Lemi Özgen

Lemi Özgen


“Kavun acısı” bir yalnızlık 

“Kavun acısı” bir yalnızlık 

Temmuz sıcağı iyice yakmaya başlamıştı. Annesinin geçenlerde Beyoğlu “bonmarşelerinden” birinden aldığı Fransız malı koyu renk gömlekte tuzlu ter lekeleri belirmeye başlamıştı. Baba dostu terzi Hristo’nun diktiği ve kendisine en az iki beden bol olması yetmiyormuş gibi bir de o zamana kadar hiç görülmemiş genişlikteki paçaları nedeniyle bütün Burgazlıların dönüp dönüp baktığı “Hereke Mensucat” pantolonu, sönmüş bir paraşüt gibi kıvrım kıvrım bacaklarına yapışıyordu.

 “Karşıya geçtiğinde” bazen vidolu tavla ya da Piket oynamak için gittiği İkbal Kıraathanesi’nde Portekizli bir gemiciden satın aldığı, altı dolama hasır, üstü mumlu branda kumaştan espadril ayakkabıları da terden asıl renklerini kaybetmişlerdi.

Köşklerden birinin bahçesinden sokağa sarkmış ağaç dallarının gölgeliğine sokuldu. “Serkildoryan” paketinden çekip aldığı yassı sigarayı yaktı. Dumanı havaya savururken, geniş kenarlı hasır şapkasını iyice arkaya doğru kaydırdı. Kıvır kıvır sarı saçların süslediği geniş alnı, çektiği hastalığın iyice incelttiği yüzünde daha da belirgin hale gelen elmacık kemikleri, gölgeli bir derinliğe kaçmış kısık gözleri ortaya çıktı. Hem Tatar hem Kafkas hem de “muhacir” çizgilerini bir arada taşıyan yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Bol pantolonunun arka cebinden çıkardığı kenarları işlemeli kocaman bir mendille yüzünü, ensesini sildi. Keten mendilin kenarlarına günler boyu bu karmaşık nakışları işleyen annesine bunların ne olduğunu sormuş, annesi de olanca ciddiliğiyle “mısırkalyoniğne” cevabını vermişti. Bu duyulmadık kelime hoşuna gitmiş, onu bir şiir ya da hikayesinde kullanmak için bir kenara yazmış, sonra da “Havada Bulut”, “Havuz Başı”, “Son Kuşlar”, “Alemdağ’da Var Bir Yılan” gibi adların izini sürdüğü avarelik günlerinde unutup gitmişti.

Tam olarak nerede olduğunu anlamak için etrafına bakındı. Sabah her zaman yaptığı gibi erkenden Burgaz Çayırı Sokak 15 numaradaki evinden çıkmış, evin hemen önündeki Fayton Meydanı’nda ilk sigarayı yaktıktan sonra, kendisini adımlarının “emrine” bırakmıştı. Yenice, Mezarlık ve Gökdemir sokaklarından geçtiğini hatırlıyordu. Adını ve iki yanındaki evlerini, evlerin bahçelerindeki acemborularını, begonvilleri, gülibrişimleri, paşakılıçlarını, hanımpüsküllerini, leylak ve zakkumlarını çok sevdiği “Kışbahçe Sokak”tan özel olarak geçmiş, bir Serkıldoryan da orada tüttürmüştü. Sonra yine hayallerinin peşine takılmış, bazıları uzak bazıları da yakın zamanlara ait anıların dümen suyunda, Burgazada’yı evleklemiş durmuştu. 

Bu küçücük adanın hangi sokağından geçse, hangi evini görse, anıları ile hayalleri birbirine karışıyordu. Amansız bir hastalığa tutulduğunu, bundan sonraki ömrünün piyango çekilişleri gibi talihe bağlı olduğunu öğrendiğinden beri, bu akıl anaforlarını, bu hayal ve anı med cezirlerini daha sık yaşar olmuştu. Neresi sancak, neresi iskele bilemiyordu. Pruvayı ıskalıyordu. İskandili tutmuyordu. Pusulası yalancı bir kuzeyde kilitlenip kalmıştı. Hayatını kerteriz edeceği en küçük bir nirengi noktası bile bulamıyordu. “Kavun acısı” bir yalnızlık içinde anılarıyla hayallerini birbirine sarmalayıp duruyordu.

Aklı doğup büyüdüğü Adapazarı’na gidiyordu sık sık ama kesin tarihleri hatırlayamıyordu. Sözgelimi, Kirazlı Mescitteki medreseye ne zaman gitmişti? Papaz Efendi hikayesinde bütün ayrıntılarıyla anlattığı kiliseyi gerçekten görmüş müydü? O “Papaz Efendi” gerçekten yaşamış mıydı? “Havada Bulut” kitabında anlattığı Yorgiya diye bir kadın hakikaten var olmuş muydu?

Bunları ve buna benzeyen yüzlerce konuyu gerçekten birbirine karıştırıyor, hangilerini yaşadığını hangilerini kitaplarında yazdığını pek seçemiyordu. O boyacı çocuğu nerde gördüğünü bir türlü çıkartamıyordu mesela. Oysa çocuğu gayet iyi hatırlıyordu. Nasıl hatırlamazdı ki, çocuğu görür görmez güzelliğine hayran kalmış ve sonra da bu güzel, “uzun kaşlı boyacı çocuğu” için “Ne güzel kaşların var / Ne güzel bileklerin / Hele ne ellerin var ne ellerin” diye şiir yazmıştı.

Burası tamamdı ama çocuğu nerde gördüğünü bir türlü kesinleştiremiyordu işte. Ara sıra bu çocuğu anlattığı “Şimdi Sevişme Vakti” adlı kitabına bakarak bazı ipuçları bulmaya çalışıyordu. Mesela “Anadolu şehri kahvesinde” diye yazmış olduğunu görünce, burasının bir süre kaldığı Bursa olduğunu düşünüyordu. Nedir, birkaç satır sonra “Kiraz mevsiminin / Sevişme vakti olduğu…” dizeleriyle karşılaşıyor ve bu kiraz lafı yüzünden, şehrin Adapazarı olabileceği hükmüne varıyordu.

Sonra bunları düşünmeyi bıraktı, yeniden adımlarının peşinden sürüklenmeye devam etti. Güneş Marmara’ya doğru devrilmeye başlamıştı. Ufuk çizgisini bürüyen pusların arasından uzaklardaki Samanlı Dağları’nın yumuşak çizgileri beliriyordu. Biraz ilerisinde Hristos Tepesi yükseliyor, arkasında ise İonnes Prodromos Kilisesi, yüz yıllık yalnızlığıyla öylece duruyordu. Yine hayallerinin girdabına baştankara edecekken, silkindi. Denizi ve deniz adamlarını o kadar seviyordu ki, düşünürken ve hayal kurarken bile çoğu kez gemici lisanı kullanıyordu. Deniz kenarına indi.

Sahildeki alışılmadık kalabalığı da tam o sırada gördü işte. Berber Niko, balıkçı Aleksi, kasap Yorgo, faytoncu Haydar gibi tanıdıklarının da aralarında bulunduğu birçok adam, balıkçı barınağının tam karşısında sahilde toplanmış, yerdeki bir şeye bakıyorlardı. O da yaklaştı. Sahilde kumların üstünde tuhaf bir balık duruyordu. Rum balıkçıların Hristos balığı dedikleri bu balık pulsuzdu. Belli belirsiz bir yeşil renkle esmerdi. Belki de balıkların en çirkiniydi. Kocaman, dişsiz, beyaz ve saydam naylondan yapılmış gibi duran bir ağzı vardı. Vücudunun her yerinde çiviye, kesere, kerpetene, testereye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardı ve bu yüzden de adı “Dülger Balığı” konmuştu.

Balığın ümitsizce soluk almaya çalışmasını, zıplamasını, ağlamaya benzer sesler çıkarmasını seyretmeye başladı. Balığın kesin olarak öldüğü o yaklaşık iki saat içinde defalarca sigara içti, tutup yeniden denize atmayı düşündü ve bu arada balığın öyküsünü de oracıkta yazıverdi. 

Bu çirkin balığın, tıpkı kendisi gibi bir “kavun acısı yalnızlık” içinde olduğunu çoktan anlamıştı. “Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer” diye başladı balığın hikayesini aklından yazmaya. Saatler sonra kafasından yazdığı hikâyeyi bitirdi ve adını da “Dülger Balığının Ölümü” koydu. Son zamanlarda, özellikle hasta olduğunu öğrendiğinden beri daha çok kullanmaya başladığı gerçeküstü ögelerle de kapladı hikayesini.

Gerçeklerden kopmaya başlayalı çok olmuştu. Bir zamanlar çok sevdiği, hikayelerini yazdığı “küçük insanlar”dan da uzaklaşmıştı artık. Acımasız bir yalnızlık içindeydi ve o buna “kavun acısı yalnızlık” adını vermişti. Kaçınılmaz bir sonun gölgelerinde dolaştığını iyice biliyordu şimdi. 

Büyükçam Mevkii Sokak’tan ağır ağır çıkmaya koyuldu. Burgazadalı Sait Faik bir Serkıldoryan daha yaktı. Adapazarı’nda başlayıp buraya, bu küçük adaya savrulan derbeder hayatını düşündü.

Yüzünde yine o alaycı gülümseme vardı. Elini yavaşça “boş ver” anlamında salladı ve “Öyle Bir Hikâye İşte” diye mırıldandı…

 

 

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar