İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5058 %-0.01
49,6233 %-0.08
5.736,64 % -0,28
92.449,99 %-1.091
Ara

Türkiye’de Sosyal Mobilitenin Tıkanışı

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Türkiye’de Sosyal Mobilitenin Tıkanışı

Ekonomik krizler genellikle ani ve derin daralmalar, yüksek enflasyon, işsizlik, finansal sistemde çöküş gibi göstergelerle tanımlanır. Bu tanım, klasik anlamda krizlerin birkaç yıl içinde etkilerini kaybetmeleri halinde geçerlidir. Ancak Türkiye’deki durum, yüksek ve kalıcı enflasyon, döviz bağımlılığı, dış borç sarmalı gibi faktörlerle tanımlanıyor. Bu nedenle bazı ekonomistler bunu "kriz" yerine “yeni normal” veya “ekonomik deformasyon” olarak adlandırıyor.

Bu bağlamda, "kriz var" demek yerine, "klasik kriz tanımına uymayan, yapısal bozulmalar var" demek kanaatimce daha doğru olur.

Neden mi? Gelin, anlatayım!

Enflasyonist ortam, sabit ve orta gelirli kesimin alım gücünü eritiyor. Varlığı olan kesimler (gayrimenkul, döviz, hisse gibi) enflasyondan kendini koruyabiliyor. Yani varlık sahipleri zenginleşirken, emeğe dayalı gelir sahipleri fakirleşiyor. Vergi sistemi, dolaylı vergilere dayandığı için (KDV, ÖTV vb.), bu da düşük ve orta gelirli kesimin üzerindeki yükü artırıyor. Bu da gelir transferini üst sınıfın lehine olacak şekilde güçlendiriyor. Kamu kaynaklarının dağılımı (projeler, teşvikler, ihaleler vs.) da sermaye gruplarına doğru yöneliyor; bu da "üst sınıfa doğru gelir transferi" görüşünü destekliyor. Kamu kaynakları üst sınıfların lehine kullanıldığı için alt sınıfların lehine olan sosyal devlet vasfı bir tarafa bırakılıyor, sosyal yardım anlayışı terk edilerek sosyal politika üretilmiyor.

Sosyal mobilite bugün neredeyse pratiği kalmamış bir kavram. Eskiden orta sınıf çocuklarının yukarı çıkma şansı varken, artık bu mobilite tıkanmış durumda.

Türkiye’de klasik anlamda bir "ani kriz" yerine uzun süreli, yapısal bozulmaya dayalı bir ekonomik yıpranma var. Bu süreç: Orta sınıfı eritiyor, gelecek kuşakların yaşam standardını tehdit ediyor. Dolayısıyla, "kriz yok, gelir transferi var" demek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Hükümet, patronların vergi borçlarını siliyor, teşvik paketleriyle kasalarını dolduruyor, istisnalarla, muafiyetlerle zengin sınıfı ödüllendiriyor. Aynı hükümet, emekçinin maaşından kesintileri kuruşu kuruşuna almayı ihmal etmiyor. İşçi, kazandığı üç kuruşluk maaşla hayatta kalmaya çalışırken, bu maaştan alınan vergilerle oluşturulan kamu kaynağı, dönüp dolaşıp "sermaye dostu" politikalara harcanıyor.

Bu nasıl bir çelişkidir? Emekçinin alın teriyle dolan devlet kasası, neden zengin sınıfın teşvik havuzuna boca edilir? Vergi adaleti nerede? Emeğin kutsallığından dem vuranlar, neden asgari ücretliye reva gördükleri hayatı kendilerine layık görmezler?

Türkiye’de işveren kesimi için devlet, bir tür sosyal sigorta kurumu gibi çalışıyor. Kâr düştü mü teşvik, kriz oldu mu vergi indirimi, battım dedi mi borç affı... Ama işçiye, emekliye gelince aynı devlet birdenbire “kaynak yok” bahanesine sarılıyor. Emekçinin zam talebi ‘enflasyonist baskı yaratır’ diye susturulurken, patronun vergi affı bütçeye yük olmuyor mu?

Bu düzen, açıkça emeğin aşağılandığı, sermayenin kutsandığı bir düzendir. Onlarca yıl çalışıp da hâlâ geçinemeyen milyonlarca insan varken, bu ülkenin zenginleri her yıl servetlerine servet katıyor. Çünkü sistem böyle dizayn edilmiş. Çünkü devletin eli, işçinin cebinden alıp işverenin kasasına koymak üzere eğitilmiş.

Bu dönüşüm, yalnızca gelir dağılımı bağlamında değil, aynı zamanda sınıfsal ilişkiler, sermaye yapısı ve siyasi-iktisadi ittifaklar açısından da yeni bir düzenin inşa edilmekte olduğunu göstermektedir.

Türkiye’de ekonomik istikrarın yerini siyasi merkezli yönlendirilen bir ekonomi modeli almıştır. Neoliberal politikaların tipik bir yansıması olan “alt sınıflardan üst sınıflara doğru kaynak transferi” mekanizmasını ortaya koymaktadır. Kamusal kaynakların ve teşviklerin belirli gruplara yönlendirilmesi, bu tersine refah aktarımının kurumsal bir zemin üzerinde gerçekleştiğini göstermektedir.

Sonuç olarak, bugün Türkiye’de yaşadığımız tablo ne ani bir kriz ne de gelip geçici bir sarsıntı… Daha derinde, toplumun damarlarına işlemiş bir yapısal bozulma söz konusu. Bu bozulma, emeğiyle yaşayanları her gün biraz daha geriye iterken, sermayeyi kollayan bir düzeni kalıcı hale getiriyor. Sosyal mobilitenin tıkanması da aslında bu düzenin en görünür sonucu. Yine de unutulmamalı ki ekonomi sadece rakamlardan ibaret değildir; adalet, fırsat eşitliği ve insanca yaşamın mümkün kılındığı bir toplumsal düzen de ekonomik tercihlerin ürünüdür. Bu nedenle mesele sadece “kriz var mı yok mu?” sorusundan ibaret değil; nasıl bir toplumda yaşamak istediğimiz sorusuna verilen cevaptır.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *