Lemi Özgen

Lemi Özgen


74 yaşın küçük fısıltıları

74 yaşın küçük fısıltıları

Mart başı güneşi Sarayburnu sahillerini, Topkapı sarayının kurşunlu kubbelerini allı morlu bir kızıla boyarken, ben de oltalarımı topluyorum artık. Bunca hoyrat kullanılmış bir vücutta, bu koskoca 74 yıl nasıl geçmiş diye düşünüyorum. Döner kasnağı, makaraları, iğneleri, paraketeleri, palaları, paragatları, düzleri, çaprazları, köstekleri, fırdöndüleri, iskandilleri, kurşunları, şamandıraları, cıvalı zokaları, yılların tuzuyla, yağmuruyla asıl halini çoktan kaybetmiş çantama birer birer atarken gözlerim de dalıp dalıp gidiyor.

Doğup büyüdüğüm ve artık yaşlanmaya yüz tuttuğum bu yosma, bu şıllık İstanbul’da, şimdi çoğunun yerinde yellerin estiği, çoğunu kimsenin adını bile duymadığı iskeleleri düşünüyorum. Yüzdüğüm, balık tuttuğum, içip sarhoş olduğum, dubalarına gece vakti Ayten'i anlattığım, vitray camlarına bakıp, ''Beni neden terk etti bilmiyorum'' diye ağladığım, evimin, yatağımın, kadınımın, paramın, şiirimin, kedimin, yıldızlarımın olmadığı yalnız ve karanlık gecelerde malta taşlı döşemelerine bir çocuk gibi masumca uzanıp kıvrılıverdiğim o güzel isimli iskeleleri düşünüyorum. 

Haliç Hüzzam makamındadır

Ben bu İstanbul’un tekmil iskelelerini gayetle çok gördüm. Çoğunda yaşadım, oltacılık yaptım, ağladım, tekinsiz kadınlara âşık oldum. Geceleri tramvay tellerinde jilet mavisi yıldırımlar koparken, iskele arkalarındaki belalı yokuşlarda kavgaya, dövüşe karıştım…

Oltacılıktan biraz para kazandığım ve bu parayı da Feriköylü Despina'ya ya da barbuta yatırıp çarçur etmediğim dönemlerde daha çok Avrupa yakasındaki iskelelere dadanırdım. Hepsi de beyaz boyalı, bekleme yerleri ile gişeleri kahverengi, kubbeli, mukarnaslı, yüksek tavanlı, Şam taklidi avizeli, güneş vurduğunda ortalığı tenha bir Bizans kilisesinin hüzünlü yalnızlığına boyayan pembeli, mavili vitraylarıyla aslında bu iskelelerin topu da birbirine benzerdi.

Ama ben cebim biraz para gördüğünde Boğazın Avrupa yakasındaki iskelelere atardım kendini. Tophane’de soluklanır, Beşiktaş'ta hüzünlenir, Çırağan'da umut isimli kırlangıç kuşuna biner, Kuruçeşme'de bir yalnız vapur çıması olur, Ortaköy'de ölümüm üzerine karanlık şeyler düşünür, vapur Arnavutköy iskelesine mayna ettiğinde Üç Silahşörler'den Aramis kesilirdim.

İstinye'ye geldiğinde ''Suna Su''yu düşünürdüm, Balta Limanı'nda Peyami Safa ve ''7. Hariciye Koğuşu''nu. Rumelihisarı ile Tarabya'da biraz yürek gezdirir, Yeniköy'ü, Boyacıköy'ü Sarıyer'i ve ötelerini ise kulak arkası ederdim.

Erguvanlar mora dönüşür, hoppa Boğaz'ın lacivert sularının üzerine ilk sarı ışıklar düşmeye başlar ve ben Arnavutköy iskelesine çıkıp, oltalarımı, çeyiz sandığından çıkarır gibi ortalığa sermeye başlardım. Aşktan ve dolu dolu yaşamaktan gözlerim çakmak çakmak olurdu.
Boğazın karşı yakasındaki iskeleleri de iyi bilirdim. Üsküdar, Salacak, Beylerbeyi, Kuzguncuk, Çengelköy, Vaniköy, Kandilli, Beykoz, Paşabahçe gibi bu daha mütevazı iskeleler de hep mekânım olmuştu. O iskelelerde de denizin karanlık sularında kendi içimdeki karanlıkları bastırmaya çalışmış, denizlerine dalmış çıkmış, yatmış, kalkmış ve balık tutmuştum.

Ama ben asıl Haliç iskelelerine vurgundum. Yok sadece doğup büyüdüğüm, evlendiğim, terk edildiğim, ihanetlere uğradığım, annemin, babamın, halalarımın, teyzelerimin soluk beyaz taşlı mezarlarının bulunduğu yerler olduğu için değildi bu meftunluğun sebebi. Bu yoksul semtlerin yoksul ama Hanyayı Konyayı çoktan anlamış onurlu iskeleleri, benim hayatımın da ta kendisi olmuştu kendimi bildim bileli.

İyice allanıp pullanan temiz ve bakımlı, ama yaşamayan, daha çok bir film dekoru gibi yapay duran Bebek ile Arnavutköy iskelelerini ve o iskeleye inip çıkan kadınlardan yükselen Chanel 5'lerden, Tokalon ve Havilland kremlerinden, pudralarından ve rujlarından çıkan kışkırtıcı kokuları da hatırlardım tabii ama, Haliç iskeleleri benim başımı bir başka döndürürdü.

İstanbul'un şimdi çoğu yok olmuş iskelelerini ve balıklarını bir bir hatırlarım hala. Babamla birlikte çapariye çıktığımız ''Ayvansaray'' sandalını da lüks lambası eşliğinde lüfer avladığımız mavnaları da piyade sandallarını da…

Olta ucunda geçen kendimin ve birçok kişinin oltanın ucunda geçen hayatını anımsarım. Bazen eve balıkla birlikte umudun da götürüldüğü ve bazen de bomboş evler kadar ürkütücü hayatları. Oltanın ucuna bağlanmış, misinanın bazen gerdiği, bazen gevşettiği o misinaya bağlı hayatları hatırlarım. Çok değil, epi topu daha 25 yıl önce yaşanan olta ucundaki bu hayatımı da hatırlarım.

Neyse. Gece epey ilerledi ve ben sanki “'daha çok kedi yavrusu ezilsin diye eski iskelelerin sahil yoluyla denizden ayrıldığı eski İstanbul'da”, vapur sesinin duyulduğu son İstanbul evine, kendi evime doğru yürüdüm...

NOT: Muhalif Ailesi olarak, yazarımız Lemi Özgen'in doğum gününü kutluyor, nice mutlu yıllar diliyoruz...

telif

Makale Yorumları

  • Dilek kocabaş07-03-2021 04:23

    Harika, Istanbul'da doğup 74 yılın özetini yine orada cikartabildigin için şanslısın lemi abim. Çok edebiyat dostu/edebiyat doğurganı bi kent. Sen de hakkını veriyosun doğrusu. Mutlu yaşlar❤

  • Mehmet Açıktan06-03-2021 19:04

    Bu ne güzel anlatım. İstanbul u seninle bir kez daha sevdim . Yüreğine sağlık Sevgiler

  • Kemal Balci06-03-2021 14:11

    "misinaya bağlı olta ucundaki bu hayat" Daha ne söylenebilir ki. Harikasın...

  • Neşet Özmen06-03-2021 13:07

    Hafızana ve gözlemlerine sağlık... Belli ki Ankara pek iz bırakmamış sende. Ama şahsen benim hiç bilmediğim İstanbul'u seninle yaşamak, çok daha güzel. Sağlıkla yaşa ve yaz dostum. Sevgiyle kal.

  • ercan deva06-03-2021 09:13

    Lemi böylesine güzel anlatıma inan rastlamiyorum... Seçtiğin sözcüklerinin dansına bayılıyorum. İyi ki varsın. Kutluyor, sağliklar diliyorum...

  • Güney Avşar06-03-2021 08:38

    Yine harika bir yazı. Ellerinize sağlık. Doğum gününüz kutlu olsun. Sağlıklı, mutlu nice yaşlara.

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar