Lemi Özgen

Lemi Özgen


Türk’ün Türk’ten başka dostu…

Türk’ün Türk’ten başka dostu…

Boğaza girdik ve aynı anda sert bir poyraz da başladı. Arkadan gelen rüzgar yelkenleri şişirirken, birazdan başlayacağı besbelli olan yağmurdan önce etrafı görebilmek için kaptan köşkünün önündeki ayaklığa çıktım. Sol tarafım Trakya, öteki yanım da Hellespontos’tu şimdi ama bu iki yaka arasında görünüm olarak belirgin bir fark yoktu. Trakya’da da Türklerin Çanakkale dedikleri Hellespontos’ta da her taraf defne, harnup, meşe, karaağaç, çınar, kestane, incir ve ahlat ağaçlarıyla doluydu. Ağaçların arasında da göz yaylımı bodur çalılıklar uzanıyordu.

Benim emektar Saint-Albas’ı limana yanaştırdık. Bir zamanlar anlı şanlı Napoli Prensi Kupası’nı kazanmış olan, beni Akdeniz’in bir ucundan bir ucuna gezdirip duran, altın sarısı bir akşam yahut mavi mineden bir sabah, demirimin düşmediği sahil bırakmayan yaşlı uskunamı limanda demirledik.

Gemide yiyecek ve içecek hiçbir şey kalmadığı için limana çıkmam lazımdı ve ben korkuyordum. Akdeniz limanlarında nasıl soyulduğum aklıma geldiği için korkuyordum. Benim iki direkli ihtiyar kızla Akdeniz limanlarını dolaşırken karşılaştığım soygunları düşündüğüm için korkuyordum.

Ne zaman kumanyamızı düzmek için bir limana uğrasam, oranın insanları, adeta diri diri derimizi yüzerdi. Hele İtalyanlar, Maltalılar ve özellikle de sanki doğuştan hırsız olan Yunanlılar.

Şimdi ise Türkiye’deydik. Safkan Ortodokslar bizi böyle acımasızca soyarken, Müslüman ve barbar olan Türkler kim bilir bize neler yaparlardı? Ne çare ki açtık. Korkudan titreyerek gemiden indik.

Bizi karşılayan bir Türk askeriyle Rum tercüman aracılığıyla konuştuk. Derdimizi anlattık. Herhangi bir aksilik çıkmaması için ona yirmi üç frank değerinde bir altın para uzattım. Almadı. Temiz ellerini kirletmemek için paraya dokunmadı bile. İnanılmaz bir şeydi bu. Fransa’dan ayrılışımdan beri, ilk defa bir Akdenizli, verdiğim rüşveti reddediyordu.

Asker bize yol gösterdi ve biz de pazaryerine vardık. Çok geçmeden alışverişe başladım ve aynı anda hayretler içinde kaldım. Koyunlar, sebzeler, karpuzlar, üzümler, hepsi inanılmaz, duyulmamış, akıl almaz derece ucuz fiyatlara satılıyordu ve benim için çok şaşırtıcı oldu ama Türk satıcılar üstelik hırsız da değildi. Çalmıyorlardı. Cebelitarık’la İstanbul arasında ilk defa namuslu insanlarla alışveriş ediyordum. En son aldığım şey de bana, ilk aldığım kadar ucuz geldi. Ruhumun içinden, Türk ruhu ve Osmanlı’yı takdis ediyordum. Sonunda, satın aldığım eşyayı, köyün eşekçisinden kiraladığım iki eşeğe yükledim ve Çanakkale Limanı’nın yolunu tuttum. İki eşeğimi, yularından tutmuş, hızla gitmeye çalışırken, birden bir süvari peyda oldu. Köyden, bizim için gönderilmişti. Geri dönmemizi söylüyordu. 

Döndük. Köyde, pazaryerinin ortasında, beş, altı beyaz sakallı adam bizi bekliyordu. Bunlar, Kadı ve köyün ileri gelenleriydi. Kadı’nın arkasında, bir sıra adam suçlu gibi dizilmişti. Hepsi de biraz önce alışveriş ettiğim adamlardı. Hiç şüphesiz bu zavallılar, mallarını benim gibi bir kafir köpeğe sattıkları için cezalandırılacaklardı.

Kadı, eşeklerimdeki yükün hepsini indirtti. Sonra bütün aldıklarımı cins cins ayırtı; her cins ayrı ayrı tartıldı. Sonra bir küçük torba getirildi. Her satıcı kesesini açtı ve kadıya birkaç kuruş ceza ödedi. Kadı, aldığı paraları önündeki torbaya atmadan önce ince ince hesap ediyor, paraları kuruş kuruş sayıyordu. Herkes cezayı ödedikten sonra, torba kapandı ve ağzı büzülerek bağlandı.

Sonra inanılmaz şeyler oldu. Kadı’nın bir işareti üzerine aldığım eşyalar, bir tanesi eksik olmamak üzere tekrar eşeklerime yüklendi ve Kadı  nazik bir el hareketiyle bana izin verdiğini belirterek, kuruşlarla dolu torbayı bana verdi. Evet, bana verdi.

Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Aynı zamanda caminin imamı olan kadı, çeşitli diller bilen muhterem bir zattı. Bildiği kadar Fransızcasıyla bana izahat verdi. Dedi ki, “satıcılar sana sattıklarından yüzde on kar ettiler, oysa yabancıdan kar alınamaz, kitapta ‘yabancıya misafirin gibi muamele edeceksin’ diye yazar”.

İşte ben o gün Türklere aşık oldum…

Kafasında birçok olumsuz yargıyla Türkiye’ye ilk kez geldiğinde, Çanakkale’de bu macerayı yaşadığını ve o günden sonra da “Türklere aşık olduğunu” söyleyen Fransız yazar Claude Farrere, zamanla bu aşkını “Türklere meftunluk” derecesine vardırdı. Kurtuluş Savaşı’nın başladığı günlerde, bu savaşa katılmak istediğini söyledi ve “eğer Fransız olmasaydım, Yunanistan'a karşı, İngiltere'ye karşı, hemen hemen bütün Avrupa'ya karşı Ankaralı dostum Kemal Paşa'nın yanında öyle candan savaşırdım ki” dedi. Türk hayranlığını günden güne artıran Farrare, sonunda iddialarını iyice yükseltip,“Türkiye çökerse, başta Fransa olmak üzere tüm batı uygarlığı da çöker” diye konuştu. 

Asıl adı Charles Bargone Frederic olan Claude Farrere,1876’da Fransa’nın Lyon şehrinde doğdu. Askerî öğrenim gördü ve deniz subayı oldu. Görevli olarak birkaç kez İstanbul’a geldi. 1919’da binbaşıyken istifa edip kendini tümüyle edebiyata verdi. Uygarlaşanlar, Savaş, Ankaralı Dört Bayan, Hürrem Sultan, Siyah Afyon, Son Kapı, Türklerin Manevi Gücü gibi romanlarıyla ünlendi.

Daha sonra çeşitli tarihlerde Türkiye’ye defalarca gelen ve 1910 yılında kendisine Osmanlı Devleti tarafından Mecidiye Nişanı verilen Farrere, 1950 yılına kadar Türkiye’ye tam on iki kez geldi. Kısa ve uzun süreli olarak İstanbul’da yaşadı. Ankara, Bursa, Kocaeli, Çanakkale ve Trabzon’a gitti ve her fırsatta “Türkleri ne kadar çok sevdiğini” anlattı ve yazdı.

1922 yılında İzmit’e geldi ve o sıralarda batı cephesi ordularını örgütlemekte olan Mustafa Kemal’le görüştü. 19 Haziran 1922 tarihinde kendisine bir çay ziyafeti veren Mustafa Kemal’e “dostum Kemal” diye hitap eden Farrere, Avrupa’ya döndükten sonra Mustafa Kemal’i  “inanılmaz bir kendine hakimiyet, hiçbir şeyin kıramadığı bir irade, en sabırlı, en sabit dikkat ve düşünme gücü; işte bu son derece hareketsiz yüzün ortaya koydukları” diye anlattı. Gazetedeki bir makalesinde ise Mustafa Kemal için, “O, yüce bir dağa benzer, eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler, bu dağın azametini kavrayabilmek için, O'na çok uzaklardan bakmak gerekir” diye yazdı.

Nedir, daha sonraları Farrere’in bu olağanüstü Türk sevgisinin altında başka nedenler bulunduğu yolunda iddialar da ortaya atıldı. Bu iddialara göre, Farrere’in Haziran 1922’deki Türkiye seyahatinin bir de gizli amacı vardı. Farrere’i Mustafa Kemal ile görüşmeye yollayan, o sıralarda Fransız işgal kuvvetlerinde en yüksek dereceli komutan olan İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle’di.

General Pelle, Farrere’in Mustafa Kemal’in kurmayı düşündüğü siyasi rejim üzerine bilgi almasını ve Lozan Konferansı’nda İttifak Devletleri’nin teklif edeceği Anadolu’ya bir araştırma komisyonu gönderme fikrini kabul edip etmeyeceğini öğrenmesini istemişti.

Farrere’nin İzmit buluşmasında Mustafa Kemal’e bu soruları sorup sormadığı asla bilinemedi elbette. Yalnız, görüşmeden sonra yaptığı konuşmada Mustafa Kemal’in bir ara, “dostumuzun İstanbul’da geçirdiği beş on gün zarfında, elde ettiği izlenimleri bilmem, fakat İstanbul’da henüz düşmanların süngüleri ve tehditleri altında yaşayan o zavallı, o kötü talihli vatandaşlarımızın kalplerindeki acılara elbette temas etmiştir” diye konuşmasının, Farrere aracılığıyla kendisine yöneltilen General Pelle sorularına bir çeşit cevap olduğu da öne sürüldü.

Claude Farrere,  21 Haziran 1957’de öldü ve bu soruların yanıtları da alınamadı.

Günün birinde Eminönü Belediye binasının oradan başlayıp, arkalardan Çemberlitaş’a doğru kıvrılan bir caddeden geçerseniz eğer, bu soruları siz de düşünün. Belki bir cevap fısıltısı çalınır kulağınıza.

O caddenin adı ‘Klodfarer’ caddesidir çünkü ve bu isim, ‘Türk dostu’ Claude Farrere’nin anısına verilmiştir…

telif

Makale Yorumları

  • Kemal Sakarya28-01-2023 18:14

    Sevgili Lemi, Ellerin, kalemin dert görmesin. Devam.

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar