Nursun Erel

Nursun Erel


Seyyah oldum, şu alemi gezdim

Seyyah oldum, şu alemi gezdim

Keşke insanın parası olsa, yaşamındaki sorumluluklardan sıyrılabilse, Jules Verne’nin kurguladığı gibi  “İki yıl okul tatiline çıkabilse” diye düşündüğüm çok olmuştur. “İki yıl olmasa da yaşamımın en eğlenceli zamanlarını seyahatlerde geçirdim” desem, bana kim kızabilir?

Bir kere mesleğim gereği o kadar çok seyahat ettim ki, hem dünyanın önemli merkezlerinde işler yapmış oldum, hem o ülkelerde basının işleyişini yakından gözlemleyebildim. Tabii bu iş seyahatlerinin getirisi de o ülkeleri “işten artan zamanlarda” gezmek oldu.

Gezilerimiz paylaşmaya kalksam sayfalar yetmez. Gezip gördüklerimden bir kaç küçük not versem nasıl olur?

-Şam: Kent, 80’li yıllarda herkesin (!) Fransızca bildiği modern binalarla donatılmış bir batı başkenti gibiydi. Sokaklarda bile ikram edilen sert kahve, “kakuleli mırra” egzotik Ortadoğu’dan nasıl gizemli kokular, esintiler getiriyordu. Şam’da, devlet adamlarına sorulması yasaklanan soru, tabu! Abdullah Öcalan’ın ülkedeki misafirliği idi.

-Berlin: Türkiye’de 12 eylül darbesinin ezici baskıları yaşanırken, Berlin Operasında “Eva Peron” müzikalini seyretmek beni nasıl da etkilemişti. “Don’t Cry For Me Argentina” şarkısını dinlerken yıllardır hep hüzün doldu içime…  Almanya henüz “doğu”daki parçasından ayrıydı. Almanlar bizim gurbetçilerin bir türlü uyum sağlayamamasından şikayetçiydi. Yıllar içinde duvar öncesinde ve sonrasında pek çok Alman kentine sayısız gidişlerim oldu, hatta yıkılan “utanç duvarının” bir parçasını ben de alıp sakladım. Berlin’deki Pergamon-Bergama Tapınağını huşu içinde ve içimdeki “niye ülkemizde tutup koruyamadık?” azabıyla izlemiştim. Sonuçta ülke yönetiminin başarısının “şeffaflık” ve “dürüstlük”ten geçtiği sonucuna vardım. Ülkenin iki yarısının buluşup kaynaşması sırasında, irili ufaklı sayısız tesisin “Treuhand” (özelleştirme idaresi) eliyle özelleştirilmesi, 1 yıl gibi sürede, üstelik söylentiden, yolsuzluktan uzak biçimde  tamamlanmış ve enflasyon “1 puan” bile oynamamıştı… 

-Londra: Dönemin liderleri Margaret Thatcher ile Turgut Özal arasındaki görüşmeleri izlemiş, Thatcher’in  Osmanlı Arşivlerindeki elçi mektuplarına dayanan ilginç alıntılarla süslü  konuşmasına hayran olmuştum. Özal’a dönük Kürt protestolarını ise Türkiye’deki baskıcı ortam nedeniyle o günlerde haberleştirmemiştik. Sonraki yıllarda Londra’yı epey gezdim, bir tek, “Virginia Woolf’un yürüyüş güzergahını tekrarlayamadım” diye hayıflanırım.  

-Roma: APO’nun yakalanıp, bir villada gözaltında tutulduğu günlerdi. Villanın sadece dışından görüntü alınabiliyordu. Bu durum bize bu güzel kentte oldukça geniş zaman geçirme olanağı vermişti. Bir canlı yayın sırasında ise kulaklıktan çok değer verdiğim, sevdiğim meslektaşım Yavuz Gökmen’in beklenmedik ölümünü duymuş, kahrolmuştum. Sonraki bir Roma gezimizde Caravaggio’nun resimlerini kafama yazdım ve pek çok şeyi daha…

-Bağdat: Saddam döneminde içine kapanan ülkenin, dünyadan giderek uzaklaşması belli ki  sonunu getirecekti. Oysa bir zamanlar “Doğunun Paris’i” diye anılan kentte, eski görmüş geçirmiş kuşaklarla ne kadar güzel ve derinliği olan sohbetlere girişmiştik. O haşmetli sarayları, altın kabzalı silahları da Saddam’ı kurtaramadı. Batı görsün diye referandum yapıldı, 22 milyon 512 bin 313 oyun “tamamının” Saddam’a verildiği açıklandı, “Kimyasal Ali”nin bu açıklamasını izleyen gazetecilerden biriydim, salonda bir anda kahkahalar duyuldu. ABD, takmıştı bir kare,  “Saddam gitsin” diyordu, “kimyasal silah yalanı” uyduruldu ve o sayfa kapandı.

-Süleymaniye: Kuzey Irak’ın kuzeydeki kentinde ilginç gözlemlerde bulunduk, bizde üniversite kapısının yüzlerine kapandığı Kürt öğrencilere yüksek öğrenim için, büyük olanaklar sağlanmıştı. Bizim yetkililer ise sanki o gençlere Oxford imkanı tanınmış da beğenmemişler gibi, bu durumu sert biçimde eleştiriyordu. Süleymaniye yöresine has egzotik tatlı “min-el-sema”yı (gökten gelen) bugün bile unutamadım, hala damağımda hissediyorum.

-Washington DC: Liderlerin resmî gezilerini izlerken öyle çok olaya tanık olduk ki. Unutamadığım bir olay, Beyaz Saray önünde binlerce çarşaflı-sarıklı müslümanın toplanıp rRefah Partisinin kapatılması davasını protesto edişiydi.  “28 Şubat buraya da mı yansımış?” Diye düşünmüştüm. Sonraki seferlerde Türk Elçilik rezidansında kalışlarımız rüya gibiydı.

-New-York: Görkemli kenti kah yürüyerek, kah havadan helikopterle keşfe çıkmak çok zevkliydi. Ama, televizyon gazeteciliği açısından en çok zorlandığımız kentti. Haberlerimizi seslendirip, montajlayarak (link masrafı fazla olmasın diye!) Türkiye’ye linkle geçtiğimiz için Amerikan TV istasyonlarını kullanıyorduk. Oysa teknik olarak altyapılar birbirinden farklıydı. Bizim çektiğimiz görüntülerin bir de “dubbing” denen sistemle dönüştürülmesi gerekiyordu.Bu çok zaman alıyordu, haberleri ABD saatine göre hazırlayıp, Türkiye saatine göre yayınlara katılmak çabasındayken, bir de bu dubbing denen işlem nedeniyle neredeyse 24 saat çalışıyorduk. Bir önceki yıl İkiz Kuleler’in tepesinde neşeyle anı resimleri çektirirken, bir sonraki yıl, kulelerin yerle bir olduğu “sıfır noktası”nı ziyaret etmek beni çok sarsmıştı.

-Sicilya: Liseden mezun olduğum yıl bir dönem devam ettiğim İtalyan Filolojisinde edindiğim İtalyanca’ya onca yıl sonra yine “zorunluluktan” başvurmuştum, kimsenin doğru dürüst yabancı dil bilmediği havaalanında üstümüzü başımızı “uyuşturucu var mı?” Diye koklayan köpeklerden korkunca dilim açılıvermişti.

-Floransa: Çok zevkli bir tatilin son gününde çantamı çaldırmak o unutulmaz anları belleğimden silip attı. Sadece Aperol kaldı aklımda.

-Barselona: Mucizeler yaratan mimar Gaudi’nin o muhteşem eserlerine yıllarca hayranlık duyup, fotoğraflardan seyretmek yerine, kentteki güzelim binaların içinde dolaşmak, sütunlarına elimle dokunmak mucize gibi bir şeydi. Hele La Sagrada Familia!

-Trablus: Libya’daki geriye gidişi onar yıl arayla gözlemlemiş oldum. Son gittiğimde, bikinisiyle kaldığımız otelin havuzuna girmek gafletinde bulunan (!) genç meslektaşımın peşine takılan onlarca adamın yiyecek gibi bakışları hala aklımda. Üstelik ertesi gün, lider Kaddafi’nin de tribünde yer aldığı Bingazi’deki stadyumda -yeşil devrimin yıldönümü- törenlerini izlerken, grubumuzdaki kadın gazeteciler olarak hepimiz çevredekilerin sarkıntılığına maruz kaldık. “Bu sözde (!) dinci ülkelerde şeriatın çoklu evliliğe bile rıza göstermesine karşın kadın-erkek ilişkileri  neden rayına girememiş?” sorusu yine kafamı kurcaladı. Oysa Kaddafi ile özel röportaja gittiğimizde Sirte Çöllerinde bile durum daha medeni görünüyordu. 

-Peşaver: Afganistan-Pakistan arasındaki sınır kenti, “Ortaçağ”ı anımsatan görüntüler yansıtıyordu. Harap kentten çok, Hayber geçidinde sağanak yağmurda mahsur kalınca, önümüzde kilometrelerce uzanıp giden görkemli ovayı saatlerce izleyebildiğim için şanslıydım.

-Lahor: Pakistan’ın merkezdeki kentleri yerine “taşrasında!” aşırı tutucu atmosferi çok net gözlemlemiş olduk. Sayıları 20’yi bulan dinci partilerin sarıklı-cübbeli sözcüleri, tek tek söz alarak saatler boyu konuşmalar yaptılar. Biz ise bir kamyonun tepesinden çekimleri ve yayınları sürdürmeye çalışıyorduk, alandaki “tek kadın” olarak kitlelerin tuhaf bakışlarıyla karşılaşmak tüylerimi diken diken etmişti. Aklımda “Benazir bunca gericinin arasından nasıl sıyrılabilmiş?” Sorusu yer etti.

Benazir’le duruşmalarını izlerken evinde 

 

-Karaçi: Benazir Butto’nun yargılanmasını izlediğim sırada, mahkemede ve Benazir’in evinde geçirdiğim günler hala aklımda. Butto’nun suikaste kurban gittiği an, bir kaç yıl önce Karaçi Havaalanına ayak bastığı günkü izdihamı düşündüm. Havaya sürekli makineliler ve silahlarla kurşun atılıyordu o gün bir taşkınlık olsa belki biz de “kutlamaya!” Kurban gidebilirdik.

-Larnaka: Klerides’le röportaj için gittiğimizde ambargolar nedeniyle öyle dolambaçlı bir yol kullandık ki, başımıza gelmeyen kalmadı… Hamamböceği Sendromu adıyla bunu ve diğer yol hikayelerini kitaba bile dönüştürdüm… Ne yazık ki Kıbrıs’ta o günden bugüne değişen bir şey yok!

-Tahran: Bir kentte trafik keşmekeşi bu kadar mı bezdirir? Hele o tepeden tırnağa tesettüre bürünmüş şekilde çekimler ve yayınlar için koşturmacamız? Dönüşte Bülent Arınç’ın “çok da yakışmıştı” deyişi… Tesettürle alıp veremediğim birşey olmadığını herkes bilir ama “zorla dayatma”ya itirazım var. O günlerde gazeteciler cemiyetlerinin Tahran’a “kadın muhabir” gönderilmemesi çağrısında bulunmasını bile istemiştim!

-Singapur: Yaşamımda gördüğüm en disiplinli devlet yönetimi ve halktı. Bir gidişimizde  milli günde caddelerden tankların geçişine tanık olmuştuk da aklım 28 Şubat’a gitmişti. Yolda kucağında bebek varmış gibi şefkatle bir timsah yavrusunu taşıyan adamın fantastik gülümsemesi ise hala aklımda.

-Rio De Janeiro: O güzelim kentin, muhteşem Şeker Tepeleri, ünlü plajları, keyifle içtiğimiz “kaçaçaları” aklımda ve damağımda öylesine  yer etti ki keşke tekrar Copacabana’da bir kez daha okyanusa ayak değdirebilsem…

-Tokyo: Pek çok anı biriktirdiğim o güzelim kentin sokaklarında süslü, minyon Japon kadınları yanında kendimi “dev gibi” hissetmiş, “keşke ben de onlar kadar ufak olsaydım” diye hayıflanmıştım. Ah o Japon mutfağı, o teppenyakiler, tempuralar!

-Bakü: Etiğiz (etiniz) sümüklü (kemikli) mü sümüksüz (kemiksiz) mü olsun? Diye soran garson, “siz subaysız? (Bekar mısınız?)  diye merak eden Azeri meslektaşım, tren kompartmanlarında yaşayan binlerce kaçkın (Karabağ göçmeni), Hazar Denizinin o ünlü havyarının asırlık Mersin Balıklarının karnı kesilerek çıkarılışı (sonra tekrar dikiliyormuş!), lider Haydar Aliyev’le sarayında yaptığımız görüşmeler, Kaçkınları vagonlarında ziyaret edişimiz ilginç unutulmaz sayfalardı.

-Paris: Her zaman aşık olduğum, en yakın arkadaşımın yaşadığı, o sayede tozunu dumanını attırdığımız güzelim kent. 

-Atina: Her gidişimin dönüşünde Kavala-Rakiştan doğumlu anneme “memleketinin tadı” diye ekmeğini getirdiğim, onca yolsuzluğa karşın hala ayakta kalan ekonomisine ve halkının hala, “lüks içinde, siestalarla “ yaşayabilmesine şaşırdığım kent.

-Brüksel: Kürt kongresine katılmak için gittiğim, “dört dilde simültane çeviri yapılmasına karşın Kürtçe çeviri yapılmasına gerek duyulmadığını görüp şaşırdığım” kent. Patates kızartmasıyla midye çorbasının tadı damağımda! 

 

Ooo, yazmakla bitmeyecek. Hiç olmazsa ilginç bulduğum bir kaç seyahatten izlenimler paylaşmış oldum sizlere de bol bol gezebilmeyi dilerim. (İsterseniz ekteki gezileri de bir tıklayın derim) 

https://bennursunerel.blogspot.com/2020/12/japonya-frtnada-ucan-defter.html

https://bennursunerel.blogspot.com/2020/12/nagoyada-buyulu-gece-japonya.html

https://bennursunerel.blogspot.com/2020/12/japon-mutfag-ah-o-biftek-japonya-3.html

https://bennursunerel.blogspot.com/2021/08/sayonara-elveda-japonya.html

https://bennursunerel.blogspot.com/

telif


Nursun Erel Kimdir?

Nursun Erel, SBF Basın Yayın Yüksek Okulu Mezunudur, meslek yaşamına Anadolu Ajansında başlamış, sonraki yıllarda Tercüman, Cumhuriyet, Milliyet Gazeteleri, NOKTA Dergisi, The New Anatolian Gazetesi̇, KANAL D Haber Merkezi ve Show Tv’de görev yapmış, TRT radyolarında düzenli yorumları yayınlanmıştır. Erel, 40 yıla ulaşan gazetecilik kariyerinde, siyasi muhabirlik, dış politika muhabirliği, haber müdürlüğü, editörlük, temsilcilik gibi sorumluluklar üstlenmiş, özel röportajlar gerçekleştirmiş, köşe yazarlığı yapmıştır… Pek çok araştırma haberi ile devlet mekanizmasındaki aksaklıklara, Kürt sorununa, önemli yolsuzluk olaylarına ışık tutan Erel’in yayınlanmış 3 kitabı bulunmaktadır...

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar