. Her devridaim makinesi gibi bu dönme dolabın da sürtünme katsayısı yukarıda verdiğim maliyetler nedeniyle çok fazlaydı. Ve en az o kadar önemlisi dediğimiz gibi burada dışarıdan gelen gerçek bir döviz miktarı çok azdı. 

Vuku bulan şey Türkiye’deki gayriresmî döviz ve altınların yurtdışına kaçırılıp sonra yeniden dış kaynaklı paraymış gibi yurtiçine bir de üstüne prim ödenerek tekrar tekrar sokulmasıydı. Gerçekten dış kaynaklı gözüken paranın bile büyük bölümü Türk “iş adamları”nın yurtdışında tuttukları paralardı ve üstüne milyar dolar komisyon verilmese dahi o paralar zaten Türkiye’ye girip çıkıyordu.

İşte tam burada işçi dövizi gibi gösterilme “yol”u ve dışarıdaki paralar meselesi aynı noktada birleşir ve cemaziyülevvelin de evveline gitmek gerekir.

Yani Dövize Çevrilebilir Mevduatlar (DÇM) ve İkili Finansman denilen resmî, yarı-resmî “sorumsuzluk”lara…

Önce İkili Finansman denilen garabete bir göz atalım.

GURBETÇİYİ BİR ALMANYA SÖMÜRDÜ BİR DE TÜRKİYE

Ama öncesinde bugün artık önemini kaybettiği için çoğu okuyucunun çok da ayrıntılı bilemeyeceği işçi dövizleri denilen olguya kısaca göz atalım.

Almanya’ya ilk işçi kafilesi 1961 yılında gitti. Başlangıçta önemli bölümü kalifiye işçilerdi ve o zamanlar hiç önem verilmese bile, tıpkı şimdi tartışılan beyin göçü gibi bu da Türkiye açısından bir kayıptı.

Sonra daha düz işçiler de gitti Almanya’ya. 1973 yılında Almanya’daki Türk işçi sayısı 2,6 milyon kişiye, aileleriyle birlikte Türkiye’den giden “gurbetçi” sayısı 4 milyona yükseldi. 1974 petrol krizi sonrası daha sonra AB olacak ülkeler dışındaki yerlerden işçi alımı durduruldu.

İşçilerimiz yemedi içmedi dişinden tırnağından arttırdıklarını vatana ailesine gönderdi. Ailesi yanında bile olsa vatana yatırım yapmaya, bir gün gurbetten döndüğünde orada evi olsun, işi olsun diye devam etti. O yıllarda işçiler Türkiye’de çok ortaklı 300 civarında işçi şirketi de kurdu.

Bütün bunlar Türkiye yönetimleri tarafından olsun, bir takım siyasi destekli dolandırıcılar tarafından olsun daimi bir istismar konusu olarak görüldü; işçilerin alın teri sadece Alman patron tarafından değil bir de yerli sahtekârlar tarafından sömürüldü. İşçi şirketlerinin nasıl batırıldıkları bir başka yazının konusu olacak kadar üzücüdür ve Türkiye’nin ne kadar büyük bir fırsatı elinin tersiyle ittiğinin sayısız örneklerinden biridir.

Belki okurlarımın çoğunun hatırlayacağı “İslamî holdingler” denilen ve Jet Fadıl’ından, Yimpaş’ına, Kombassan’ına kadar tarikatlar, İslamcı bürokratlar ve sicilli üçkağıtçılar eliyle yürütülen seri dolandırıcılık faaliyeti bu sömürü kampanyasının son vurgunuydu.

Deniz Feneri gibi sözde yardım faaliyetleri görüntüsüyle işin son derece suyu sıkıldıktan sonra iktidara gelen “yeşil sermaye artık iyice geliştirdiği bu yöntemlerini ülkede bu kez makro düzeyde bütün halka uyguladı.

Dolandırıcılık faaliyetleri (itham etmiyorum o holdinglerin ve “bağış kuruluşları”nın birçoğu mahkûm oldu ve ceza yedi) içinde yer alan isimlerle AKP’nin kurucu ve yürütücü kadroları arasındaki yakın ilişkileri sadece isim isim saymak bile, şimdiden fazlasıyla uzamış bu yazıdan birkaç misli daha uzun bir başka yazıyı gerektirir.

İşçi dövizlerinin o yıllarda ne kadar önemli olduğunu neredeyse bütün dış ticaret açığını tek başına kapattığını ve DÇM’lerle ilgisini aşağıdaki tabloda görmek mümkün.

Kaynak: Karapara, Faik Y. Başbuğ, Mustafa Koç, s. 103. 1981, Tekin Yayınevi.

O zamanki mesela 1974’teki 1 milyar 426 milyon dolarlık işçi dövizinin ne kadar büyük olduğunu iki kıyaslamayla gösterebiliriz.  Hem işçi dövizlerine güvenerek bilerek arttırılmış, hem de o yıl Arap ülkelerinin Batı’ya petrol ambargosu yüzünden artan petrol fiyatlarıyla şişmiş dış ticaret açığının bile üçte ikisini tek başına kapatmaya yeten bir meblağdan bahsediyoruz.

Diğer yandan o günkü 1 milyar 426 milyarın bugünkü dolar cinsinden değeri 7 milyar 662 milyar kadardır. Hemen yan sütunda gösterilen DÇM’lerin bir kısmının da aslında o kıyafetle gelen işçi dövizleri olduğunu da hesaba ekleyelim.

DÇM’NİN İCADI VE GÜNÜMÜZLE İLGİSİ

Dövize Çevrilebilir Mevduatlar paralarını kesin döviz satışı ile Türkiye’ye gönderme ihtiyacı hissetmeyen ancak düşük faizle Alman bankalarında döviz olarak tutan işçi fonlarını Türkiye’ye cezbetmek için düşünülmüş bir yöntemdi. Bu sayede Türkiye’deki bankalarda açılan mevduatlar hem yüksek TL getirisi alacak hem de istendiğinde döviz kuru neyse o kurdan değerlendirileceğinden, işlem sahibine bazı şartlarla da olsa dövizli işlem yapma hakkı verdiğinden oldukça cazibeli de bir araçtı. Hele o günlerde ülkede döviz tutmanın yasak olduğu, sadece özel izinlerle seyahat vb için resmî olarak başvurularak bin bir zorlukla merkez bankasından döviz alınabildiği düşünülürse bu imkân hayli kıymetliydi. Ötesi Hazine tarafından kur garantisi tanındığından (dövize çevrilebilirlik bir başka açıdan kur garantisi demekti zaten) bu da hem yüksek faiz kazancı hem de kur zararına uğramamak anlamına geldiğinden ilgi çekmemesi zordu. DÇM’ler bir bakıma eksikliklerine rağmen o günkü sermaye kontrolü sistemleri içinde bugünkü Döviz Tevdiat Hesaplarının (DTH) atası sayılabilir.

Fakat bu araç sadece işçilere tahsis edilmiş bir imkân değildi. “Hariçte mukim kişiler” bu imkândan yararlanabiliyordu.

1975’ten sonra Türkiye’de yeniden döviz sıkıntısı başlayınca bir süre sonra Türkiye’nin ekonomi yöneticileri adı konmamış bir “kendi dövizini kendin bul” politikası uyguladı. Böyle olunca ithalatçı, sanayici döviz bulmak için DÇM’leri kullanmaya çalıştı. Yani hem bir miktar prim verip kendileri yurtdışında işçi dövizi toplayıp DÇM açtırdı, hem de diğer her türlü döviz DÇM olarak, bu tür bir iç talepte kullanılmak üzere yurda girdi.

Her türlü kaynağı belirsiz döviz… Bir şekilde her şeye rağmen yasal sistemin dışında kalmış veya yurt dışında bırakılmış paralar, işadamlarının yurtdışına zamanında kaçırdıkları bir miktar para… 

İşler Türkiye’de sıkışınca bunların her biri belli bir primle DÇM kıyafetiyle ülkeye geldi. Böyle böyle sadece üç sene içinde yıl içinde 4 milyar 746 milyon dolar Türkiye’ye aktı. (Bugünkü değerle yaklaşık 22 milyar dolar)

Türkiye ekonomisinin ezeli yapısal sorunları işçi dövizi bolluğu gibi kısa süreli iyi dönemler hariç her zaman döviz kıtlığından mustarip olmayı getiriyordu. Buna bir de 1973 Arap-İsrail Savaşı ardından gelen petrol ambargosu ve sonucunda petrol fiyatlarındaki hızlı artış eklenince 1975 sonrasında bir döviz krizine girildi. DÇM’ler de sorunu çözemedi ve 17 Şubat 1977’de TCMB tüm döviz transferlerini 1979 Mayısına kadar durdurdu.

“İKİLİ FİNANSMAN”: EKONOMİ VE DEVLETİN MAFYALAŞMASI

İş adamları fabrikalarını, işletmelerini çalıştırmak zorundaydı. Onun için de döviz gerekiyordu.
İkili finansman denilen zorunluluktan beslenen saçmalık böyle başladı.
İkili finansmanda iş adamı, yine eskisi gibi ithalat gereksinimi için resmen ve TCMB’ye döviz tahsisi için başvuruda bulunuyordu. TCMB de o talebi sıraya koyuyor, artık ne zaman sıra gelirse belki bir sene belki iki sene sonra o dövizi resmî ama “piyasa”ya göre düşük kurdan ödüyordu. İyi ama fabrika o sırada bekleyecek değildi ya? 

Bakın ne oldu?
Türk ekonomisinin nispeten güzel günlerinde bile Türkiye’ye gayrikabili rücu akreditif olmadan mal satmakta tereddüt eden yabancılar aniden mal mukabili ihracatla ülkeye vadeli mal göndermeye başladılar.
Ne iyi kalpliler değil mi? İşte iyi iş ortağı böyle kötü günde belli olurmuş.
Tabii, istisnalar hariç böyle bir şey yoktu. Olan şuydu. İşadamı gidip yurt dışında işçi dövizi ya da her ne bulduysa o dövizi (karaborsa kurundan) prim vererek buluyor ve onunla yabancı ihracatçıya ödemesini peşin olarak yapıyordu. Fakat bunu (suç olduğundan ve ekonomik olarak bir avantajı kaybedeceğinden) açık etmiyordu. Sırası gelince ülkedeki karaborsa kurundan çok daha düşük olan resmî kurdan merkez bankası tarafından kendisine döviz ödeniyordu.

İşte ikili finansman dedikleri buydu.

Bu uygulamanın birkaç ciddi olumsuz sonucu oldu. Bir kere bu işlerde yapılan çoğu transaksiyon ister istemez yasadışı ve faturalama dışı kaldığından gerçek fatura değerleri ve resmî fatura değerleri arasında büyük fark oluştu. Böylece bütün iş âlemi ister istemez vergi kaçakçısı ve kara para işine bulaşmış oldu. Ülkedeki gayriresmî ekonomi gerçek ekonomiyi neredeyse aşan boyutlara çıktı. Ülkenin vergi ve bütçe altyapısı darmaduman oldu. 

Maliyetlerin bu çifte finansman nedeniyle aşırı şişmesi inanılmaz bir enflasyon dalgası yarattı. Aynı zamanda hem döviz kaçakçılığı hem de çok kârlı her çeşit kaçakçılık bu denetim dışı fonlarla yürütülür hale geldi. Ülkede mafya hiç olmadığı kadar kuvvetlendi. “Tahtakale Merkez Bankası” ilk kez T.C. Merkez Bankası kadar kuvvet kazandı. İşadamları ister istemez açıkça döviz kaçakçıları ve mafyayla çalışmak zorunda kaldılar.

Elbette her türlü mal darlığında ve bürokratik iznin güç alındığı ortamda olduğu gibi gümrükler ve dövizli işlemlerde rüşvet ve yolsuzluk aldı başını gitti ve siyasette ilk kez belirleyici rol oynamaya başladı. 

Yukardaki satırlarda anlattığım hayali ihracatın ilk örneği de Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel tarafından 1975’te değerli mobilya diye sunta ihraç ederek yine o yıllarda icat edildi.

“Döviz darboğazında denize düşen özel kesim, karapara piyasasına sarılmış, karapara piyasasını kısa zamanda olağanüstü büyütmüş ve geliştirmiştir. (…) Başlangıçta karaborsayı sistem zorla teşvik etmiştir.” (Karapara, F. Başbuğ, M. Koç s. 94 )

Ve evet işte böylelikle iki “cin fikir” yani “kendi dövizini kendin bul” ve “DÇM” beraberce, ileride 1980’den 1987’ye kadar süren devasa yolsuzlukların altyapısı ve organizasyonunun oluşmasına yardımcı oldu.

Böylelikle mesela Tahtakale ve mafya beraberce 1980-81’deki 1. Altın Kaçakçılığı organizasyonunu yürütebilecek mali güce, organizasyon seviyesine ve siyasi etkinliğe ulaşabildi.

“Kısa sürede Türkiye’den 500 tona yakın altın kaçırma işlemi gerçekleşmişti Kimi iddialara göre, hem de resmî makamların onayı ile gerçekleşmişti bu kaçakçılık.” (Soygun, B. Çetin, s. 44)

“Gayrimeşru alem”in Türkiye iş ve siyasi hayatı üzerindeki etkisi o yıllarda sonra öyle büyüdü ki bugün bile etkisini devam ettiriyor.

Biz Escobar ve Narcos dizilerini seyreder “Vay be Şu Latin Amerika’ya bak neler neler olmuş” derken, Türk mafyası sahip olduğu yeni güçle Avrupa’da birinci sıraya oynuyordu. Mafya-siyaset ilişkileri uluslararası düzeyde bile o kadar ayyuka çıkmıştı ki 1990’larda bir Alman TV kanalı Türk kadın başbakanın resminin köşesine ekranda enjektör yerleştirme cüretini kendinde bulabiliyordu.

DÇM’lerin akıbetine gelince…
Onu da bu konuda güzel bir özet yayımlamış olan eski Hazineci Hakan Özyıldız’ın kaleminden okuyalım:

“Dış borçlanmada böylesine önemli rol oynayan DÇM’ler, bankaların dövizlerini TCMB’ye devredip TL almaları ve bu yerel para kaynağını krediye dönüştürmeleri sonucunda içeride bol bol kredi dağıtılır (Aynen bugünkü ROM uygulaması ve dışarıdan ucuz döviz borçlanıp, swapla TL’ye çevirip kredi dağıtmaları gibi). Kredilerin çoğu (aynen bugün olduğu gibi) yatırım yerine işletme sermayesi olarak kullandırılır.

“Gün gelir, DÇM’lerin para arzı artışına ve enflasyonun hızlanmasına neden olmaya başladıkları değerlendirilir ve kullanımına sınırlandırmalar getirilir. Ancak 1977 yılının ilk aylarından sonra yeni hesap açılması çok yavaşlamaya başlayınca TCMB ve bankalar, eski DÇM’lerin vadesi gelenlerinin paralarını geri ödemede zorlanmaya başlarlar.

“Daha önemlisi, DÇM’lerin anapara ve faiz ödenmeleri, verilen kur garantisi nedeniyle, Hazineye aşırı yük olmaya başlar. Sonunda sistem 1978 yılında bitirilir.

“Sonrası daha ilginçtir. Bu borçlar, 1981 yılından sonra devlet tarafından üstlenilir. O tarihte 2,5 milyar dolar kadar olan tutar Merkez Bankası veya devlet borcuna dönüştürülür.

“Kısacası dövize olan bağımlılık önce yurt dışında çalışan işçilere, ithalatçılara, ihracatçılara, kur garantisi Hazine’den verilen döviz hesabı açma yetkisi verilmesine, sonra da borcun tamamının Hazine tarafında ödenmesine yol açmıştır.

“Dolayısıyla bugün Türkiye’nin dış borç ve Hazine garantileri rakamlarına bakıp; kamunun dış borcu şu kadar özel sektörünki bu kadar, Kamu Özel İşbirliği projelerine verilen garantiler, dış borç üstlenimleri farklı diye yorum yaparken dikkatli olmakta büyük yarar.” (Bkz. http://www.hakanozyildiz.com/2017/05/yakn-tarihten-bir-ds-borc-hikayesi-de.html#:~:text=D%C4%B1%C5%9Far%C4%B1dan%20d%C3%B6viz%20gelmesi%20amac%C4%B1yla%2C%20D%C3%B6vize,d%C3%B6viz%20hesab%C4%B1%20a%C3%A7ma%20hakk%C4%B1%20verilir. )

HİÇ İBRET ALINSAYDI TEKERRÜR MÜ EDERDİ?

Demek ki neymiş, tarihle, hele de finans ve ekonomi tarihiyle bugün, hâttâ -muhtemelen yakın zamanda göreceğimiz gibi- gelecek arasında sandığımızdan daha yakın bir ilişki varmış.

Demek ki neymiş, bazı “cinfikir”leri ve onların yol açtığı usulsüzlükleri, yolsuzlukları araştırıp ortaya çıkarmazsak aynı felaketleri tekrar tekrar yaşarmışız; hem de çok daha büyük boyutlarda…

Siyasetçi günü birlik düşünür ya da hadi diyelim ki çok kısa vadeli. Ufku çoğunlukla gelecek seçim kadardır. 

Siyasetçiye yaranma peşinde olan, devletin değil partinin bürokratı ondan da kısa görüşlü, üstelik daha karaktersizdir.

Bilim insanı kılıklı ama aslında atanamamış bürokrat sayılması gereken bir kısım akademisyen, danışman vs. takımı için ayrıca sıfat kullanmama gerek yok.

Onun için bir ülkenin en çok gerçek bilim insanlarına, felsefecilere, hâttâ kendi dinine gerçekten inanan, paraya veya mevkie tapan değil de Allah’a iman eden gerçek din âlimlerine de ihtiyacı var.
En çok da gerekirse kalemini kıran ama satmayan gazetecilere…

Bu yazıyı ne muhalefetin 128 Milyar Nerede kampanyasına destek olsun diye yazdım, ne de yaptığı bir dizi şeyin artık ülkenin bekasına tehdit haline geldiğine inanmama rağmen, iktidarı kötülemek için…

Bunları yazdım ki ülke bir daha o yıllarda yaşadığına benzer, belki birçoğunuzun hatırlayacağı felaketleri yaşamasın diye…

Yazdım ki Akif’in şu mısralarının kehanetinden hiç değilse bu kez kurtulalım:
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”

(Safahat, 7. Kitap)

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar