Leyla Emeç Tavşanoğlu

Leyla Emeç Tavşanoğlu


"CIA içimizde!"

"CIA içimizde!"

Dün 12 Mart 1971 askeri muhtırasının 53. Yıldönümüydü. O tarihte yaşananları bilmeyenler için yazıyorum. Ordunun üst kademesi dönemin Adalet Partisi Hükümeti’ne bir muhtıra vermiş, Başbakan Süleyman Demirel, durumun vahametini anlayıp, şapkasını alarak görevinden istifa etmişti.

Önceki Dışişleri Bakanlarından, gazeteci kökenli  İsmail Cem’in “Tarih Açısından 12 Mart” kitabı sıklıkla göz attığım önemli bir kaynaktır. Geçen gün yeniden sayfalarını karıştırırken 12 Mart döneminin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le yaptığı bir söyleşiyi buldum. Söyleşi tam da 12 Mart 1976 tarihinde Politika gazetesinde yayımlanmış. Çağlayangil’in o söyleşide anlattıklarını,  bugünümüze ışık tutması bakımından çok değerli ve önemli bulduğum için sizlerle paylaşmak istedim. İsmail Cem, söyleşinin giriş bölümünde Çağlayangil’in CIA’nın (ABD Merkezi Haberalma Örgütü) 12 Mart muhtırasını, Ankara’ya haşhaş ekimi yasağını kabul ettirmek ve Amerikan U-2 casus uçaklarının Sovyetler Birliği hava sahasına girmesinin Adalet Partisi hükümeti tarafından engellenmesine karşılık  yaptırdığı kanısında olduğuna  dikkat çekiyor.  Cem, kitapta bu söyleşinin tam sekiz saat sürdüğünü yazıyor. Çok uzun olan yazıyı ikiye bölerek köşeme aldım. İkinci bölümü Cumartesi günkü (16 Mart) yazıda olacak. Buyurun: 

"12 MART’TA CIA’NIN YERI"

Dış etkenlerin 12 Mart öncesinde Türkiye’de nasıl hissedildiği biçimindeki sorumuza eski Dışişleri Bakanı şu cevabı vermekteydi:

ÇAĞLAYANGİL: ‘Bakınız İsmail Cem bey, böyle şeyleri açıkça yapmazlar. Yabancı sefirler, yetkililer en önemli konuları böyle özel temaslarda söylerler. Bu gibi şeyleri resmi teşebbüs mevzuu yapmazlar. Bizim altı senelik hariciye vekilliğimizde çok rastladık. Önemli mesajları, tavsiyeleri, endişeleri, ya kokteyllerde ya yemeklerde ya özel hasbıhallerde ya sırf bu işi söylemek için tertiplenmiş gezilerde duyururlar size. Kayıt ve resmiyet dışı, hasbıhal halinde telkin etmeye çalışırlar.

“12 Mart’tan bir süre önceydi. Böyle bir hareketin olacağı bana ihsas edilmişti, Amerikan sefiri tarafından. Bir akşam üstü sefir bana telefon etti. ‘Bilalüzum Çağlayangil, evinize bir viski içmeye geleyim mi?’ diye sordu.

“Genel bir değerlendirme yaparken, ‘Sayın Çağlayangil, biz devlet olarak (Türkiye’deki gelişmelere) sabrederiz ama devlet dışında olanlar, devleti bile dinlemeyenler sabredemeyebilir,’dedi.

“Bundan açık bir şey olamaz. 12 Mart’ta CIA vardır. Büyük ölçüde vardır. 12 Mart’ta haşhaş vardır. CIA Papadopulos’ta vardır (Papdopulos 1967 Yunanistan Albaylar Cuntası’nın lideri), CIA Gizikis’te (Yunanistan askeri cuntasının 1973-74 arası devlet başkanı) vardır. CIA’nın nasıl hareket ettiği tahmin edilemez.’

“ Türkiye’nin eski Dışişleri Bakanı 12 Mart’a yol açan gelişmelerde ABD’nin ve CIA’nın rolüne ilişkin sorumu cevaplarken anlatmaktaydı bunları. Ben, CIA’nın karıştığı ya da önceden hazırlıklarında bulunduğu bir olaylar dizisiyle Türkiye’deki istihbaratçılar arasındaki işbirliğinden söz etmiştim. 12 Mart öncesi Türkiye’sinde o çok sol görünen kimi hareketin devletin resmi ajanlarınca kışkırtıldığını, yönlendirildiğini bir gazeteci olarak görebilmiştim. Bu ajanlarla CIA arasında bir bağlantı var mıydı? ABD kendi CIA’sını, CIA ise bizdeki ajanları 12 Mart ortamını, müdahale ortamını oluşturmak, müdahaleye yön vermek için kullanmış olabilir miydi? Milli olarak nitelenen istihbarat örgütleri aslında bir güçlü yabancı devlet çıkarına bilerek ya da bilmeyerek hareket edebilir miydi? Kendileri belki farkında olmaksızın, adeta uzaktan tele-kumanda ile yönetilmekte olabilirler miydi? Türkiye’nin 12 Mart’taki Dışişleri Bakanı sözlerine devam etti:

“Çağlayangil: İsmail bey, Türkiye kendi istihbarat gücünü kuvvetlendirmek için İsrail istihbaratı ile, Amerikan istihbaratı ile, İran istihbaratı ile daimi ve organik münasebetler içindedir.

“Bunlar gizli gizli her sene kendi şefleriyle toplanırlar. Washington’da, Tahran’da, Tel Aviv’de (istihbarat) mübadelesi yaparlar. Organik bağları bulunmayan, fakat inandıkları başka istihbarat örgütlerinden de istişari mütalaa alırlar. Şimdi, istihbaratçılar Amerikalılarla organik münasebetler içinde olduklarına göre Amerikalı, ‘Şu adam benim adamım, şunu yerleştirelim solcuların arasına’diye rahatça işbirliği yapabilir.

“Yabancı istihbarat örgütlerinden esinlenen istihbarat başkanı da gelir, kendi hükümet başkanına, ‘Bizim Tel Aviv’deki toplantımıza ilişkin konuları konuşacağız,’der. Haber de getirir, şöyle dendi, böyle dendi, diye

“Sonra, hiçbir istihbaratçı herhangi haberi her yere götürmez. Dışişleri Bakanı’na başka söyler, Devlet Reisi’ne başka söyler, Genelkurmay Başkanı’nabaşka söyler. İstihbarat bünyesindeki profesyonel dejenerans (soysuzlaşma), her hareketin tesiri altındadır. İstihbaratçı kendi gözünde çok mühim adamdır. Herkesten çok mühimdir. Her şeye de kadirdir. Bu kompleks istihbarat işiyle uğraşanların hepsinde, en başından kahvecisine kadar, aynıdır. Onun için ben Dışişleri Bakanıyken istihbaratçıların Bakan ve Genel Sekreter dışındaki Dışişleri memurlarıyla temas etmesini men etmiştim.

“Şimdi sorunuza dönelim. Nasıl yapar CIA? CIA yapar, organik bağlarıyla yapar. Sözünü ettiğim psikoloji vardır istihbaratçıların arasında.

“Benim istihbarat şefim, kendisi farkında bile olmadan, CIA benim altımı oyar. Elinde imkan var yabancı adamın. Girmiş, enfiltre benim içimde... Onun için hiç şaşmam, aramam da, bulamam ki. Nasıl yaptı? Bulamam.’

“Sayın Çağlayangil’in anlattıkları, bir devlet sorumlusunun anlatabileceği açıklıkla meseleleri ortaya koyuyordu. Peki, Amerika’nın tavrı Adalet Partisi’ne karşı hangi sorunlarda oluşmuş, hangi aşamalardan geçmiş, giderek, CIA aracılığıyla ortam oluşturulmuş, en azından CIA’dan etkilenen bir müdahaleye kadar varmıştı?

“Çağlayangil: Bakınız, İsmail Cem bey, Amerika şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş, faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz. Amerika, o memleketin kendisine ne derece tabi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar satelit (uydu) haline gelebileceğine bakar.

“Amerika, bir Albaylar Cuntası ile Yunanistan’da istediğini yaptırabiliyorsa, Albaylar Cuntası Yunanistan için biçilmiş kaftandır. Amerika, eğer bir Nihat Erim Hükümeti ile haşhaşı men ettirebilecekse Türkiye’nin layık olduğu hükümet tarzı Nihat Erim Hükümeti’dir.

“Büyük devlet gaz gibidir. Bir boşluk buldu mu, vakum buldu mu, orayı doldurmak ister. Doldurur. Biz, Amerika’yla münasebetlerimizde hep bundan kaçındık. Bir boşluk vermeyelim, adamlar gelip doldurmasın istedik. Bunu hileli değil, açık bir siyasetle gerçekleştirmeye çalıştık. Adalet Partisi iktidarı Amerika’yı kendisine düşman edecek kasıtlı davranışlar içine tabiatıyla girmediği gibi behemahal dost kalayım ve onun için her fedakarlığı yapayım hüviyetine de girmiştir. Ama herhalde bizim lehimize çalışmadıkları ve bizden gayri memnun oldukları bir vakıadır.’

“Peki, neden bir müdahale ihtiyacı duymuştur CIA? 12 Mart öncesinin Dışişleri Bakanı ABD ve Adalet Partisi iktidarının genel ilişkilerinden söz ederek konuya giriyor.

“Çağlayangil: Değişik konularda siyasi baskı gelirdi. Ben şahsen bunlara göğüs germek durumunda kalmışımdır. ‘Şu haşhaş işi nihayetinde hükümet kararnamesine dayanıyor. Çözüvermez misiniz?’ denirdi. Gayet naziktiler, aslında. Amerikan sefiri her gelişinde (Başkan) Johnson’ın özel selamını, (Başkan) Nixon’ın özel selamını getirirdi. Johnson’ın selamını tayyare (U2 casus uçakları) meselesinde, Nixon’ın selamını haşhaş meselesinde alırdık.

“Amerikalılar’ın bizden gayri memnun olduklarını, bunun da sebeplerini arz etmiştim. Afyon, muayyen siyasetler, U-2 (ABD’nin U-2 casus uçaklarının Türkiye hava sahasından Sovyetler Birliği hava sahasına girmesine Ankara’nın izin vermemesi olayı). Yani kafi derecede kendisine yatkın ve yakın bulmamışlardı Adalet Partisi iktidarını. Ancak şunu belirteyim. Bize yapılan bütün tarizlere, tenkitlere rağmen biz kendi blokumuz içindeki taahhütlerimize sadık, taahhütlerimiz dışındaki alanda ise kendi ülkemizin yararını önde tutan bir politika izledik. Belki yanlışımız, bilgisizliğimiz  olmuştur ama hedefimiz ve çerçevemiz belliydi. Açıktık.

“12 Mart, minareden aşağıya bakılır gibi her tarafını görebileceğimiz bir hale gelmedi henüz. Aslında biz 12 Mart’a içinde yaşayarak geldik.

“Tahran’daydım. İran Şahı haber yollamış. Şah, Dışişleri Bakanı ve ben yemek yiyeceğiz. Kendisinin ve babasının Türkiye’deyken çekilmiş, ancak neşredilmemiş bir fotoğrafını hediye ettim. Mütehassis oldu.

“Şah bana dedi ki:’Endişe duyuyor musun? Bir iş çıkacak sizden; askerlerden bir şey çıkacak.Bak, Sayın Çağlayangil, Türk-İran dostluğunu muhafaza etmek için endişeleniyorum. Ama siyasettir bu, daha fazlası olmayabilir, üzülme.Siyaset bu. Her şeyin sırası gelir. Zaten sen de böyle düşünürsün. Asker bir şey çıkaracak,’ dedi.

“’Majeste, zelzele olmak ihtimali yok mu? Yani, şimdi burada, İran’da zelzele olabilir. Bu saray da çökebilir. Niye oturuyorsunuz burada? Zelzele ihtimali bu. Çöker ve ölürsün. Ordu da isyan eder. Senin ordun da isyan eder, benim ordum da isyan eder, Amerikan ordusu da isyan eder, Yani bir ordu isyan etmek kararı aldıktan sonra nerede olursa olsun duman attırır. Bir kere o silah sana çevrilmişse... Binaenaleyh, ordu müdahale eder, etmez, diye bir teminat vermek güç. Ama etmesi için sebep ne, endişe niye?’

“İran Şahı ile arasında geçen bu ilginç konuşma hakkında Sayın Çağlayangil daha fazla bir şey söylemek istemedi. Zaten, ‘Arif olanın anlayacağı’ kadar söylemişti sanırım.”

Söyleşide Çağlayangil’in, “Amerika, hükumetlerin ne derece demokrat, şoven, faşist olduğuna değil, kendisine ne derece uydu haline geldiğine bakar,” sözleri sanırım bugün içinde bulunduğumuz durumu da bir çırpıda özetliyor. Bunu yazarken aklıma Mayıs 2002’de ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’le Washington’da yaptığım konuşma geldi. Abramowitz o konuşmada bana,”Leyla, farkında mısın? AKP yüzyılın projesi,” demişti. Söyleşinin birinci kısmını burada bitiriyorum. İkinci bölüm, başta da belirttiğim gibi 16 Mart Cumartesi’ye.

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar