Tuğçe Özcan

Tuğçe Özcan


Yazı yazma fabrikası

Yazı yazma fabrikası

“Editörler, yazarlar ve hayatını kalem tutarak kazananların iç dünyası”

Bana göre yazar, anlatacak çok şeyi olan değil onu en ilgi çekici şekilde anlatan kişiye deniyor. Öyle ya, bir olayı anlatmanın ya da bir durumu tasvir etmenin bin bir türlü farklı yolu var. Fakat biz yazarların her zaman hiç açılmamış bir pencereyi açması, hiç takılmamış bir gözlüğü takması gerekiyor olayları bambaşka bir şekilde ele alabilmesi için.

Bu durum yazı yazanlar için bir beslenme ihtiyacı doğuruyor. Kast ettiğim su ve ekmek gibi bir besin değil elbette. Her yazı yazanın beslenme şekli farklı. Kimi hayallerden, kimi hayal kırıklıklarından, kimi mutlu anlarından, kimi bambaşka bir şeyden besleniyor yazabilmek için. Bu beslendiği şey tükendiği zaman da “yazar tıkanması” dediğimiz durum başlıyor. El kaleme gidiyor da, kelimeler akamıyor bir türlü kalemin ucundan. Günümüzün uyarlamasıyla da el bilgisayarı açıyor ama, parmaklar tıkır tıkır gezemiyor klavye tuşlarında.

Çok haklı bir duraksama bu aslında. Çünkü arabanız benzin olmadan çalışıyor mu? Ocak prize takılmadığında yemeği pişiriyor mu? Yemek yemeyen çocuk büyüyebiliyor mu? Beslenemeyen yazar da haliyle bir yerden sonra ya monotonlaşıyor, ya da hiç yazamaz duruma geliyor.

Peki ben yazmak için neyle besleniyorum biliyor musunuz?

Yaşamaktan…

Sokağa çıkmaktan, araba kullanmaktan, koşup yorulmaktan, evimde bitkilerimi sulayıp kahve içmekten, film izlerken dalıp gitmekten, hoşsohbet bir dostla kahve içmekten, gündemi okumaktan, sanattan, tarihten, edebiyattan, mutfağımda yemek yapmaktan…

En çok Ayasofya’dan…

Yeni ülkeler keşfetmenin hayalini kurmaktan, kendi şehrimde turist olmaktan, Beşiktaş’taki Yahya Efendi Dergahı’ndan, Galata’da Cenevizliler’den kalma sur duvarından, Kapalı Çarşı’dan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nin rıhtımından…

İyi yaşamaya ve güzelliğe dair öğreneceğim yepyeni konulardan. Gül kokusundan, şarabın buruk tadından, bir ressam edasıyla makyaj yapmaktan…

Eski bir filmi yepyeni bir benlikle defalarca izlemekten, uçmaktan, bir uçağın penceresinden bulutların havada süzülüşünü izlemekten. Valiz hazırlamaktan ya da valiz boşaltmaktan. Her eve dönüşte iliklerime kadar işleyen “huzur ve aidiyet” duygusunu yaşamaktan.

Sabahları gözünü bir amaç için açmaktan...

Çaydanlığı ocağa koymaktan, ekmekleri kızartmaktan. Kafka Okur dergisinin yeni sayısını mahalledeki gazete bayisinden almaktan. En sevdiğim ressam olan Boticelli’nin Birth of Venüs tablosundan.

Hatta bazen yorulmaktan…

Topuklu ayakkabılarım ayağımı vururken bile metroya yetişmek için koşmaktan, oğlumu gün sonunda okuldan almaktan. Köprüden karşı yakaya geçerken işi gücü bırakıp denize bakmaktan.

Bağdat Caddesini bir uçtan diğer uca kadar Ajda dinleyerek yürümekten.

Şanslı bir hafta sonunda ya da bir tatildeysem de deniz kokusunu uzun uzun ciğerlere çekmekten.

Suyun serinliğini ve denizin tuzunu hissetmekten. Kumsalda çıplak ayakla yürümekten.

Benim yazmak için beslendiğim milyonlarca şeyin altında, hep hayata ve yaşamaya olan bağlılığım yatıyor. Seviyorum ya bu hayatı.

Evet, maalesef seviyorum.

Bütün felaket tellallarına rağmen seviyorum. Kötü bir şeylerin olacağını bilsem de seviyorum. Değiştirmeye çalışıyorum, ama bu haline de razı oluyorum…

Tasavvuf ehilleri Rıdvan isminin anlamını “Razı olanların en yüce mertebesi” olarak yorumlar. Rıdvan aynı zamanda cennetin kapıcısıdır. Bu dünyada cenneti yaşayamadan, öteki dünyada cenneti aramayın derler. Bu yüzden değiştirebilecekleriniz için durmadan çalışmak, değiştiremeyecekleriniz için de şükürde olmak insanın ruh halini hep pozitifte tutar.

Rune Sembolleri ve Reiki’den sonra son dönemde Tasavvuf da yazmak için beslendiğim alanlardan biri oldu.

Tüm yazarlar, kelimelerini dökmek için böyle bir beslenme sistemine ihtiyaç duyarlar. Besini alır, iç dünyasında sentezler ve onu bambaşka bir formata dönüştürerek ortaya bir eser ya da bir metin koyar.

Yoksa hiçbirimiz yazı yazmak fabrikası değiliz ki :)

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar