Emel Seçen

Emel Seçen


Direklerarası

Direklerarası

İki direk arasına pek çok şey sığdırılabilir. Mesela bir bakmışsınız, plaj da kum üzerinde ciddi gayret sarf edilen, Voleybol, karşınızda. Araya bir ip çekersek, bazen İtalya’nın kenar mahallerinde bazen İstanbul’da kezâ dizi dizi, renk renk çamaşır yığını. Ama işin içine sanat giriverirse; işte o zaman renk değişiverir.

Yüzüncü yılımızda, henüz yüzüncü yılını doldurmaya az kalmış ama ne yazık ki medeniyetsizliğimiz ile sanki hiç yokmuş, hiç yaşamamışlar gibi İstanbul, Beyazıd, Gedikpaşa, Şehzadebaşı’ndayız. İşin en tuhafı, rehberimiz özenle çalıştığı ve titizlikle anlattığı yer, zaman, kişiler sanki hayalet bir şehrin kahramanları. Hiç olmamışlar gibi değil hakikaten yoklar! Rehberimiz, Muhalif ailesinden, Erdem Beliğ Zaman, eskinin ama şimdinin yeni ve mekânı da yeni, Küllük’ü, İstanbul Üniversitesinin kapısına yakın diğer arkadaşları beklerken kahve ile Pazar sabahına başlıyoruz. Kendisi kadar bende heyecanlıyım. Bir yanda ortaokulu Gedikpaşa’da, liseyi Pertevniyal’de ve karışık siyasi ortamda, İstanbul Üniversitesinde okuyan babamdan öğrendiğim, mekândayım. Çocukluğumun, Koska Helvacısı, Zıp zıp amca, valizci Selahattin, Çakmakçı, hepsi birbirinden farklı karakterler ve insan manzaraları arasından bilmediğim, hatta unuttuğumuz yeni bilgileri aktarmaya hazır, Erdem Beliğ Zaman ile Zaman yolculuğuna çıkıyoruz. Bu adı da ben taktım ama yakıştı da. Aslında bunun İstanbul Kültür Üniversitesi, Kültür Sanat Bölümü öğrencileri Yağmur ve öğretmenleri Nazlı Hanımefendi tarafından gerçekleştirildiğini mola da öğreniyorum.

Gedikpaşa’dan başlayıp, Güllü Agop’dan diğer sanatçılara… 1913’ler, Şehzadebaşı minyatürü ( La Scala) olarak tasarlanan Milli (Turan), Ferah, Gedikpaşa, Şehzadebaşı’ndan, geriye kalan Direklerarası Kebap’a, karşısında yerinde yeller esen ve artık Hamam olarak hizmet veren mekanlara. Hatta ve hatta Mimar Sinan’ın, sur içinin İstanbul’un merkezi dediği yani Şehzadebaşı Camisininin hemen köşesinde yer alan yeşil taş.Bu mekan ile ilgili birkaç önce çekim yapmıştım ve ardımdan tur düzenlenmişti. Öncülük iyidir, eğer dişe dokunur olgular gerçekleştirebiliyorsak. Tılsımlı taşın yanına, tıpkı Gülhane Parkının karşısında ki tarihi yerler, mekanlar içine, dış cephesi üzerinde tost ilanları, yemek menüsü asmak gibi olgularımızı net görebiliyoruz. Her şey yemek ve içmek üzerine dönüşmüş. Ya giyim ya yemek! Aslında çok da şaşmamak lazım koskoca Arsemia (Nemrut Dağının eteklerinde) ve  Kommagene Krallığı(MÖ 163-MS172) gibi uygarlıkların adını, sadece çiğköfte markası olarak ancak dükkan dükkan çoğaltabilen, kültür yobazları, nereden bilsin ilk önemli barış anlaşmasına şahitliğin bu topraklar üzerinde yapıldığını ve çiğ köfte kadar acı olaylarda olmadığını. Bir zamanlar Partlar, Ermeniler, Romalılar arasında tampon, çok kültürlü bir devlet olduğunu. Yani Anadolu verginliğinin derinliğinde yatan zenginliğin, asıl olduğunu.

Bu kadar zengin olmasak, nereden çoğaltacaktı, Ermeni asıllı, Güllü Agop, Tiyatroyu. Direkler arasından yükselen kantoları, Darülbedayi’ye uzanıverecek izleri ama sanki ölü bir kent gibi kalabalığın içinde bir tek ses, imza, hayat belirtisi arıyoruz ama nafile. Hiçbiri yok!  Her iktidarın bir değil sonsuz iz bıraktığı maalesef ki gerçekler. Kimi direkleri yıkmış, kimi mekânları kapatmış böylelikle sanatın ve bir dönemim kültürü yok edilmiş. Bu açık ve net olarak yeniden adeta doğan bir güneş gibi gösteriyor ki; Kültür, ve Sanat, için hiçbir çabamız yok. Tanıdığımız yahut tanımaya çalıştığımız bir değer değil. Hatta günden güne kaybolan değersizleştirilen, devşirilen değerler olgumuz üstüne direkt yok etme çabaları. Hele, Gedikpaşa’da aşağıda ki manzarayı fotoğrafladım. O kadar iyi anlatıyor ki manzarayı: Ortada belli ki İstanbul nüfusu bu çağlara ermeden bir işletme ve o işletmenin telefon numarası başında henüz alan kodu olarak kullanılan Avrupa yakasında ait 212 yok. Altta, DİVA yazısı var D’si düşmüş. Bina terk edilmiş gibi ama yaşam belirtisini ortaya koyuveren tek gerçek, çatı balkonundan aşağıya sarkıtılmış bir halı. Evet, bu bir yaşam belirtisi ama sanki yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal durumları.

Ne İstanbul kültür sanatının filizlendiği, tiyatro sanatının serpilip büyüdüğü yerler, ne de o insanları yaşatan anılar, isimler, cadde sokak adlarının bir, iki tanesi dışında her şeyin yerinde yeller esiyor. Esmekle de kalmamış kültürsüzlük tufanına dönüşüvermiş. Ne o, oyunun başlamasına yakın, kapıda enstrümanları ile çalan müzisyenler, ne de afişler. Sanki Türkiye’de Tiyatro hiç yaşamamış! Münir Özkul’dan el alan, Ferhan Şensoy’un “Sahne bir okuldur, ustam Münir Özkul’dur” sözüne temel oluşturan tüm değerler zinciri hiç oluşmamış. Gazanfer Özcan, Selim Naşit. Naşit Ailesi, Muammer Karaca ve nicelerinin ışık tuttuğundan öte emek ortaya koyduğu sanatkarlar…

Niye bu kadar kötü, bu kadar sanat sevmeziz!

Tarih ve değer silmek üzerine o denli başarılıyız ki; sildiklerimizi sildiğimizi bile unutabiliyoruz.

“Tarihini bilmeyen uluslar yok olmaya mahkûmdur.” Ah, en azından bir, iki sözünü gerçekten anlayabilseydik, ATAMIZIN. Yok ettiğimiz tarihimiz içinde, Padişah oyun izlemek için locası varken bugün tiyatro izlemeye, operanın ne olduğundan bir haber, siyasetçiler var.

Sanat. Eşsiz, güzellik. İnsanı, aşk ile besleyen, medenileşme panzehirleri; Tiyatro, Opera, Bale, Müzik, Sahne sanatları, Resim, Heykel…

Biz, insanlık niye yaşıyoruz ki? Geçtiğimiz var olan yerleri yani biz doğmadan hatta aile büyüklerimiz bile olmadan var olmuş yerleri, haddimiz olmadan yok etmeye ne hakkımız var? İster ağacı baltala, ormanı yak ya da tiyatroları yık. Üstüne restaurant, hamam, spa yap!

Kültür, insanlaşma aracıdır. Kültür elçileri de gerçek anlamda sanatı, toplum için yapan bunun için bedel ödeyebilen aydın kesimin askeridir. Kalkınma, gelişme, evrimleşme, modernleşme ve medeniyet ancak böyle gelişebilir.

Ve iyi ki İstanbul Kültür Üniversitesi, Kültür Sanat Bölümü öğrencileri çalışıyorlar da ve iyi ki Erdem Beliğ Zaman gibi bu işi gönülden yapan emekçiler var ki; unuttuğumuz hatta çoğunluğun yok saydığı özümüzün tozunu yeniden alıp, güne bakan çiçekleri gibi yeniden açtırmaya çalışıyoruz. Oturarak üreten tek canlı yüksek ihtimal tavuk ama o da yumurtluyor, yani bir üretim gerçekleştirebiliyor. Mevcut değer üzerine bir silindir gibi geçmek ne tür bir insanlaşma sürecidir, gerçekten anlayabilmek güç. Bizim, Kültür Elçiliği, görevimiz devam edecek. Bizleri takip etmeye devam edin, emin olun, çok şey kazanacak ve zenginleşeceksiniz.

Sanatla ve Sevgiyle

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar