Biz değil Fransızlar söyledi: Türk gibi güçlü, Nasuh Mahruki - Nasuh Mahruki

Biz değil Fransızlar söyledi: Türk gibi güçlü, Nasuh Mahruki - Nasuh Mahruki

Muhalif. Röportaj/ Sara Aydın

2023 yılına girmeye günler kala, Nasuh Mahruki ile tesadüfen tanışmış olmak benim için, yeni yılın ilk güzel sürprizlerinden biri oldu. Sohbet ederken hala büyük bir heyecanla anlattığı dağcılık tecrübelerini, AKUT’ u, sosyal girişimciliği, siyaseti, ülke gündemini ve ülkemizin gençlerini konuştuk.
 


 

S.A:    Sizinle ilgili en çok merak ettiğim konulardan birisi dağcılığa nasıl başladığınız…Nasıl ve nereden bir merak oluştu?

N.M: Çocukluğumdan itibaren doğaya merakım vardı,   Çocukluğumda zaten büyükbabadan kalma bu bahçeli evde geçti. Kendimi açık havada, doğada, hayvanlarla hep iyi hissettim. Ama dağcılığa asıl merakım üniversitede başladı. Üniversitede doğada spor fikri karşıma çıktı, zaten spora da yatkın bir vücudum vardı. 88 sonları gibiydi, panolara dağcılık kulübü kuruluyor diye yazı asmışlardı. Ben de ilk toplantıya katıldım. 15 kişiydik. Anadolu Dağcılar Birliğinden bir ekip çok güzel bir fotoğraf sergisi yaptı ve bir yerden bizi yakaladılar. Teorik ve pratik eğitimlere başladık. Aynı dönemde ODTÜ Sualtı Kulubü ile dalışa başladım. Yamaçparaşütüne başladım. İlkokuldayken yüzmeye gittim, lisede hentbol oynadım ama o sürmedi. Birçok alanda çok zevk alarak yaptım spor. Mesela 23 yaşımdayken Erciyes Dağından yamaç paraşütü ile uçtum. Yine 23yaşındayken Hacettepe Üniversitesi ilk defa bir kaya tırmanışı yarışı düzenledi. Türkiye çapında değildi, bir deneme yarışıydı, açık arafarkla kazandım yarışı ama benim gönlümde yatan yüksek irtifa dağcılığı idi. Türkiye’de daha önce hiç yapılmamış, kimsenin cesaret etmediği bir şeyi yapmak istiyordum. O yıllarda, önümdeki en zor, en zahmetli olan 8000 metre dağcılığı idi. Ve bunu hedefledim.8000 metre sınırını aşan dağcı olmayı hedefledim. Öncesinde antreman programlarına girdim. Buüç dört yaz oldu. Beş kere 7000 metre tırmanışı yaptım. O zaman beni bile şaşırtan bir performansım olduğunu gördüm. Ama Türkiye içerisindeki bu performansım beni tatmin etmiyordu.
 


 

S.A :Kendinize belirlediğiniz 8000 metre üstü hedefiniz gibi hep böyle hedef odaklı mıydınız?

N.M: Lisedeyken veya daha öncesinde tabii hayatla ilgili çok hedefleriniz olmayabiliyor ama çocukken de böyleydim, hırslı ve çok aktiftim, çok atılgan bir karakterim vardı. Dolayısı ile alışkındım, yaptığım işlerde hep önde olmak, birilerinin beni frenlemeye çalışması…7000 metrelik tırmanışlarda dünyanın en iyi Rus dağcılarıyla beraberken anladım bu sporda çok daha iyi yerlerde olabileceğimi ve o yüzden ilk 8000 metrelik gelen teklif Everest idi zaten. Yolları yeni açılmıştı ve belirsizlik içindeydi çok şey, o şartlarda tırmandım.

Türkiye’ de gördüğüm en yüksek Erciyes ve Kaçkar Dağıidi.1992 yılında terör yüzünden Ağrı Dağında zirve denemesi bile yapamadan geri görmek durumunda kaldım. 1995 de Everest’ e çıkıp, 1999 yılında kendi ülkemin en yüksek dağına çıkabildim.


 

Yüksek irtifa öyle bir şey ki, düşük hava basıncı ve düşük oksijen… İnsan metabolizmasına uygun bir ortam değil. 5500 metre üzerinde insan yerleşik yaşam kuramıyor zaten. Kötü hava koşulları işi zorlaştıran ve uzayacak olursa ölümcül hale getiren bir durum. Dolayısı ile iyi bir dağcının en önemli avantajı hızlı olmak. Hızlı olunca bu kötü şartlara daha az maruz kalmış oluyor. Günün belli saatleri tırmanış için daha uygun. Tırmanışı güvenli biçimde bitirebilmek için hızlı olup günün tırmanışa uygun saatlerinde bunu tamamlayabilmek önemli. Mesela Everest’ de1999 yılında sekiz kişinin öldüğü bir trajedi yaşandı. Bunların içinde iki önemli dağcıda vardı. Bu iki tecrübeli dağcı, çok uzun süre kaldıkları için öldüler. Dağda çok değişken var, hesaplamaları, coğrafi koşulları anlık takip edip bu durumları iyi yönetmek gerekiyor.

S.A : Bu kadar zor şartlarda hayatta kalıp süreci yönetme becerisini hayatınızın her alanında uyguluyorsunuzdur diye düşünüyorum. Bu kadar tırmanışın içerisinde size en heyecan veren, en unutamadığınız tırmanışınız hangisi?
 

N.M:  K2 dağı en zor ve en tehlikeli dağlardan biridir. Lhotse dağı da çok zor bir tırmanıştı. İkisi de 8000 metre üstüdür. Sıkı bir ekip oluşturmuştuk. Hepimiz tecrübeliyiz, hepimizin 8000 metre üstü en az bir tırmanışı var. Lhotse’ de zirvede yapacağımız gün bir haber geldi. Bengal üzerinden gelen bir kar fırtınası Himalayalar’ a ulaşacak haberi... Tabii bayağı moraller bozuldu. Bütün hazırlıklar yapılmış, çok ciddi bir operasyon vs. Ben de oraya kadar gelmişiz diye denemeden dönmek istemedim. Normalde dördüncü kamptan zirveye çıkacakken ben üçüncü kamptan doğrudan zirveye çıkmayı önerdim. Kuvvetli bir ekibiz, yapabiliriz dedim. Nitekim kabul etti herkes. Tırmanmaya başladık. Ekipteki arkadaşlar oksijen tüplerini kullandılar belli bir seviyeye kadar fakat ben kullanmadım. Tırmanış çok uzayınca arkadaşların oksijen tüpleri bitti zirveye 70 metre kalmışken. Yanımızda malzeme de kalmadı. Ve beş arkadaş dönmeye karar verdi.  O metreye kadar ben hiç oksijen kullanmayıp kendi gücümle gelmiş olsam bile ben de çok yorgundum. Onlar dönerken ben şansımı denemek istedim. Zirveye kalan 70 metrelik çok ağır bir etabı ancak iki saatte tamamlayabildim, bu 1998 yılının ilk tırmanışıydı.  Benden bir hafta sonra aynı ekibim dinlenerek tekrar geldi ve o zaman yaptılar zirve tırmanışını.


 

“Türk gibi güçlü”

Cho Oyu dağına tırmanışım da enteresandır. Bu evden, o zamanki kız arkadaşımla atladık motosiklete altı günde Katmandu’ ya vardık. Oraya başka şekilde gelen ekip kamp eşyalarımı getirdi, onlarla buluştuk. Tırmanışın başında olan ekip lideri biraz hastalandı vs. tırmanış stratejisinde anlaşamadık. Yani sonuçta bu ekip çalışması ama ekip lideri o kadar saçma şeyler söylüyor ki, girdim çadırıma düşündüm. Sonra bütün grupla bir toplantı istedim. Ben gruptan ayrılmak istiyorum dedim. Zirve tırmanışını ben kendim yapıp sadece ekibin lojistik desteğini alırım dedim. Ekip lideri de tamam dedi.  Bu kadar yüksek dağlarda solo tırmanış zaten çok zordur ve bu dağda bunu yaptım. Bütün kamplara, ikinci, üçüncü kampa kadar geldim. Üçüncü kamptan zirveye çıkmam gerek. Aynı gün içinde ekibin bulunduğu başlangıç kampına geri geldim ve tekrar tırmanmaya başladım. Yukarıdan inince tabii herkes merak eder, sorarlar yukarısı nasıldı vs. diye… bu tırmanışta da Fransa’ dan bir dergi ekibi de var, onlar da takip ediyorlar. Takip eden aylarda bir makaleyle bu tırmanışı yazdılar  ‘ Türk gibi güçlü ‘ başlığı atarak.

Tabii bir de Everest tırmanışım var en özel tırmanışlarım arasında.


 

Ruhu vücudundan fışkıracakmış gibi…

S.A: Neler hissettiniz tam o anda zirvede bayrağı açtığınızda?

N.M :Bir sürü mücadele, bir sürü emek, bir sürü insanın kolektif enerjinin son noktası artık…çok büyük bir mutluluk, coşku, özfarkındalık, özsaygı, muhteşem bir heyecan…ruhu vücudundan fışkıracakmış gibi… çok ağladım zaten zirvede

S.A:  Dağcılıktan sonra AKUT’ un kuruluşuna gelecek olursak, kuruluş aşamalarına gelinceye kadar neler yaşandı, nasıl kuruldu?

1994 yılı Kasım ayında Bolkar dağlarında bir kaza yaşandı. İki genç kayboldu. Kayıp arama operasyonu için Türkiye’nin bir sürü yerinden yüze yakın kişi geldi, ben de gittim. O zamanlar bu tür durumlar için organize bir kurum olmadığı doğaçlama şekilde kulüpler veya dağcılık federasyonundan birileri giderdi.

AKUT 1996’da kuruldu, 1999’da duyuldu

Çocukların ailelerin helikopter göndermesine rağmen, iki gün uğraşmamıza rağmen bulamadık çocukları. Çocuklardan birini sekiz ay sonra bir çoban buldu, diğeri hala bulunamadı. Bu olaydan sonra bir avuç dağcı arkadaşla bazı öngörülerde bulunduk. Kural olarak bir dağcıya bir dağcı yardımcı olabilir, çünkü ancak bir dağcının fiziksel olarak kondisyonu buna yeterli. Teknik malzeme, bilgi, lojistik de gerekir. Bu düşünceyle olası kazalar için şimdiden örgütlenmek gerekir diye bir sonuca vardık. O dönemin en yetkin dağcıları da biziz. 1995 yılı bizim araştırma ve öğrenme sürecimiz ile geçti, durum tespitleri yaptık. İhtiyacı anlamaya çalıştık. Biz dağcılık için bu çalışmaları yaparken, Türkiye’nin bir doğal afetler ülkesi olduğunu da farkettik. Depremler, sel felaketleri vs. sürekli oluyordu. Biz bunu 1995 yılında fark ettik, Türkiye1999 depreminde fark etti. Bunu fark etmiş olmak bize ciddi bir çalışma yapma fırsatı sağladı ve 1996 yılında resmi olarak AKUT’ u kurduk. Tüzükte, dağ ve doğa sporlarında can kaybını en aza indirmeye çalışıp toplumu bilinçlendirmek ve ilave olarak doğal afetler için de aynısını yapmak üzerek çalışma prensiplerimizi belirledik. 1996 dan itibaren de çalışmalarımıza başladık. 1998 yılında Adana Ceyhan da ilk kez depremzedelerle deneyimler yaşadık. İlk kurtardığımız kişi Hatice Öğretmen oldu. Tabii buradaki tecrübelerimiz bizi 17 Ağustos depremine hazırlamış.

S.A: Sonrasında depremle ilgili toplumu bilinçlendirmek adına yaptığımız çalışmaların sayısı daha arttı. Şu anda AKUT’ un başkanlığını resmi olarak sürdürmüyorsunuz ama yaptığınız çalışmalar devam ediyor. Biraz bunlardan bahseder misiniz?

N.M: AKUT derneğinden sonra 2009 yılında AKUT Spor Kulübünü, 2011 yılında da AKUT Vakfını kurduk. İkisi de, oy çokluğu ile değil, derneğin genel kurulunda bulunan herkesin oy birliği ile kuruldu. Vakfın mütevelli heyetinde kimlerin olacağı da genel kurul kararı ile alındı, bazı kişileri istemedi mesela genel kurul. Ben, siyasi baskı sürecinde sadece dernek başkanlığını bıraktım. Tabii dernek yönetimi benden tamamen kurtulduğunu düşünürken, kimseye verecek başka STK’ m yok diyerek kulüp ve vakfı bırakmadım. Tabii dernek bambaşka bir yere savruldu ondan sonra.

Afetlerde ilk 12-24 saat en kritik süre

S.A: Evet, çok yakın bir tarihte AKUT vakfı olarak AKOM ile beraber yaptığınız depremle ilgili bir çalışma var mesela

N.M: 1550 toplanma alanı gönüllüsüne ve 1450 kişiye de ilk müdahale eğitimi verdik. Afetlerde ilk 72 saat önemliyken, ilk 12-24 saat en kritik süre. Bu süre içinde kaos kaynaklı oluşabilecek riskleri en aza indirmeyi amaçlayan bir eğitim modülü geliştirdik, bu da Türkiye’ de ilk defa oldu. Çok da başarılı geçti.

S.A: Bu kadar dernek, vakıf, spor, kitap yazmak derken sosyal girişimcilik tarafınız çok ağır basıyor. Sosyal girişimciliğin en önemli amacı topluma fayda sağlamak. Farklı kimliklerin, farklı yapıların bir araya gelip çeşitli dernek veya vakıflar kurduğunu da görüyoruz. Siz bu konuda Türkiye’ deki gidişatı nasıl görüyorsunuz? Sosyal girişimcilik olması gerektiği gibi mi yoksa bu alanda yapılacak çok daha fazla şey var mı?

N.M: Değil tabii ki…hele şu son 25 yıldaki siyaset her şeyi duman etti, o yüzden Türkiye’ deki hiçbir şey normal değil, hiçbir şey yerli yerinde değil. AKUT aslında son derece birinci sınıf bir sosyal girişimcilik örneğidir. Kolombiya Üniversitesinde İbrahim Betil ile beraber ASHOKA’nın düzenlediği bir organizasyonda sosyal girişimcilik konuşması yapmıştım. Orada, özellikle AKUT’ un kendi kendine yeten finans modelini anlattığımda çok büyük bir etki ve hayranlık yaratmıştı. 20 ülkede afet acil yönetim kurullarında kurumsal iş sürekliliği konularında derneğimizin amacına uygun çeşitli eğitimler vererek elde ettiğimiz gelirlerle yaptığımız yardım operasyonlarını finanse ettik. Hükümet, bize hiçbir yardımda bulunmadığı gibi her türlü faaliyetimizi engellemeye çalıştı. Bütün STK’ ların en büyük sıkıntısı gelir. Bağışa bağımlı olmak zor bir denklem. Çünkü bağış bazen gelir, bazen gelmez, bazen istediğiniz gibi gelmez. Ama sürekli hayat içinde hareket halinde olmak gerekir. Arama kurtarma gibi dünyanın en zor işlerinden birini seçmişsiniz gönüllü olarak, e bu beklemez ki…telefon geldiği anda gönüllü olan herkes büyük emek verse de lojistik, araç, vs. her şeyin hazır olması, sistemin düzgün işlemesi lazım ki operasyon başlasın. Gelir olması gerekiyor. Kolombiya Üniversitesinde bunu anlatmıştım.  Harvard Üniversitesinde dağcılık anlattım, Colorado Üniversitesinde dağ arama kurtarma ile ilgili bir konuşma yapmıştım. Burada AKUT ile ilgili yarattığımız değer,  ki bunun içinde vakıf, spor kulübü, dernek, çocuk akademisi, enstitüsü, üniversite toplulukları, yayınevi var, holding gibi çalışan bir yapıydı, dernek ayrılınca garip bir süreç oldu maalesef.

Sivil toplum kavramını dinciler daha hızlı kavrayıp sonuna kadar da kullandılar

S:A :  AKUT’ un dışında pek çok dernek, vakıf var. Burada amaç topluma fayda sağlamak tabii ama bu durum sizce ülkemizde olması gerektiği gibi mi?

N.M:  Ülkemizde 1999 yılından önce bugünkü anlamıyla bir sivil toplum yoktu. Bugünkü anlamını 17Ağustos depreminden sonra kazandı. AKUT’ un bu depremde yaptığı çalışmalardan sonra hız kazandı. Tabii ki bundan önce de sivil toplum kuruluşları vardı, tabii ki tema bundan önceydi, tabii ki AKUT da 1999 dan önce kuruldu. Fakat 17 Ağustos depreminden sonra kamuoyunda, toplumda, STK diye bir şey varmış bilinci gelişti.


 

Sonrasında şöyle bir talihsizlik oldu…O dönemde Bill Clinton, Türkiye’ye geldiğinde Mecliste bir konuşma yaptı hatırlarsanız. Üçüncü bin yılın nasıl şekilleneceğini anlatırken, altı STK lideriyle görüştü, bunlardan biri de bendim. Sebep, 21 yüzyılın sivil toplum kuruluşlarının yüzyılı olacağını söylemesi ve sivil toplum kuruluşlarının önünü açın mesajı vermekti. Sosyal gönüllülüğün, sivil toplumun önü nasıl açıldıysa artık, dinci gruplar her tarafa vakıflar, dernekler kurup her yerden para topladılar. Öncesinde ben AKUT derneğinin başkanıyken, 120bin dernek ve vakıf içerisinde sadece yedi dernek ve vakfın Bakanlar Kurulundan izin almadan para toplama yetkisi vardı. AKUT da bunlardan biriydi ve bu çok özel bir statü. Fakat sonrasında pekçok yandaş dernek ve vakıf inanılmaz paralar topladılar. İşte İBB de, Ekrem İmamoğlu geldiğinde ortaya çıkardığı bağış paralarını gördük. Sivil toplum kavramını dinciler daha hızlı kavrayıp sonuna kadar da kullandılar.

S:A: Eşinizle, bir motosiklet seyahatiyle gittiğiniz Himalayalar’ da evlenmişsiniz. Onun sizin bu çalışmalarınıza yaklaşımı nasıl oldu? İki çocuğunuz var. Onlar da eminin babalarıyla gurur duyuyorlardır, dağcılığa bir merakları var mı?

N:M: Mine de AKUT da çok aktiftir. Çok becerikli ve çalışkandır. Çok iyi uyum sağladık. Benim bütün seminerlerimi,  konuşmalarımı hepsini Mine organize ediyor. Çocukların tabii yaşları henüz küçük. Dağcılığa merakları olup olmadıklarını onlar büyüdükçe göreceğiz.

S.A: Pek çok motivasyon konuşmaları yapıyorsunuz. Peki, kendinizle ilgili eksik veya yetersiz hissettiğiniz, hala çaba gösterdiğiniz, daha iyi olabilirim dediğiniz konular var mı?

N.M: Biraz yazı yazma motivasyonumu kaybettim, bundan dolayı çok mutsuzum.  Çok zevk alarak yazı yazardım, hiç sıkılmazdım. Maalesef Türkiye’ nin hali benim yazı yazma isteğimi azalttı. Sözcü gazetesinde yazıyordum. E yaz yaz aynı konular, kendim aynı şeyleri tekrar edip durmaktan sıkıldım. O yüzden bıraktım orada yazmayı. Birkaç kitap var var yazmam gereken, onları yazmak istiyorum. Umarım o motivasyonu bulup yazarım tekrar önümüzdeki yıllarda

S.A: Aktif siyasete atılmayı düşünüyor musunuz?

N.M: Düşünmez miyim tabii düşünüyorum ama Türkiye’ nin siyaseti de çok garip bir noktada. Hepimizin gördüğü bir fotoğraf var ama muhalefet hala bir garip, bir araya gelemiyor. Şu zamanda bir araya gelemezsek bir daha ne zaman olacak? Bu son şansımız. Burada iki taraf var, ya laik kesim, ya şeriatçı kesim. Şeriatçı kesim kazanırsa ne olacağı belli. Bu riske girmeye gerek var mı? Sadece altılı masa ile de olmaz. CHP’ nin oy oranı belli ama yüzde bir oyu olan partiye ne ihtiyacı var? Türklüğü anayasadan kaldıralım diyen bir partiye CHP’ nin ne ihtiyacı var? Türkiye’nin altılı masaya değil, parlamenter demokrasiyi isteyen bütün partilerin ama, fakat demeden bir araya gelmesi veo kişiyi şartlara bağlayarak alınan yetkinin tek kişide olmamasının garantisini alması gerekiyor.

Cumhuriyet tarihinin en yıkıcı, en kırıcı seçimini yaşayacağız belki de

S.A: Peki, iktidar dışındaki bütün muhalefet partilerini düşündüğünüzde, hepsinin bir araya gelip tek bir aday çıkarması mümkün mü sizce?

N.M:  Bence başka hiçbir çaresi yok. Çünkü altılı masa Kemal Kılıçdaroğlu’ nu aday gösterecek, bunun için kuruldu zaten altılı masa. E böyle olunca, başka partiler başka adaylar gösterecek. Böyle olunca seçim ikinci tura kalacak. Cumhuriyet tarihinin en yıkıcı, en kırıcı seçimini yaşayacağız belki de…neden iki kez seçim stresini yaşayalım. Saflar sıkılaşacak, ortada HDP kalacak. Neden böylesine bir seçimin sonucunu HDP’ nin eline bırakıp, onu kilit pozisyonuna getirelim. HDP’ ninparlamenter sistemi istediğini düşünmüyorum. Ne istediği belli, özerklik istiyor. Özerkliği isterken de Güneydoğu sadece benim olsun ama Türkiye hepimizin olsun diyor. Bu yaklaşıma karşıyım. Bu partiyi bu kadar yükseltmeye ne gerek var ki?

Altılı masa dışında da çeşitli ittifaklar oluştu. Parlamenter demokrasiyi geri isteyen bütün partilerin, bütün ittifakların birleşip cephe oluşturarak bir araya gelip tek bir aday çıkarması gerektiğini düşünüyorum.

S.A: Teorideki bu düşünceniz gerçekleşir mi sizce?

N.M: Bütün partilerin bir araya gelmesindeki engelin Kemal Kılıçdaroğlu’ nun aday olmak istemesi olduğunu düşünüyorum. Laik bir cephe oluşturarak tek bir aday da uzlaşılırsa bu gerçekleşebilir. Bu aday üzerinde uzlaştıktan sonra parlamenter sisteme geri dönerek, sonrasında bütün partiler yapılacak bir seçimde bütün kozlarını paylaşabilirler. İsteyen özerklik istiyorum desin, isteyen Türk’lüğü anayasadan çıkaracağım desin ama o noktaya gelmek için önce parlamenter, laik, demokratik, sosyal hukuk devletini isteyen bütün partilerin bir araya gelmesi gerekiyor. Adayın kim olacağı da çok önemli tabii, tek bir imzayla Atatürkçü birisi de kendi başına yanlış kararlar alabilir. Kim olursa olsun tek bir kişiye bu kadar yüksek yetkilerin verilmesi doğru değil zaten.

 

S:A: Hem dünya, hem ülkemiz kaynıyor. Bu ortamda çok sayıda gencimiz var. Çok büyük bir çoğunluğu karamsarlık ve umutsuzluk içinde. Gençlerimize ne söylemek istersiniz? Zamanlarını en çok ne için harcamalarını önerirsiniz?

N.M :Evet, maalesef çok haklı bir kaygı ve karamsarlık içerisindeler pek çoğumuz gibi. Ama bu sağlıklı ve yerinde bir kaygı ve karamsarlık. İlaç verip sakinleştirecek halimiz yok elbette. Yaşadıkları bütün endişeler olması gereken, yerinde bir endişe. Dolayısıyla bu endişeyle nasıl baş edeceklerine bakmaları gerekiyor. Haklarını arayacaklar, örgütlenecekler, mücadele edecekler. Yaş ortalaması 33 olan bir ülkede yaşlı politikacı istemiyoruz demeleri gerekiyor. Genel kültürlerini geliştirsinler, kitap okusunlar, belgesel izlesinler, iyi seviyede yabancı dil mutlaka öğrensinler, siyaseti takip etsinler. Ben ve benim kuşağım siyaseti yeterince takip etmedik ve geldiğimiz durum ortada. Atatürk’ ü çok iyi öğrensinler. Çünkü başka bir lidere ihtiyacımız yok, olması, yapılması gereken her şeyi söylemiş zaten Atatürk. Aynı şeyleri söyleyecek değil, söylediklerini uygulayacak birine ihtiyacımız var.

S.A:  Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar