Lemi Özgen

Lemi Özgen


Nereye gitti o güzel kadınlar?

Nereye gitti o güzel kadınlar?

"Anne,

Her zamanki gibi üç beş kuruş ekmek parası uğruna koşturup durduğum yorgun bir günün gecesinde, resmine bakıyorum. Hani 1946'da, Bahariye Caddesi'ndeki fotoğrafçı Niko'nun "Hayat Fotoğraf Atölyesi"nde çekilmiş siyah - beyaz fotoğrafına.

Bay Niko stüdyo ışığını soldan vermiş. '3 Numerolu Lightmachine'dan yayılan ışık, yüzünün sağ yanında gölgeler yapmış. Grek burnunun yanında, göz çukurlarında, elmacık kemiğinin altında, boynunun çeneye yaklaşan bölümünde yoğunlaşan grilikler görülüyor.

Sararmış siyah beyaz fotoğrafta belli olmuyor ama ben gözlerinin renginin, iç üşüten bir yeşil olduğunu biliyorum. Mavi üstüne koyu mavi çiçek yaprakları ile süslü, - düğüne, veli toplantılarına giderken de onu giyerdin - elbisen var üzerinde. Küçük fiyongalarla farbelalanmış "marin yakalı" elbise bir broşla tutturulmuş. Babamın memur ikramiyesi ile Kapalıçarşı'dan alınmış, kırmızı taşlı gümüş bir broş. Boynunda da iki sıralı bir inci kolye.

Anne,

Fotoğrafta 30 yaşlarında görünüyorsun ve tevatür güzelsin. Bir zamanlar bütün kahvehane ve kıraathanelerin duvarlarını süsleyen, Karadağ Kraliçesi Saviç'in  taşbaskı resimlerine benziyorsun.

Parlak ve dalgalı saçların altından başlayan geniş ve pırıltılı bir alın. Üç numara cımbızla iyice inceltilmiş kaşların altında Mısır hiyerogliflerindeki gibi gözler. Yandan da önden de aynı simetriye sahip badem gözler.

Ucu yukarı kalkık, düz bir grek burnu. Helena Rubinstein'nın koyu kırmızı rujuyla renklendirilmiş, uçları hafifçe yukarı kıvrılmış dudaklar. Daha sonraları gördüğüm için biliyorum, yüzünde Havilland kremi ile Tokalon pudrası da var. Fotoğrafçıya giderken, çekmecenin en diplerinde sakladığın Chanel 5'i kulak arkalarına, bilek içlerine bolca sıktığından da eminim. Yakışır.

Sepya fotoğrafta belli olmuyor tabii. Ama ben, Bay Niko körüklü Kodak makinenin magnezyum lambasını parlattığında, senin o su yeşili gözlerinde sarı hareli menevişlerin anafor yaptığını da biliyorum. Yıllarca sonra bir yürek yangını yaşarken Rumeli Hisarı'nda boğazın mavi yeşil sularında da bu sarı menevişleri görmüş ve ürkmüştüm.

Anne,

Ne kadar isterdim şu anda yanımda olmanı bilemezsin..."

Efendim, bütün dünyada 'Anneler Günü'nü kutluyoruz. Bir çoğumuz benim bu yazdığıma benzeyen mektuplar, notlar yazdık ya da yazmayı düşündük. En azından kendi kendimize söyledik bunları, hasretle ve fısıltıyla.

Büyüyüp, hayatın türlü çeşitli kalleşliklerini bir bir görmeye başladığımızda, aşkla ilk tanıştığımızda, yüreğimize hançer sokulduğunda, bileklerimize kelepçe vurulduğunda, kendimizi terk edilmiş limanlar gibi yapayalnız hissettiğimizde, gece kabuslarımızda, ağır sarhoşluklarımızda yazdık ve söyledik bunları daha çok. Yani onları kaybettiğimizde, onların sonsuza kadar sürecek olan yokluklarında söyledik hep.

Oysa erken davranmak gerekir. Annelerimiz için hissettiklerimizi, onların sağlığında söylemek gerekir. Evet, anneler büyük insanlardır ama onlar da diğer tüm insanlar gibi ölümlü insanlardır. Yağmur yağdığında, uykumuz kaçtığında, badi parmağımıza bir kuş konduğu için tek başımıza ağladığımızda, "Sevdadandır, aldırma, aldırma gel yanıma" diye bizi teselli eden milyonlarca anne, ömür defteri tamam olunca bu fani dünyaya veda etti.

Sonra da biz yokluklarında hep onları anar olduk. Mektuplar yazdık. "Keşke o gün bir öpüverseydim, bir kez daha arasaydım" diye pişmanlık ağıtları yaktık.

Peki nereye gitti o güzel kadınlar, bilen var mı?

‘Anneler Günü’nüz kutlu olsun efendim…

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar