Lemi Özgen

Lemi Özgen


Aşktır varımız yoğumuz

Aşktır varımız yoğumuz

İkimiz için de kötü anıları olan o sokağa ıssız bir Rum akşamı çöktüğünde, uzak Cihangir’den iki kırlangıç uçardı. Parlayıp sönen iki çelik çizgisi Beyoğlu’na doğru tramvaylarla uzanırdı. Fransız Okulu’nun oralarda bir yerde, gurbete düşmüş yoksul bir kiraz ağacı çığlık çığlığa çiçek açmaya çabalardı.

Karşılıklı yüzümüze ve gözlerimize bakardık. Hepi topu buydu işte. İkimizde de “ben senin olsaydım” bakışı olurdu. Bu bakışmaları taşıyamazdık. Güneş Tophane’de ince ince batarken, eski gemilerimiz yavaş yavaş çürürken, deniz dibi yosunlarla dolarken bu bakışmaları taşıyamazdık...

Çok kavunlar ve çok beyaz peynirler yiyorduk. Çok içkilerin içildiğini ve çok utançların unutulduğunu biliyorduk. Unutuluyordu ama bir yandan da düşündürüyordu. “Aşk artık yok” deniyordu. “Sevgiler hep alınmış” deniyordu.

Oysa biz kimlerin büyüdüğünü ve kimlerin nerede küçüldüğünü biliyorduk.

O süzülmüş acıları ve hepsi de bize göre biçilmiş kapıları, tarlaları biliyorduk.

Acıların dağlardan neyi arıttığını biliyorduk. Yazmanın süresiz ertelendiğini, aydınlığın az süreceğini, eski kapılar yerinde durup dururken, sevgi, saygı ve biraz da korkudan, onları açmanın süresiz ertelendiğini de biliyorduk.

Manolyalar gizlice ürperiyordu. Dal uçlarını bilinmez bir meltem yokluyordu. Nedensiz bir kovulmanın sonunda savrulduğumuz körfezde, amansız bir aşktan artakalmış vahim bir yalnızlığı dinliyorduk.

Mevsimi geliyordu. Sular erken kararıyordu. Yıldızların her biri bir bulutun ardına siniyor, korular terk ediliyordu. Ağaçlar duman duman tütüyor, yalılar tenhalaşıyor ve Rumeli Hisar’ı güz yağmurlarıyla serinliyordu. Nedendir bilmem ölmeye hevesleniyorduk.

Yaşamak zıvanadan çıkmıştı. Nereye baksak bir eskimişlik duygusu kaplıyordu üstümüzü. “Güzeller” zehir zemberekti artık. Gücümüz yetmiyordu kendimizi ve onları kurtarmaya.

İstanbul bundan böyle bir büyük yalandı. Karşı sahilde yağmur bulutları ışıklar üstüne teyelleniyordu. Yanlışlarla doluyduk. Üstümüze hicranlı sarılar doğuyordu. Başımızda eski şarkıların Mahur ve Nihavent rüzgarı esiyordu. Bu yalnızlığa dağılmış mısraları kimbilir hangi bestekar bir sonbahar akşamı unutmuştur diye düşünüyorduk.

Büyük bir aşkı yiyip bitiren bir mirasyedi gibi geziniyorduk. Durmadan eksilen bir yalana ortak oluyorduk. Resimler değişiyordu, fark edemiyorduk. Şirket-i Hayriye’nin yorgun vapurları, her iskeleden beyhude yolcuları topluyordu. Yalandan yalana kaç şehir eskitilir, vallahi bilmiyorduk.

Ben, “Bu kadın sevdiğim o kadın değil” diyordum kendi kendime. Bir başka yüz takınmış, sabah akşam kendisiyle kavgalı, kirpikleri mavi, dudakları mor. Kime sorsam, “o değil” diyordu.

Sinemalara giriyordum. Tadı kalmamış sonbaharlar yaşıyordum. Eylül akşamlarının fena halde boşaltıldığını görüyordum.

Eflatun tramvayların geçtiği Beyoğlu’nda “şimdi apansız mütareke yıllarının o karartma gecelerinden biri olsa ne olur” diye düşünüyordum...

Sinemadan çıkmışız. Yağmur başlamış. Tramvaylarda o hiç anlaşılmamış gizli hüzünleri görmüşüz. Maviler mora dönmüş, sarılar çoktan yeşil. Boğaziçi sise bürünmüş, vapurlar unutulmuş.

Sonra gece olmuş. Fosforlu ve derin vesveleli bir gece olmuş. Seni düşünmeyi sürdürmüşüm. Sevmek için geç, ölmek için erkenmiş. Ay birazdan batacakmış. Senin için “Ellerine karanlık bulaşmasın” diye Allaha dua etmişim. Bir rüya gemisi iskele sancak, dokunmuş geçmiş hayallerime. Ağlayasım gelmiş, ağlayamamışım...

Gözleri cam mavisi, kirpikleri çetrefil bir kadındır düşündüğüm. Saçları nasıl karanlıktır bilemezsiniz. Örtülü bir güzellik taşır ki, benzeri bulunmaz. Alıngandır, gönlü ikirciklidir. Ne yazsam ona esirdir.

Belki kadın, belki çocuktur. Bu iyice kuşkuludur. Kim bilir hangi tutku bütün camlarını buğulamıştır. Bazen “ne çok var” diye düşünürüm, bazen “ne kadar az”.

Okşaması boğmaktır, öpmesi uğultulu. Her sabah ona esir düşsem diye düşünürüm.

Saklı sevdaların en saklanmışını yaşarım. Onunla birbirimizde fena halde kaybolurum.

Saklı bir sevda bulur, sığınırım. Büyülü bir aşktır bu, çünkü yasaktır. Varım yoğum aşkımdır artık.

Acı bir su gibi gelir akşamlar. Yalnızlık soğuk bir kadife gibi dokunur yüzüme. Sesini beklerken telefonda kaybolurum. ‘İnsan insanı yeniler’ diye düşünürüm. Sevmek için geç, ölmek için erkendir.

Hiç kimse gözlerime inanmaz. İçimdeki gökkuşağına kuşlar yağar. Ölüm soğuk bir yağmur gibi yaklaşır. Oysa sevmek için geç, ölmek için erkendir.

Bir çaresizliği boş bir silah gibi taşırım. Başımda kıvılcım yüklü dumanlar, barut kokuları dolanır. Rüzgarın gizli ıslığını benden başka hiç kimse işitmez. Yazın son günlerinde kimsesiz kalmış bir plajın o ağır hüznünü benden başka hiç kimse anlamaz.

Ortalık tenhadır. Fısıltılarım yüksek tavanlarda yankılanır. Bilinmeyen bir tanrıya yakarır gibi ağır bir soluk alırım.

Sonra da vahim bir suç işler gibi fısıldarım:

“Seni seviyorum”...

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar