Lemi Özgen

Lemi Özgen


Solaris uzayda sessizce kayarken…

Solaris uzayda sessizce kayarken…

Daha önceki tüm bilimsel araştırmaların da gösterdiği gibi Solaris iki güneşli bir gezegendi ve üzerinde kesinlikle herhangi bir hayat belirtisi yoktu. Derken daha sonraki araştırmalar, iki güneşe sahip olmasına rağmen Solaris’in yörüngesinde en küçük bir değişiklik olmadığını ortaya koydu ve unutulmuş Solaris, yeniden bilim adamlarının ilgisini çekmeye başladı. Gezegen üzerinde yeni incelemeler yapması için, bilimsel donanımı yüksek bir uzay gemisi Solaris’e gönderildi.

Gezegenin yüzeyi jöleye benzeyen bir okyanusla kaplıydı ve bu okyanus üzerinde irili ufaklı birçok ada bulunuyordu. Daha yakından incelendiğinde görüldü ki, bu dev okyanus kesinlikle canlıydı. Fakat aynı zamanda insanların her türlü iletişim çabalarına karşı da tepkisizdi.

Sonra Solaris insanlara ‘’numaralarını’’ göstermeye başladı. Gezegen, nesneler oluşturabiliyordu. Her an, her dakika kendini değiştirebiliyordu. Kendisini gözlemlemek üzere yapılan aletleri, kendi isteklerine göre yeniden biçimlendirebiliyordu.

Solaris’i incelemeye gelen bilim adamlarının rüyaları, hayalleri ve geçmişte yaşadıkları, gezegen tarafından ‘’capcanlı’’ bir hale getiriliyor ve bilim adamlarının karşısına çıkartılıyordu. Solaris’e gelmiş olan insanların hepsi çıldırmanın ve ölümün eşiğindeydi artık.

Solaris’i kaplayan bu tuhaf okyanus, maddeleşmiş dev bir akıldı. Hem de insanların küçücük akıllarıyla oynayan ve alay eden bir akıl.

Gezegeni araştırmakla görevli bilim adamlarından psikolog Kris Kelvin, Solaris’in yaptıklarının kökenlerinin ne olduğunu büyük bir dehşetle anladı. Solaris, Dünya gezegenine ait olan birçok teori ve öğretiyi, bir çocuğun oyuncakla oynaması gibi rahatlıkla kullanabiliyordu. Mesela yeni nesneler oluştururken, kendini değiştirirken, ‘’Gaia Hipotezi’’ni uyguluyordu. Yani dünyadaki canlıların atmosfer, su ve yerküre üstünde denetleme ve biçimlendirme etkisine sahip olduğunu öne süren hipotezi.

Solaris’in kendisini gözetlemek üzere yapılan aletlerin çalışma modellerini yeniden biçimlendirmesi ise tümüyle kuantum fiziğinin ‘’belirsizlik ilkesine’’ dayanıyordu: ‘’Atom altı parçacıkların gözlemlenmesi, onların  gözlemciyi gözlemden ayıramayacak şekilde değiştirmeleri ile sonuçlanır’’.

Kelvin’in en dehşete kapıldığı sonuç ise, Solaris’in insan hayallerini canlı bir hale getirirken kullandığı teoriyi keşfetmesinden kaynaklandı. Solaris bunu yaparken, düpedüz Maniheizm’den hareket ediyordu. Yani, “insan kendi isteklerine göre tanrılarını yaratır ve iyi ile kötünün bitip tükenmek bilmeyen kavgası, aslında kendi iç hesaplaşmasıdır’’.

“Çok, çok uzun bir zaman önce…’’

Psikolog Kelvin dehşetle bunları düşünedursun, “çok, çok uzun bir zaman önce uzayın derinliklerinde’’ uzun süredir beklenen ve korkulan karşılaşma sonunda gerçekleşiyordu. Bilinmeyen bir dünyadan gelen dev uzay gemisi Rama, arzın da içinde bulunduğu güneş sistemine girmişti.

Dünyalı bilim adamları dehşet içinde Rama’yı incelemeye çalışıyorlardı. Rama’ya ilk yanaşan geminin komutanı Norton, aylarca süren incelemelerden sonra bu dev uzay gemisinin “canlı’’ olduğunu dehşetle anladı. İçindekiler değil, geminin kendisi “canlıydı’’. Rama, yaşayan maddeleşmiş bir akıldı ve insanlarla düpedüz alay ediyordu…

Geçenlerde ‘’Bilimkurgunun babası Stanislaw Lem’’ başlıklı yazılar okurken aklıma gelen düşünceler bunlar işte. Solaris kitabının yazarı Lem’i düşünürken, bilimkurgunun bir başka büyük ustası Arthur C. Clarke’ı ve onun ünlü romanı Rama’yı da aklıma getirmem normal aslında. Çünkü her iki yazar da birbirlerinden habersiz olarak aşağı yukarı aynı bir konuyu ele almışlar. Lem, sessiz ama canlı bir gezegeni, Clarke da sessiz ama canlı bir nesne olan Rama’yı yazmış.

Nedir, Polonya’da doğmuş ve sosyalist öğretiyle yetişmiş bir bilim adamı olan Lem, o dönemde dünyada hakim olan soğuk savaşın da etkisiyle Solaris’te insanlığı kurtaracak olan felsefi bir modeli araştırırken, kapitalist dünyanın bilim adamı Clarke, Rama’da insan yayılmacılığının sınırlarını çizmeye çalışmış.

Aslında her iki yazar da bizlere edebiyatın ne kadar büyülü bir sanat olduğunu bir kez daha kanıtlamışlar. Bir zamanlar küçümsenen ve edebiyattan sayılmayan bilimkurgunun aslında ne kadar etkin bir edebiyat türü olduğunu göstermişler bize.

Gerçekten de bir “yadırgatma’’ türü olan bilimkurguda edebiyatın bütün türleri barınır. Edgar Allen Poe gotik temalar kullanırken, Wells ütopyalara başvurur. Ursula Le Guin’de ise doğu mistisizminin yanında en katısından sol düşünceler yan yana gider.

“Edebi taklidin, entrikanın ve alışılmamış kavramların büyük ustası’’ olan Stanislaw Lem’in Soruşturma, Küvette Bulunan Günce, Solaris, Gelecekbilim Kongresi gibi kitaplarında grotesk ve mizahı ne kadar incelikle işlediğini görmemek mümkün mü?

Solaris’i yeniden okuyun. Lem’in aslında en az Dostoyevski kadar ustalıkla ‘’suç ve ceza’’yı  da yazdığını göreceksiniz.

Stanislaw Lem öldü. Ama uzayın çok uzak derinliklerinde Solaris ile Rama sessizce kayıp gidiyor.

Uzayın o çok uzak derinlikleri, aslında biz insanların derinliklerinde.

İyi ki varsın edebiyat…

telif

Makale Yorumları

  • Ferruh Yavuz05-12-2022 14:05

    Jules Verne'ün günümüzden 130 yıl önce yazdığı Ay'a Seyahat romanından uyarladığı sessiz/siyah beyaz bilimkurgu filmi Fransız yapımcı Georges Melies 1902’de seyircisiyle buluşmuştu; Stanislaw Lem’in 1950’li yılların ortalarında yayınlanan Solaris’ini de Andrei Tarkovsky 1970 yılında filme aldı. ************Lemi Özgen, Solaris’te geçen tesadüfiliği; “Solaris’in kendisini gözetlemek üzere yapılan aletlerin çalışma modellerini yeniden biçimlendirmesi ise tümüyle kuantum fiziğinin ‘’belirsizlik ilkesine’’ dayanıyordu: ‘’Atom altı parçacıkların gözlemlenmesi, onların gözlemciyi gözlemden ayıramayacak şekilde değiştirmeleri ile sonuçlanır.” diye anlatıyor. Bu öngörü, Stanislaw Lem’in 1950’de hayalini kurduğu bir başka dünya benzeri gezegene gelecekte nasıl taşınacağı ise, ölümünden sonra Cern’de yapılan atom altı parçacıkların hareketlerini gözlemleme deneyi, tutucu “büyük patlamadan önce herşeyin belirlendiği (süperbelirleyici) fizik kuralları yerine, tesadüfiliğe yer veren fizikçilerce gerçekleştirilmiştir.************Denk geldi, Aklın bilinmeyene yolculuğu: Kozmos; Sırlar evrenine açılan kapı: Kuantum ve Başlangıcın ötesi: Çoklu Evrenler kitaplarının yazarı Prof. Dr. Güneç Kıyak, önceki gün T24’de çıkan “Özgür İrade ve Evren” adlı yazısını; “Einstein'ın, 'Evrende hiçbir şey ışık hızının üzerinde bir hıza sahip olamaz' düşüncesine karşı, Kuantum kuramcılarının geliştirdikleri deneylerin sonuçlarına göre dillendirdikleri; "İnsanlık tarihinin bu döneminde, kontrolümüz dışında, kendimizi çaresiz hissetmek yerine gerçeği araştırmaya devam etmeliyiz." diye bitirmektedir.************Evet, Cern deneyine katılan fizikçi bir akademisyen Fatih Altaylı’nın programında kendinden emin olarak;” Güneş önce süpermova haline gelecek ve bütün gezegenlerini yutacaktır. Sonra da karadeliğe dönüşecektir. Biz, insanlığı bu olay meydana gelmeden bir başka dünya benzeri gezegene taşıyacağız” demekteydi. ************Jules Verne’den itibaren Ursula K. Le Guin, Stanislaw Lem ve diğerleri, hayallerini kitaplara döktüler. Bu hayaller filmlerde, fizik deneylerinde gerçeğe dökülmektedir. İnsanlık henüz işin başındadır. Ama, her anlamda, insanlık için başka dünyalar mümkündür.

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar