Erdem Beliğ Zaman

Erdem Beliğ Zaman


Parça parça Sadun Aksüt

Parça parça Sadun Aksüt

İsmini ilk nerede duyduğumu, daha doğrusu okuduğumu bile hafızama nakşettiğim biriydi Sadun Aksüt… Yaş altı… Okuma yazmayı yeni yeni öğreniyordum.. Evimiz ansiklopedi doluydu. Gelişim Hachette, Göksel Ansiklopedisi, Yeni Resimli Bilgi Ansiklopedisi vesaire… Aralarından en fazla ilgimi çekense nedense daima Büyük Larousse olmuştu. Harfleri tanımanın verdiği şevkle vitrine yaklaşıp, orada Büyük Larousse’un bulunduğu raftan yirmi dört cildin ilkini çekivermiş ve incelemeye başlamıştım… “A” harfiyle başlayan kelimeler, şehirler, ülkeler, ünlüler… Ve “Aksüt” soyadıyla Sadun Aksüt! Doğum tarihi ve yeri hâlâ ezberimde: 1932-Merzifon… Sayfanın kenarında da renkli, yalnız epey solgunca, tambur çalarkenki bir resmi mevcuttu… Gözlüklü, şık ve vakur bir duruşu olduğunu hatırlıyorum…

Sonra seneler geçti… Okumayı değil yazmayı da sökmüştüm. Yazarlığı meslek olarak ele almış; hayat beni hayranlıkla takip ettiğim Safa Önal’la tanıştırmıştı. Piyes ve espri yazarlığından sonra senaryo yazarlığını da öğreniyordum.

Etiler’de bir İngilizce kursuna gidiyordum. O sıralar Mecidiyeköy’de oturuyordum. Sabahları çok erken kalktığımdan Şişli’den Etiler’e yürüyerek gitmeyi, bir nevi spor da yapmış olduğumu düşündüğümden, tercih ediyordum. Sabahları yürüyüp önünden geçerken, sekiz-dokuz civarı, Levent otobüs durağında, hep o gözüme aşina gelen beyefendiyi siyah pardösüsüyle ve elinde baston-şemsiyesiyle otobüs beklerken görüyordum. “Hep” diyerek yanlış söylemeyeyim çünkü bazen O’nu otobüs beklerken değil, otobüse binerken görüyordum. Konuşmak istiyordum ama hangi vesileyle, bilemiyordum…

O göz aşinalığı zamanla birbirimize kafa selamı vermeye doğru ilerledi. Artık sanki tanışıktık. Sabah, günaydın mahiyetinde, birbirimizi, başlarımızı hafifçe öne eğmek suretiyle selamlıyorduk. Derken nasıl oldu bilmem bir muhabbet açıldı ve Sadun Bey, beni, o zamanlar ders verdiği Haliç Üniversitesi konservatuarına çağırdı. Meğer hemen her sabah erkenden yola düşmesinin sebebi Şişhane’deki okula ders vermeye gidebilmekmiş…

Bir kitap hediyesi alarak gittim Sadun Bey’e… Özel bir odası vardı hemen giriş katta… Oturduk, muhabbet ettik… Hediye olarak ustam Safa Önal’ın hatıra kitabı “Ne kadar gamlı bu akşam vakti”yi getirmiştim kendisine… Kitabı eline aldı, bir müddet dalgın bakışlarla kapağı seyretti ve bana dönerek: Safa Önal’ı tanır mısınız?”, diye sordu. “Evet..”, cevabını verince heyecanlandı ve, “Benim çok yakın bir dostumdu ama ne yazık çok basit bir mesele yüzünden bana darıldı… Acaba telefon açsanız kendisine bir merhaba deme şansım bulunur mu?”, diye ekledi…

“Tabii…”, diyebildim ve Safa Bey’e telefon açtım… Kendisine Sadun Bey’i verdim ve iki eski dost bıraktıkları yerden konuşmaya başladılar… Onları öyle şakrak konuşur duyunca ne kadar sevindim anlatamam… Böyle bir barışmaya vesile olduğum için duyduğum neşe gözlerimden taşmış olacak ki Sadun Bey telefon konuşması bittikten sonra bana dönüp öyle içten bir teşekkür etti ki, sıcaklığı hâlâ yüreğimdedir…

Günler, ayları; aylar da yılları kovaladı… Özel günlerde yaptığımız telefon görüşmelerinin de verdiği dostlukla Sadun Bey’le ahbaplık etmeye başladık. Ahbaplık dediysem lütfen yanlış anlaşılmasın, hürmet ve büyüklük-küçüklük çerçevesinde… O sıralar nedense tambur çalmaya merak sarmıştım. Benim sekiz telli tamburumu görünce şaşırmış, “Bu kadar teli bu narin gövde nasıl taşıyor hayret ettim inan ki! Hâlbuki altı tel pek âlâ yeterdi…” deyivermişti. Sonra bu merakım şükür ki azalarak tükendi. Bu tükeniş Klâsik Türk Mûsıkîsi için yıkımdan son ânda dönüştür!

Mûsıkî aşkımsa baki kalmıştı. Tamburi İzzettin Ökte’nin hayranıydım. O’nun gıcırdatmadan tambur çalışını mest bir halde, sıkılmadan defalarca dinlerdim. Sadun Bey de İzzettin Bey’in öğrencisiydi. Bir gün sormadan anlatmıştı hocasına hastanede refakat ettiği günleri… Adeta bir hastabakıcı gibi her müşkülüne yardımcı olduğunu…

O zaman anlamıştım ki içli adamdı.. Naifti, kırılgandı… Alkışlarla Geçen Yıllar ismini taşıyan, çıktığı zaman büyük sansasyon yaratan bir hatırat yazmıştı. Bu hatırattaki üslup ve doğrudan gerçekleri anlatma cüreti mûsıkî camiasında tepkiyle karşılanmıştı. Hatta birçok kişi Sadun Bey’e sırt dönmüştü. Bu sırt dönüşü, isim vermeyeceğim, meşhur bir mûsıkîşinasın cenazesinde bizzat gözlemlemiştim. Çok kişi Sadun Bey’e selam vermeden geçmiş, Sadun Bey bir köşede çoğunlukla yalnız bir vaziyette cenazedeki vazifesini yerine getirmişti..

O içliliği, hassaslığı ve kırılganlığı anlayamayanlar için Sadun Bey’in kitabı hakikaten tepki gösterilecek bir kitaptı. Yalnız o altın gibi kalbi tanıyabilenlerce kitap hiç de öyle dan-dun, lekeleyici ve sert addedilmez; bilakis bir mert kalbin kaleminden çıkmış olduğu intibaı uyandırırdı. Sadun Bey, kalbinin karşılığını çok sevdiği sanat çevresinde çoğu zaman bulamamanın hüznüyle yaşamıştı…

Zamanla Sadun Bey’in, Caddebostan Kültür Merkezi’nde Salı günleri tertip ettiği müzik akşamlarına katılmaya başlamıştım. Burada Sadun Bey’i kaç defa canlı tambur taksimi yaparken dinleme imkânı bulmuştum. Her söylenen şarkıya gene O, yaylı tamburuyla refakat ediyordu. Fevkalade Arnavut taklidi yaptığına gene burada anlattığı bir fıkra vesilesiyle kahkahalarla şahitlik etmiştim. Statta geçen bir maç fıkrasıydı… Gece bittiğinde, ikimiz de karşı yakada oturduğumuzdan aynı araçla eve dönüyor; bazen beni evimin sokağına kadar bırakma nezaketi gösteriyordu…

İşte bu dönüş akşamlarından birinde babası kaymakam Ali Kemalî Bey’in kütüphanesinin, vefatından sonra annesi tarafından satılışını anlattı… Otomobilin ön koltuğunda oturuyordu. Bendeniz arkada idim. Gözünü yola dikti. Annesi maddî açıdan darlığa düşmüş. Sahaflar Çarşısına giderek evdeki kitapları görmesi için devrin meşhur sahaflarından Muzaffer Özak’ı çağırmış. Muzaffer Bey de tüm kütüphaneyi satın almış. Ertesi gün tesadüf eseri Sadun Bey, Muzaffer Bey’in sahafiyesine uğramış. Muzaffer Bey de muhabbet esnasında dün, Kurbağalıdere taraflarında bir evden çok ucuza aldığı bir kütüphaneden bahsetmiş. Bu kütüphanenin babasının kütüphanesi olduğunu anlayan Sadun Bey, hiçbir şey söylemeden gözyaşları içinde çıkmış dükkândan … Bir daha da o dükkâna adımını atmamış… Bunu söylerken sesinin çatallaşmasından bakakaldığı yolu izleyen gözlerinin nemlendiği anlamıştım… Ne diyeceğimi bilememiş ve hüzne doğru susmuştum…

Birkaç yıl sonra, benim de çok ilgimi çeken ve çalışmalarımda zaman zaman kullandığım İstanbul’da Eğlence Hayatı isminde bir kitap yazdı. İmzalattım. O günler hakkında konuşurken kültüre, tiyatroya, sinemaya ve mûsıkî dışındaki diğer sanatlara biriktirme, toplama, arşivleme derecesinde meraklı bir Sadun Aksüt olduğunun farkına varmıştım. Bu mevzulardaki sohbetlere girdiğinde çıkamayışından anlaşılırdı sevgisi…

Safa Önal’ın 1990’da çekilen o emsalsiz Yalı filminde “eczacı” rolünü oynayacak kadar diğer sanatlara ilgiliydi Sadun Bey… “Oynamam!”,  demeden; zevkle ve eğlence ile oynamıştı… Safa Bey, oğlu Harun’un 1992’deki çok erken vedasından sonra eşi Rübeyza Hanım’la beraber yıkıldıklarını anlatmıştı da ağlatmıştı… Hele Rübeyza Hanımın oğlunun vefat haberini aldığında, “Ama ben onun için patates kızartmıştım!” diyerek bu ölümü karşılamayı bir reddedişi vardı ki değme dram filmi yanında yapmacık kalırdı…

Rübeyza Hanım’ın covid-19 günlerindeki vefatının Sadun Bey’i çok olumsuz etkilediğini düşünüyorum çünkü eşini çok severdi. O’nu bir melek yerine koyar, baş tacı ederdi… Zira bu vefattan sonra İstanbul’dan ayrılmış; kızı Arzu Hanım’la beraber Kaz Dağları’nda yaşamaya başlamıştı…

Kendisiyle alakalı tuhaf bir anım vardır. Bir ara Sadun Bey’in Alkışlarla Geçen Yıllar kitabını bulmak neredeyse imkânsızdı. Bu kitabı Boğaziçi Üniversitesi Apdullah Kuran Kitaplığı’ndan ödünç alarak okumuştum, bu yüzden de şahsî kütüphaneme katma ihtiyacı duymamıştım. Bir gece rüyama Sadun Aksüt girdi ve bana hatıratını alıp almadığımı sordu. Olumsuz cevap verince de, “Aşk olsun… İnsan alır da imzalatır..” diye çıkıştı… Uyanır uyanmaz internette kitabı sordurdum; yok! En sonunda Beyoğlu’nda, Büyükparmakkapı’nın arkalarındaki Lamelif sahafın tezgâhında buldum ve hemen satın aldım. Sonra telefonda Sadun Bey’e rüyamı anlattım ve kendisinden imza istediğimi belirttim. Güldü. O sıralar Kaz Dağları’ndaydı. “Döner dönmez ilk fırsatta!”, demişti… Bu satırları yazarken hıçkırarak o imzasız kitaba bakıyorum…

31 Aralık’ta, yılbaşı münasebetiyle mutat olduğu üzere Sadun Bey’i aradım. Telefon kapalıydı. O gün akşama kadar birkaç kez daha aradım ama telefon hiç açılmadı. Bir ara cep telefonuma numarasının ulaşılabilir olduğunun mesajı geldi, hemen telefona davrandım lâkin yine kapanmıştı.  Bir olumsuzluk sezmiştim. Çünkü O, aradığımda meşgul bile olsa, konuşması bittiğinde bizzat tekrar arardı. Aramadı. Telefonuysa bir daha açılmadı…

Ve 3 Ocak’ta o acı haberi aldım… Telefon demek ki bir daha hiç açılmayacaktı; hatıratı kendisi tarafımdan adıma hiç imzalanmayacaktı…

Yazarken düşünüyorum da Sadun Aksüt hâlâ yaşıyor… O yaşının çökertemediği dinçliği, muzipliği ve beyefendiliğiyle… Belki Kaz Dağları’nda, belki Akatlar’daki yuvasında, belki kızı Arzu Hanım’ın evinde… Ama özel günlerde artık aramayacağım kendisini… “Aradığınız numaraya şu anda ulaşılamıyor” anonsunu duymamak için değil; Sadun Aksüt’ün hayalimde sabitlediğim hâlâ yaşıyor inancını bozmamak için!

Son mısraı vefatına tam tarih olan şu kıt’ayı hatırasına armağan ediyorum, zira kendisi de böyle jestlerden pek hazzederdi:

feilâtûn (fâilâtûn) feilâtûn feilûn (fâ’ûl)

Bir çınar düştü bugün bağrından,

Mûsıkî; mâtemi tamburla büyüt…

Çarpar eller yorulur halde yine;

Al, bak.. alkış sana Sadun Aksüt! (1444)

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar