Lemi Özgen

Lemi Özgen


“Tuhaf bir kadın”

“Tuhaf bir kadın”

“Türk edebiyatının ayrıksı sesi”  Leyla Erbil, 1931’de İstanbul’da doğdu. Orta halli bir ailenin üç kızından ortancasıydı. İlk, orta ve liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin İngiliz Edebiyatı bölümünde okudu. Edebiyat gibi uçsuz bucaksız bir alanda hemen her şeyin kuru bir neden-sonuç ilişkisine bağlandığı, yazarların ve içinde bulundukları toplumun insan yönünün neredeyse hiç göz önüne alınmadığı biçimsel derslere son sınıfa kadar tahammül etti. Son sınıfta bıraktı.

İnsanların içine girdi. Onların ne düşündüğünü, düşüncelerini ne şekilde ifade ettiklerini anlamaya uğraştı. İnsanların nasıl konuştuklarına baktı. Sokakta ve edebiyatta konuşulan dilin, olan biteni anlatmakta yeterli olup olmadığı konusunda kafa patlattı. Sonunda kararını verdi. “İnsanı anlatmakta artık yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştirecekti”.

Değiştirmeye başladı. 1956’da yayınlanan ilk hikayesi ‘Uğraşsız’da, bu değiştirme çabalarının ilk kardelenleri uç verdi. Sadece dilde değil, her türlü edebi kalıpta, siyasi düşüncede nasıl değişik ve değiştirici biri olduğunu ortaya koydu. Gün geldi klasik “solcuları” eleştirdi. Gün geldi, klasik edebiyatçıları yerden yere vurdu. Dinin, ailenin, okulun ve toplumun kendi çıkarlarına uygun olarak ürettiği yasaklarla, tabularla dolu sözüm ona ideolojilere kendi başına bir savaş açtı.

En çok da dille uğraştı. Giderek güdükleşen sözcük ‘hazinesinin’ kofluğunu ortaya koydu. Söz dizimi kurallarını alt üst edip, yazının başka kurallarla da yazılabileceğini kanıtladı. Marks’ı ve Freud’u adeta yeniden yorumladı. 

Dille, anlatım biçimleriyle boğuşurken, yaşamdan da hiç kopmadı. İnsanlarla birlikteydi hep. Türkiye Sanatçılar Birliği ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucularından biri oldu. Türkiye İşçi Partisi’ne girdi. Partinin Sanat ve Kültür Bürosu’nda görev yaptı.

Alışılmış, doğruluğu hiç sorgulanmadan öylece kabul edilmiş her şeye meydan okudu. Ezberler bozdu. Dil yapılarına, her köşe başına kurulup çöreklenmiş ‘güya’ değerlere, hayatın her alanında bir mantar gibi bitiveren sözüm ona güvenlikli binalara meydan okudu. Edebiyatın gitgide ticarileşmesine içerledi. Kitapların, karanfilli diş macunlarıyla yan yana satılır olmasına hiddetlendi. Onlara saldırdı. Onlara üç noktalı virgüllerle, iki nokta üst üsteli soru işaretleriyle, virgüllü ünlemlerle saldırdı. Sırça köşkleri un ufak etti. Yel değirmenlerinin kanatlarını ve çarklarını kırıverdi.

Bütün bu savaşında bir tek silahı vardı, dil.Leyla Erbil, ‘dünyanın en despot, en buyurgan erkek egemen toplumunda’ yaşadığını biliyordu ve böyle bir toplumla savaşmak için kullanacağı en iyi silahın dil olduğunun da çoktan farkındaydı.

O silahı kullandı. Kara edebiyatı, yeraltı edebiyatını, gerçeküstücülüğü, nihilizmi sonuna kadar kullandı. Leyla Erbil nasıl bir amansız mücadeleye giriştiğini de biliyordu. O nedenle uzlaşma, serinkanlılık, hoşgörü gibi kavramları fırlattı attı. Öfkeyi, kışkırtmayı ve sivriliği koydu ortaya. Gerildi ve aynı ölçüde gerdi. Yaralıydı ve o da bir o kadar yaraladı.

Baktı ki, cinsellik de ‘erkeklerin’ tekelinde, bu kez cinselliği de kullandı. ‘Cinsellik öyle yazılmaz, böyle yazılır’ der gibi yazdı. Her zamanki gibi, meydan okuyarak yazdı. Tuhaf Bir Kadın, Karanlığın Günü,  Mektup Aşkları ve Cüce adlı eserlerinde okuyanı allak bullak eden bir cinsellik yazdı.

Mektup Aşkları kitabında üç kız çocuğunun ‘birbirlerine ayna tutarak oralarının nasıl olduğuna baktıklarını’ yazdı. Karanlığın Günü’nde çocukların ‘donlarını çıkarıp ötekininkine bakmasını’ yazdı. Ensesti de yazdı, küçük çocuklara ‘önlerini göstererek doyuma ulaşmak isteyen morukları’ da yazdı.

Ölmek ve daha acısı terk edilmek korkusu içinde olan bir yaşlı kadının ağzından, ‘siz sevişin burada, sevişin sevişin beni terk etmeyin de daha gencim ölmem, küçükken seyrettim sizi anahtar deliğinden aylarca baktım, oğlum daha dörtlerindeydi, gene de anlıyordu, kızım çoktan uyanmıştı, delikten yüzü görünüyordu kızımın, ağzı çarpılıyor, gözleri kayıyordu, maşayı ateşe soktum, içeri daldım, bir daha yapmadı ama ikisini de yaralamışımdır, onlar yaralıdır, sevişemezler, sen neden sevişemiyorsun, onlar neden, biz neden sevişemiyoruz?” diye yazdı ve dudak uçuklattı.

Hallaç, Gecede, Eski Sevgili, Tuhaf Bir Kadın, Karanlığın Günü, Mektup Aşkları, Cüce, Üç Başlı Ejderha, Düşler Öyküler ve Zihin Kuşları gibi eserlerin sahibi olan Leyla Erbil, ‘düzgün, efendi, aklı başında’ romanların ötesine geçmek üzere yazmaya başlamıştı. ‘Erkek egemen dilin insanı hep yanlış, eksik anlattığını’ düşünmüştü. Ona göre, ‘özellikle cinsellik alanında kadını dışlayan yalanlar, tabular’ sanki onu bekliyordu.

O da bu tabuları yıkmak için işe girişti ve yıktı. Hesapsız, plansız ve alabildiğine korkusuz bir yazardı. Yazdıklarının kimilerini incitebileceğini, kırabileceğini, düşmanlar kazanacağını çok iyi biliyordu. Hiç umursamadı. Okuyucudan bile çekinmedi. Göğsünü gere gere, “yazarken asla okuyucuyu düşünmedim, kendi dilimi yaratmaktan başka, okuru eğlendirmeyi, kaç satacağını, beğenilip beğenilmeyeceğini, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı filan hiç düşünmedim” dedi.

Leyla Erbil’i anlamaya yanaşmayanlar ya da onu anlama yeteneğinden yoksun olanlar, Erbil için ‘tuhaf biri işte’ deyip, işin içinden çıkmayı denediler.

Bir bakıma doğruydu bu. Oturup yazarlığının keyfini çıkaracağı yerde insanları ve insanlığı  sorguladığı için, düşlerini anlattığı için Leyla Erbil gerçekten de “tuhaf bir kadın”dı.

İyi ki tuhaftı…

telif

Makale Yorumları

  • Ferruh Yavuz12-04-2022 17:48

    Lemi Özgen, Leyla Erbil’i, atılan yaftayı yazının başlığına koyduğu makalesinde edebiyatımıza bıraktığı izi anlatır. Eserleriyle döneminin ötesine geçmiş yazardır. Tıpkı arkadaşı Tezer Özlü gibi. Yazar geride bıraktığı eserleri arasında, ”Tezer Özlü ile iki konuda birbirimize söz vermiştik. İlki evlilik kurumunu, kocaları, daha çok eşlerimizi anlatacak birer roman yazmaktı. Ben bu sözü Mektup Aşkları'yla yerine getirmeye çalıştım.” dediği üzere, aslında kendisinin içinde yer almadığı ancak gelen mektupların izlerinin bulunduğu “Mektup Aşkları” romanı yanında, Tezer Özlü ve Ahmet Arif’in kendisine yazdıkları mektuplarını, onlar hayata veda ettikten sonra varislerinin izniyle yayınlamıştır.Tezer Özlü’nün mektuplarını yayınlandığı kitabın önsözüne; Yazık ki Tezer, kendininkini yazmaya fırsat bulamadan, benimkini de göremeden hayata veda etti.” der. Tezer Özlü, 21 Haziran 1982’de Berlin’den gönderdiği mektubunda; “Pavese(Cesare Pavese)'nin günlüğünü yeniden okudum. Ardından Lajolo diye bir İtalyan'ın Pavese üzerine bir kitabı. İçinde Pavese'nin şiirleri, mektupları falan da var. Pavese benim için prosa-şiirin karışımı, çağdaş yazarların en büyüğü. Her olguyu öylesine derin bir ruhsal acıyla örmüş ki... Bir ara "yatağımda bir kadın olabilseydi, bunları yapmazdım", diyor Bu 2 bin sayfalık lektür, biri politik, biri estetik açıdan neler yapmam gerektiğini bana iyice öğretiyor.” dediğini öğreniyoruz. Ve bu mektuplarda daha niceleri var. (Meraklısı için: Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar, YKY,İstanbul, 1995, 33 s., alıntı 14. sayfadan)Ve, Ahmet Arif, Leyla Erbil’le ‘50’li yılların ilk yarısında ortak bir şiir projesi üzerinde çalışmak için bir araya gelirler. Buradan önce aşk, sonra yıllar süren dostluk doğacaktır. Bu mektuplarda bu aşkın ve dostluğun izlerini, ikisini de görürüz.“Bilsinler! / Sana nasıl yandığımı.../ Dağlar, dağlar, hey... / işte kan tutmuş korsanlar, / Haramla beslenmiş, azgın, Düzmece peygamberler ve başbuğları Ve hadım ve çıkarcı yığınlarına karşı işte bir kez daha bu can bendeyken Delin divânenim işte. “ diyerek şiirli atfla başlayan mektubuna şöyle devam eder, şair; “Elinin tersiyle kesip atar mısın ya da merhametli bir erdem, bir yumuşak içgüdüyle sadece susar mısın, bilmek isterim. Bilinmez, Freud Baba bile bilemedi, her kadında bir Kleopatra damarı vardır. Her erkekte de bir Sezar ahmaklığı... Galiba özdeyişçiliğim tuttu gene. Çoğu zaman saçmalarım oysa. Saçmalamak bir zorunluk. Sevmem o kusursuz, o evliya görünüşlü kişileri. İçlerinde cehennemi uçurumlar olduğuna kalıbımı basarım. Sahtedirler mutlak. Aksi halde bir damarları, erkeklik ya da dişilik bezleri körelmiş, işlemez... Şair ettin beni. Buna alınmak olmaz elbet. Ama nerdeyse filozof ya psikanalist yapıcan beni. Dünyayı üstüme güldürmeğe hakkın yok! Ha, yukarıda bir mısrâda “Kan pusu” diye bir imge getiriyorum. Bir eyyamdır buna tutuldum. Galiba kitabıma ad yapıcam, ne dersin? Kitap işi benim oralara gelmeme bakar. Gerisi kolay. Elbet, usta bir şair oluyorum giderek. Bunda da sahte bir tevazu göstermeyi anlamıyorum. Çoğuna önem verdiğim yok, çünkü şiirden anladıklarından güvenli değilim; ama ayıp demesi usta diye adı, kitapları çıkmış sanatçıların hepsi, benden bekliyorlar şiiri. Bunu yazarken inan ki içim ezildi, utandım senden. Övünmek gibi bir şey bu. Aslında senden gayrı hiçbir nen övgüye lâyık değil bu dünyada. Evet, affet beni canım. Ve korkusuz yazmaya bak.” der. ‘Nisan 1956, Diyarbakır’ (Meraklısına, yine: Leylim Leylim, Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar 1954-1959, İş Bankası Yayınları, 1basım, Eylül 2013, s.115, alıntı 7,71 sayfalardan)

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar