Sanatla Terapi: Sahte ışıklardan gerçek şifaya
“Sanatla terapi bu ara çok moda oldu. Fakat bunu gerçek anlamda yapan biri var mı? Varsa kim? Merak ediyorum. Yapan kişiler terapistse sanat eğitimi almış olması gerekmez mi? Tam donanımlı olmalı. Ya da sanat eğitimi almış bir kişinin kişisel gelişimde alacağı eğitim, sertifika düzeyinin ötesinde olmalı. Sosyal medyada karşıma çok çıkıyor: ‘sertifikalı 10 dersle sanatla terapi’. Bir tanesine kayıt yaptırıp dinledim; o kadar yüzeysel ve boştu ki… Sahteydi. Ama insanlar bu sahteliği gerçek zannediyor. Sonra da o sertifikalarla şifacı olduklarını iddia ediyorlar. İşte ben şimdi size biraz sanatla terapi nasıl yapılmalı onu anlatayım.”
Sanatla terapi dediğimiz şey öyle “boya yap, rahatla” basitliğinde değildir. Onu gerçek anlamda yapmak, hem insan psikolojisini bilmek hem de sanatın diline hâkim olmayı gerektirir. Çünkü sanat, bilinçaltının görünür hale gelmesidir. Bir insanın tuvalde seçtiği renk, fırça darbesi, hatta boş bıraktığı alan bile iç dünyasından bir iz taşır. Tarihsel kökenine indiğimizdeyse, Sanatın şifacı gücü insanlık tarihi kadar eskidir. Antik Yunan’da tiyatro oyunları “katharsis” yani ruhsal arınma amacı taşırdı. Orta Çağ’da ilahiler ve ikonalar, ruhun tedavisinde kullanılırdı. Osmanlı’da musiki ve Mevlevi sema ayinleri, insanı dinginleştiren bir manevi terapiydi.
Antik Yunan’da nasıl olurdu önce onu konuşalım;
Katharsis kelimesi Yunanca kathairein (arınmak, temizlemek) fiilinden gelir. Hem fiziksel temizlik hem de ruhsal arınma anlamı taşır. Tıpta bedendeki zararlı sıvıların atılması, dinde günahlardan arınma, sanatta ise duygusal boşalma demektir. Antik Yunan’da tiyatronun işlevi yalnızca eğlendirmek değildi; ruhu arındırmak, insanı kendiyle yüzleştirmekti. Bu yüzden “katharsis” kavramı ortaya çıktı. Yunanca “arınma, temizlenme” anlamına gelen katharsis, Aristoteles’in Poetika’sında en çok açımlanan fikirlerden biri oldu. Ona göre tragedya, seyircide acıma ve korku duygularını uyandırarak içsel bir boşalmaya yol açar. İnsan sahnedeki kahramanın trajedisini izlerken, kendi içindeki kaygılarla, bastırılmış korkularla yüzleşir. Güvenli bir mesafeden başkasının acısını seyreder, ama o acıda kendi yarasını bulur. Ve oyun bittiğinde hafiflemiş, arınmış, dinginleşmiş olarak tiyatrodan çıkar.Bu deneyim yalnız bireysel değil, toplumsaldı da. Açık hava tiyatrolarında binlerce kişi aynı anda aynı hikâyeyi izliyor, aynı duygularla sarsılıyor, birlikte arınıyordu. Bir tragedya, kibrin, hırsın, ihanetten doğan felaketlerin insana nasıl bedeller ödettiğini gösteriyor; seyirci hem ahlaki ders çıkarıyor hem de kendi ruhunu temizliyordu. Katharsis böylece bir tür toplumsal terapiye dönüşüyordu.Bugün bir filmde ağladığımızda, bir konserde gözlerimiz dolduğunda ya da bir resmin önünde kalbimiz sıkıştığında aslında hâlâ o katharsis deneyimini yaşıyoruz. Antik Yunan’dan günümüze değişen sahne dekorları, ışıklar, teknikler oldu belki, ama insanın arınma ihtiyacı hiç değişmedi. Sanatın şifacı gücü de burada gizli: Bize hem kendi yaralarımızı gösteriyor, hem de o yaraları paylaşmanın hafifliğini. Katarsis programının bununla alakası pek yoktur isim alıntısıdır sadece. Sapla samanı karıştırmayalım ;)
Yüzyıllar sonra Osmanlı’da da benzer bir anlayış başka bir formda karşımıza çıktı. Bu kez sahnede kralların düşüşü değil, ney sesi ve semazenlerin dönüşü vardı. Sultan II. Bayezid’in1488’de Edirne’de yaptırdığı külliye, yalnızca bir cami ve hastane (darüşşifa) değil, aynı zamanda bir medrese, imarethane ve şifahane gibi bölümleriyle bir “iyileştirme kompleksi” idi. Burada bedensel hastalıkların tedavisinin yanı sıra, ruhsal rahatsızlıkların da iyileştirilmesine önem verildi. Burada musiki, ruhsal rahatsızlıkların tedavisinde kullanıldı. Osmanlı hekimleri her makamın insanda farklı bir duyguyu harekete geçirdiğini biliyordu: Rast huzur verir, Hüseyini kalbi ferahlatır, Uşşak insanı sakinleştirir. Hekim ile musikişinas yan yana çalışıyor, tedaviyi hem ilaçla hem de sanatla gerçekleştiriyordu. Mevlevi dergâhlarında Mesnevi okumaları, devran zikri ve sema ayinleri de aynı şifacı mantığın parçasıydı. Dervişin dönüşü kâinatın ritmini simgelerken, izleyenler için de ruhu dinginleştiren bir katharsis yaratıyordu. Burada sanat bir eğlence değil, doğrudan bir tedavi yöntemiydi. Osmanlı’nın bütüncül sağlık anlayışı, bedeni ve ruhu birlikte iyileştirmeyi hedefliyordu.
Günümüzün dergâh diye adlandırılan yerlerden çok uzak gerçek bir tasavvuf yeriydi. Gerçi tek bir yer kaldı onuda bir ayrı anlatırım.
Musiki ile Tedavi II. Bayezid Külliyesi’nin darüşşifasında müzik bir tedavi aracı olarak kullanılıyordu. Udi, neyzen, hanende gibi sanatçılar belirli makamlarla hastalara musiki icra ederdi. Çünkü Osmanlı tıbbında her makamın insan ruhuna ve bedenine farklı bir etkisi olduğuna inanılırdı: Rast makamı: Huzur ve güven hissi verir. Hüseyini: Kalbe ferahlık katar, üzüntüyü hafifletir. Uşşak: İçsel dengeyi sağlar, sakinleştirir. Rehavi: Düşünceyi berraklaştırır. Böylece müzik, yalnızca bir sanat değil, doğrudan bir terapi yöntemi olarak uygulanıyordu.
Mesnevi ve Manevi Tedavi Osmanlı’da Mevlevi dergâhlarında Mesnevi ayinleri de ruhsal şifanın bir yoluydu. Mevlânâ’nın Mesnevisi, yalnızca bir edebi eser değil, ruhun eğitimi için başvurulan bir kaynaktı. Dervişler Mesnevi’yi okurken, hem mananın derinliklerine girer hem de kendi nefisleriyle yüzleşirlerdi. Bu okumalar bir tür “manevi terapi” işlevi görüyordu. Devran, zikrin topluca, dönerek ve hareketle yapılmasıdır. Sufi topluluklarda zikir sırasında dervişler dairesel bir hareketle yürür, döner; böylece hem bedeni hem ruhu hareketin ritmiyle arındırırlardı. Devran, döngüselliğiyle evrenin ritmini sembolize eder, insana evrenle bir olma duygusu verirdi. Sema ise Mevlevi geleneğinin en bilinen ritüeli. Dervişlerin semazen olarak dönmeleri, aslında kainatın dönüşünü temsil eder. Sağ el göğe, sol el yere dönüktür: “Alır ve verir, aktarır” misali. Bu dönüş, ruhun ilahi aşkla arınması, benliğin terk edilmesi, Tanrı’ya yaklaşma süreciydi. Seyredenler içinse bu, bir ruhsal huzur ve ortak bir katharsis anı yaratıyordu.Bütüncül bir şifa anlayışı
Renkler, yalnızca göze hoş gelen tonlar değil; farklı çağlarda ve kültürlerde insan ruhuna ve bedenine işleyen şifalı işaretlerdi. Osmanlı darüşşifalarında kullanılan musikinin makamları gibi, renklerin de ruh üzerinde gizli etkileri olduğuna inanılırdı. Lacivert: Osmanlı minyatürlerinde gökyüzünü temsil ederdi. Derinlik ve sonsuzluk duygusu vererek zihni dinginleştirir. Bugün psikolojide de koyu tonların huzursuzluk değil, derin konsantrasyon yarattığı kabul edilir. Turkuaz: Anadolu’nun rengi. Selçuklu çinilerinden Mevlevi tekkelerinin kubbelerine kadar kullanıldı. İnanca göre kötü düşünceleri uzaklaştırır, kalbe ferahlık verir. Türk-İslam sanatında neredeyse “koruyucu renk” olarak kabul edildi. Altın yaldız: Minyatürlerde ve hat sanatında yalnızca süs değil, ilahi ışığın sembolüydü. İnsana maneviyat hissi verir; göz kamaştırıcı değil, ruhu yücelten bir parıltıdır. Siyah: Çoğu kültürde karanlıkla ilişkilense de tasavvufta “hiçlik” ve “fenafillah”ı simgeler. Sema ayininde semazenin başındaki siyah sikkesi, egonun ölümü ve yeniden doğuşu temsil eder. Bu anlamda siyah, karamsarlık değil dönüşüm rengidir. Beyaz: Saflık ve teslimiyet. Mevlevi dervişlerinin tennuresi beyazdır; bedeni örter ama ruhun saflaşmasını da simgeler. Bedenin topraktan, ruhun ise nurdan yaratıldığı inancını hatırlatır. Erguvani: İstanbul’un kendine özgü rengi. Erguvan çiçeğinin kısa süreli açışı, ömrün geçiciliğini ama aynı zamanda varoluşun ihtişamını simgeler. Saray çevresinde bir asaleti, dervişlerdeyse tevazuyu temsil eder. Yeşil Zümrüt Tonları: Sıradan bir yeşilden farklı olarak “zümrüt yeşili” hem cennetin rengi hem de kalp çakrasının rengi kabul edilirdi. Tasavvufî metinlerde iç huzuru, gönül açıklığını çağrıştırırdı.
Renklerin bu çok katmanlı anlamları, onları yalnızca bir dekoratif unsur olmaktan çıkarır. Bir halının turkuazı, bir minyatürdeki altın yaldız, bir semazenin beyaz tennuresi ya da erguvanın İstanbul ufkunda bir anlığına belirmesi aslında ruhu tedavi eden sessiz bir dile dönüşür.
“Bu bilgiler ışığında, bugün sanat ve terapi diye adlandırılan şeyin aslında bizim kendi geçmişimize ya da bu topraklara ait bir gelenek olmadığını görüyorum. Daha çok Hinduizme dayalı, Budizm ve Hinduizmin etkileriyle Batı’ya taşınmış ve oradan bize pazarlanmış yöntemler bunlar. İnsanları yozlaştıran, içi boş, gerçeklerden uzak bir anlayışı dayatıyorlar. Birkaç sertifika, birkaç yüzeysel dersle şifacı olduklarını iddia edenler, yalnızca bir plasibo etkisi yaratıyor. Oysa biz bu topraklarda musikiyle, renklerle, semayla, Mesnevi’yle yüzyıllardır var olan, köklü ve gerçek bir şifa geleneğine zaten sahibiz. Bugün önümüze konulan bu ‘moda terapi’lerin çoğunu ben ancak içi boş, ithal edilmiş ve insanları yanıltan birer saçmalık olarak nitelendiriyorum.” “İlla bir müzik dinlemek istiyorlarsa, mantraları dinlemek yerine çok güzel ney sesleri var. Hint mantraları, Hint dualarıdır; bizden değildir. Hint dualarıyla bolluk, bereket ya da ruhu şifalandıramazsın. Herkes kendi özündeki, kendi topraklarındaki kadim bilgeliği keşfederek şifalanabilir. Çünkü gerçek şifa, dışarıdan ithal edilen yüzeysel pratiklerde değil; bin yıllardır bu topraklarda yaşayan musikide, sözde, renkte, ritimde saklıdır. Dışarıdan gelen bu tür yöntemler bana hep suyun üzerinde kalmış ince bir yağ tabakası gibi geliyor: parlayan ama derine inmeyen, kokusu hoş ama özü olmayan. Oysa ney sesinin içimize işleyen titremesinde, Mesnevi’nin mısralarında, semanın dönüşünde ve musiki makamlarının ruhu saran ezgilerinde hem derinlik hem de sahicilik vardır. Yani şifa, başka kültürlerin hazır paketlerinde değil, kendi köklerimizde gizlidir. İnsan kendi kökünü tanımadan, başka dualarla ruhunu iyileştiremez.”