Emel Seçen

Emel Seçen


Uçurtmayı vurmasınlar!..

Uçurtmayı vurmasınlar!..

En sevdiğim yönetmenlerden birisidir, rahmetli Tunç Başaran.  “Uçurtmayı vurmasınlar” filmi, güçlü oyuncu kadrosu ile hiç oralı olmayanı bile etkilemiştir.

Hele avluda Barış’ın bir “İnci”, deyişi vardır, Nur Sürer’ e. Yılların usta oyuncusu kimimiz için hep İnci’dir artık.

Çekimleri, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde yapılan ve Türkiye’yi o yıllarda Yabancı Film Dalında aday adayı olarak temsil eden filmin öyküsü, Feride Çiçekoğlu’a aitti. Şimdilerde aday filmlerimiz bile taklit, o kadar özden uzaklaştık. Feride Çiçekoğlu, 12 Eylül darbesinde dört yıl cezaevinde kalmış, o yıllarda hapishanede tanıdığı bir çocuğu anlattığı ikinci kitabıydı, Uçurtmayı Vurmasınlar. Çok beğenilmesi, yeni kitaplar yazmasına vesile oldu. 1990’da senaryosunu yazdığı, Reise der Hoffnung / Umuda Yolculuk, En İyi Film dalında Oscar ödülüne layık görüldü. 1980-90 yıllarını kapsayan ve tamamı on bir öyküden oluşan “Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” ile 1992 yılında Lebon Kültür Merkezi Edebiyat ödülünü kazandı.

KADER MAHKUMLARI İLE MEKTUP VE ŞİİR

Yıl, seksenlerin başları okulda edebiyatı çok seven, İl ve İlçe bazında birinciliklere layık görülen şiirler, kompozisyonlar yazan bir öğrenciyim. Okula yeni atanmış müdür muavini, bir gün okulumuzu tiyatro da Anton Çehov’un, Sevgili Doktor, adlı oyunla temsil ettiğimiz prova sırasında yanına çağırtıp, hayatımda ilk defa kendimi müdüriyette bulmuştum. Bir suçlu gibi hissettim. Yüzüme bile bakmadan sanki ayıpmış, hatta bir suçmuş gibi şu sözleri sarf etti: 
Şiirin birinci olmuş. ATATÜRK Kültür Merkezi (AKM) de ödül töreni var, bugün!..

Sevinmem, tahmin edersiniz ki kursağımda kalmıştı.  O an takdir edilmeyi bekleyen, edebiyat ile yanıp tutuşan bir genç kızı hayal edin. Gayet soğukkanlılıkla sadece, “kimse gelmeyecek mi benle?”, diye sordum. Sert bir şekilde, hayır cevabını aldım. Bu arada hiçbir şekilde yüzüme bakmıyor, başka işlerle meşgul oluyordu. Saat kaçta, diye sordum. Çok iyi hatırlıyorum, törene yarım saat vardı. Sakince odadan çıktım, düşünceler hızlanmıştı kafamda ya gitmeyecek ya gidecektim, koşarak tiyatro salonuna girip, öğretmenimiz dışarıdan gönüllü olarak gelen üniversite öğrencisi, şu anda Türkiye’nin en iyi seslendirme, dublaj sanatçılarından bizim liseden mezun Aydoğan Temel hocamızdan izin aldım. Yüzündeki gülümseyiş ve tebrik ederim, deyip elini sağ omzuma dokunuşu, unutmam!

Ama esas mesele üzerimde hiç param yoktu. Sonbahardı iyi hatırlıyorum, üzerimde yeşil kapüşonlu, içi ekose kumaştan, çoban düğmeli çok sevdiğim kabanım vardı. Kimseden bir şey isteyemez, eve gitsem, vakit yetmeyecekti. O an ne yapacağımı şaşırmıştım. Ellerimi ceplerime soktuğum anda sol cebimin dibine, dikiş ipliklerinin içine sinmiş bir otobüs bileti buldum. Eskiden otobüs biletleri ince kâğıt ve serçe parmağı kadardı. Nasıl, sevindim tahmin edin. Koşarak okulumuzun biraz ilerisinde, Cerrahpaşa Hastanesinin hemen önündeki duraktan Taksim, 35 C otobüsüne bindim. Yüzümde gülümseyiş ve hüzün, birlikte vardı. Normalde bir öğretmen ile gidilecek yere, tek başıma, adeta cezalandırılmıştım. 

AKM, daha önce tiyatro ve konser etkinlikleri için gerek izleyici gerek kapısında kuyruk beklediğim salona, ödül almak için giriyordum. Işıl ışıl tepemde avizeler, salonda bir sürü çeşitli ödüllere layık görülmüş öğrenciler, elbette öğretmenleri ve hatta arkadaşları ile hepsi tezahüratlar ile ödüllerini aldılar. Adım ve lisemin adı okunduğunda, uzaklarda bir yerlerde bir kuşun kanat çırpışı gibi bir ses duydum. Başım eğikken silkeledi beni, yalnız olmadığımı hissettim. Onurlandırıldım, ödül töreni başkaları için oldukça coşku ile bitti, şimdi eve dönecektim ama hiç param yoktu. AKM’ nin yani The Marmara  Etap Oteli’nin tam karşısı, otobüs duraklarının alanıydı ama bana yürümek düştü. 

AKM Taksim’den evime yani Fatih, Kocamustafapaşa’ya yürüyerek döndüm. Elimde ödülüm, anılarım ile ancak Şişhane’yi geçip Unkapanı köprüsünü biraz geçtiğimde ağlamam durmuş, içimi derin bir sızı sarmıştı. İnsanlar bana bakıyordu, formalı bir kız ve ağlıyor, aldırmadım. Canımın acısı, ruhuma nakış nakış işleniyordu. Ama hiç kin beslemediğim gibi bilakis o öğretmeni hatırladım, okul yemeğimize yıllar sonra davet ettim. O işlenen nakışları şu an okurken sıradan gibi gelebilir ama bizler gibi sanat ruhu ile var olmuş, hassas bünyeler için çok büyüktü. Yıllarca yazmaya küstüm, bunun değerli olmadığını düşündüm. Zaman beni Türk Dil Kurumunun, sizi takip ediyoruz ve yazılarınızı değerli buluyoruz, yazısını bile bana bunu yaşatan o öğretmen yüzünden yırttım, attım.

Bir gün, yanılmıyorsam Milliyet Gazetesi içinde yer alan şiirler bölümüne şiir gönderdim.  O zamanlar büyük postane Sirkeci ya da Aksaray’dan posta kutusu (PK) numarası alıp, orayı adres veriyordu pek çok insan. Bana pek gizli kapaklı geldi. Neticede ben, bendim. Ev adresimi verdim. Bir hafta geçmemişti ki sanırım yirmi, yirmi beş mektup geldi. Aylar boyunca sayı arttı. İstisnasız yüzde 99’u hapishaneden, tutuklu mahkûmlardan geliyordu. Çoğu erkekti.

Kimi müebbet yemiş, öncelerde daha az anlatan sonra açılan. Kimi, fütursuz yazan. En çok dışarıyı soruyorlardı, hayatı. Şu semt nasıl diye merak ediyor, git diyemiyor ama yolun düşerse uğrar, bana anlatır mısın, yazıyordu. Kimi, en sevdiği yemeğin tadını unuttuğunu, kimi memleketi.

Hayatımda deneyimlediğim en muazzam olgulardı. O yıllarda bir furya vardı, eskiden apartmanlarda posta kutuları vardı malum genelde mektuplaşılır, bayramlarda kart atılırdı. İşte o posta kutularına, siz gece uyurken bir mektup bırakılıyor, işte içindeki talimatlara uymazsan başına şunlar gelecek, yok dini sakıncaları falan filan. Neyse ki benim önemsediğim o yaşlarda ergen bir genç kız olmama rağmen oldukça olgunlukla karşıladığım gerçeklerdi. İnsanları, görmeden görebiliyordum.

Birkaç ağır ağabey vardı, yazılarından anlaşılıyordu kullandığı kelimelerden. Eskiden solcu ağabeyler dediğin zaman her mahalle köşesinde kimseyi rahatsız etmeden herkesi koruyan gönüllü kişilerdi. Hayrandım onlara, duruşlarına her dem vakur adımlarına. Sol kavramının da içi henüz boşatılmamıştı. Şimdi kendini solcu sananları görseler, yüzlerine tükürürler ve biz, sizi böyle pespayelikler için mi, koruduk ve savunduk derlerdi, eminim.

Ben, ne zaman yazmaya başladım adım az çok duyuldu. Elbette engellendim, hatta yaptığım haberlerde adım bile yanlış basıldı! Yazılarım bekletildi. Emeklerim karşılıksız bırakıldı. O gün bugündür, kim(ler) bunu bana yaşatıyorlarsa, işte o an karşımda o müdür muavini görürüm. Zihniyet aynı. O özel bir okulda öğretmen oldu, diğer gazetecilerde yer kaptı. Ama bizi, sadece gerçekleri her ne pahasına yazmaktan vazgeçmeyen beni bilen zaten takip ediyor. Pandemi boyunca intihar eden müzisyenlerden tutun da sahne alamayan tiyatrocular ve özellikle sinema sektörüne emek verenleri yazdım. 

Ülkesinde film çekip ama kendi topraklarında değer verilmeyen genç kızlarımızın yönetmen oldukları filmlerin nasıl harcandığını. Ve hayat haklı çıkardı çünkü ben hep doğru bildiğimi, gördüğümü ve inandığımı yaptım. Hayatları boyunca sözde sosyal demokrat görünüp yaptıkları sadece twit atmaktan öteye gitmeyen insanlar kendilerini bir yerlere, inandırdıkları saf halkım sayesinde koydurdu ama zaman geldi safralar dökülmeye başladı. Ben iki yıl boyunca aralıksız, gerçekten çok çalışarak, karşılıksız kafamı bu işlerle meşgul etmişken…

MAPUS CAMI VE BİR UÇURTMA GÖRKEMLİ HATIRALAR

Çok sevdiğim bir ablam, yazılarımı sürekli okuyor ve “işte bunlar şimdi Görkemli Hatıralar, Serhan Asker’in programında” diyordu. Yani ya o benden önce çok nadir olmak üzere, hep birebir aynı mevzulara değiniyoruz. Bir dakika dedim, kendi kendime bu önemli. Çünkü yaklaşık iki yıldır, özellikle salgın süresince elimden geldiğince çevremi olumlu şekilde ve en faydalı ne şekilde üretimde, katkıda bulunurum, düşüncesi ile çalıştım. Bana sağlanan imkânlar kadar, hatta zorlayarak. Benim gibi düşünenler elbette önemliydi çünkü gerçekten zor bir süreçten geçiyorduk. Sadece rant peşinde koşanlar ve bir de gerçeklik ortaya koyup, emek verenler. Tam olarak izlemeye başlamam, kendi işlerimden rötarlı oldu. 

BİR KÜLTÜR PROGRAMI MECLİS GÜNDEMİNDE

TBMM içinde bağırış, çağırış, küfür değil! Haksızlık ve yolsuzluk değil!
Kültür ve Sanat, talebi konuşuluyor ve de üstelik mahkûmlar için. Bu çok önemli bir olgu! Geleceğimiz için kıymetli.

Halk TV’nin artık her hafta sonu vazgeçilmezim olan Görkemli Hatıralar programı, TBMM gündemine taşındı. CHP İzmir 2.bölge Milletvekili Av. Sevda Erdan Kılıç geçen günkü konuşmasında kader mahkûmlarının seslenişi talebi duyuruldu:
“Cezaevlerinde izlenen TV kanalları konusunda sıkıntılar, kargaşa var. Aynı kampüste, farklı farklı cezaevlerinde farklı kanallar var ama tek ortak nokta ise Ziraat Bankasının finanse ettiği Demirören’in yandaş medya kanalları var ve bunlar izletilirken; HALKTV, TELE1 yok. Yazıyor mahkûmlar, talep ediyorlar; Halk TV ve Tele1 izlemek istiyoruz! Bir koğuşta dediler ki: Tamam, siyaset programlarını da bıraktık! Bu hafta sonları yayınlanan bir program var, Görkemli Hatıralar, diye. İşte biz türkü dinlemek istiyoruz, şiir dinlemek istiyoruz, deyip başvurmuşlar, ona da yanıt yok! 

Bilenler biliyor, bu programı; şiirler okunuyor, türküler söyleniyor. Çok kıymetli sanatçılar yâd ediliyor. Bu bir kültür programı. Ama yok! Varsa yoksa dinletmek istedikleriniz reisten masallar! Bunları artık dinlemek, izlemek istemiyor! Yani Nazım’ın dediği gibi “Sana düşman, bana düşman” geldiğimiz noktada sanata düşman! “ 

Çünkü ister içerdeki ister dışarıdaki kader mahkûmları bu kokuşmuşluktan bıktı ve sanat, edebiyat, değer ve sadece gerçeklik istiyorlar.
Bu ülkenin gerçek namuslu, vatanperver, cesur insanları iş, emek üretiyorlar.
Ve mahkûmlar…

Ben biliyorum, o insanların yazdıklarından, benle paylaşımlarından biliyorum. Sustukları, söylediklerinden çok… Onlar herkesten daha çok okuyor ve dünyayı çok iyi biliyorlar. İnsanları ön yargısız, koşulsuz kabul eden ve gören bir dünyanın özlemi ile var olmaya çalışıyorlar.

Yürekleri özgürlük ateşi ile yananlara bin selam olsun!

Yıllarca kendimde taşıdım herkes gibi acılarımı, ümitlerimi. İlkokul çağımda döne döne dinlediğim “Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” eserini Sabahattin Ali 1933’te yazdı, Kerem Güney besteledi, Edip Akbayram, duyurdu. Ben en çok ondan dinlemeyi sevdim. İçeride hiçbir yakınımız olmamasına rağmen, sadece hissiyat ve duyguydu. Büyüyünce ve öğrenince, büyük usta Sabahattin Ali’yi, kalktım Sinop’a gittim. Gitmeden önce Sinop kalesinin burçlarına çıkıp, o dalgaları dinledim ve anladım. Cezaevi, koğuşu ardından kilit, kilit üstüne kapıyı gördüm.

Dediğim gibi ister içerde ister dışarıda mahkûm. Eğer bu ülkenin insanları en makul, en küçük ihtiyaçlarına bile kolaylıkla ulaşamıyorsa herkes mahkûm! Maalesef böyle.

Genç bir kız iken karşı komşumuz, “Ne kadar çok mektup geliyor” deyip, hepsinin tarafıma bir karşı cins yani sevgili düşüncesi ile geldiğini düşünüyorlardı. Oysa ben o mektupların sahipleri için bir kardeştim, onlar da benim için.
Derinlik, hayata değişik noktadan bakabilmenin püf noktaları belki. Ama içinizde en ufak bir sevgi kırıntısı yoksa bunu yapmanız mümkün değil.

Düşünün darbe olmuş, seksenlerin başları ben cezaevindeki kader mahkûmları ile mektuplaşıyorum. Şiirleri yorumluyor, bana şiirle cevap veriyorlar: Şair öneriyorlar. Ama burası çok önemli, tek bir saygısızlık yok.

Şimdi genç bir kızken onur duyacağım ve hatta geleceğimi çizecek bir hususta beni mahkûm eden zihniyet ile şu anki zihniyet arasında ne fark var? Hepsi aynı, hepsi çıkarları kadar var ve onlar için başkaları hiç yok!

O yüzden, “Görkemli Hatıralar” ve programı hazırlayıp sunan Serhan Asker’i tekrar tekrar yürekten kutluyorum. Tüm ekibi de. İnsana dokunabilmek nedir, tüm medya ve gazeteciyim, diyenler duysunlar.

Belki feyz alırlar ama içleri boş ise başak diktir. Onlar da burunlarından kıl aldırmıyorlar zaten. Dolayısı ile başımız doluluktan eğik, işimize bakalım. 

Mahkûmlara bir insani, doğal hak olarak TV Kanalı açmayıp, çıkar kanalı açanlar için en yakın yerlere de kurulur yine yayın yapılır. Onlar duyarlar ama mesele bu değil. Mesele ülke hiçbir şekilde aydınlanmasın.

Kısa bir yaşam çizgisinde, bir başkasına deva olamıyorsak niye yaşıyoruz ki? Sadece yiyip, içip, gezmek için mi? Keyif için mi? İnsan değiliz ki o zaman!
Tebrikler, Halk TV ve Görkemli Hatıralar!
Bu ülkenin en azından çoğunluğun, gerçekten görkemli ve aydınlık günlere kavuşması temennisi ile…

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar