Öteki Kim?
Her zaman bir “biz”in karşısında duran, dışlanan, hatta bazen yok sayılan… Bu yazıda, ötekileştirmenin ardındaki korkuyu, empatiyi ve en önemlisi insan olmanın evrensel sorumluluğunu birlikte keşfedeceğiz.
Her çağın bir “ötekisi” oldu. Fikri, dini, dili, rengi, eğitimi, cinsiyeti vs. birçok nedenle çoğunluğun dışında kalanlar... Ama her defasında o “öteki” olarak tanımlanan insanlar, toplumsal aynanın kırık yerlerinden içimize bakmamızı sağladı.
Çünkü bir toplumu, neyi alkışladığı kadar, neyi dışladığı da tanımlar.
“Ben senin yerinde olsaydım,” diye başlayan cümleler bile aslında empati değil, ötekinin yerine geçmeden onu yargılama haddini kendinde bulmakdır. Oysa anlamak, onun yerinde olmak değil; onun yerinde kalmasına neden olan sistemleri sorgulamaktır.
Martin Luther King:
“Bir yerde yapılan adaletsizlik, her yerde adalete tehdittir,” der ve ekler:
“Birini doğrudan etkileyen her şey herkesi dolaylı olarak etkiler.”
Bizzat yaşadıklarımızı ne denli dikkate alıyorsak kendimiz kadar sevdiklerimize de kıyamıyorsak; aslında hayatımızda pek de yeri olmayan bu insanlara da o özeni göstermek için çok nedenimiz var. Bu neden elbette dolaylı olarak etkilenme korkusu olmamalı; daha erdemli bir niyet olmalı.
O kişilerin varlığını, insanlığını ve haklarını tanımak insanlığımızı korumaktır.
Sabah selam verdiğimiz bir esnaf, sadece gün içinde gördüğümüz ve özel hayatımızda yer almayan bir iş arkadaşı, bir çalışan, herhangi bir tanıdık veya sokakta öldürülen bir çocuk: Mattia Ahmet...
Sadece hukuk kitaplarında değil, hayatlarımızda yankılanmalı. Bir çocuk okulda dışlandığında, bir kadın kahkahasıyla hor görüldüğünde, bir adam kıyafetleriyle makul görülmediğinde, bir çalışan iş yerinde yok sayıldığında, aslında hepimiz biraz daha yalnızlaşıyoruz.
Peki, kimdir öteki?
Kimi zaman kendi halinde bir LGBTİ+ birey kimi zaman başörtülü bir kadın ya da kendi tarzında giyinen tüm kadınlar mı demeli… Başkası olmayanlar, kendi olanlar, kimliği olanlar...
“Farklı” olan herkesin öteki sayıldığı bir toplumda aslında çoğunluk yoktur. Sadece birbirine benzeyen azınlıkların korkuyla kurduğu geçici iktidarlar vardır. Geçici olmanın verdiği bir korkudur bu ve herkes kendi gücüyle yapar bu zorbalığı.
Oysa Hannah Arendt’in dediği gibi:
“İktidar, birlikte hareket etme kapasitesidir.”
Evet, Arendt’e göre iktidar, insanların birlikte hareket edip dünyayı ortaklaşa sürdürme veya değiştirme gücüdür. İktidar, tek bir kişinin değil; bir grubun elindedir ve ancak o grup birlik içinde olduğu sürece var olur. Yani iktidar sadece hareket etmek değil; uyum içinde, birlikte hareket etme yeteneğidir.
Bu yüzden gerçek iktidar, insanların birbirine güvenmesi ve dayanışmasıyla mümkün olur.
Ötekileştirmek, bu kapasiteyi paramparça eder. Bu azınlığın derdi kapasitesiz ama kendi aralarında kalmak mıdır? Böylesi geçici bir mutluluğu mu yeğlerler? Belki de farklı olanın varlığından duyulan tedirginlik yerine benzer olana sığınmanın kolaylığıdır -bütün olan. Bu kolaylığı ve hafifliği isteriz.
Peki yalnızca hafiflemeye mi geldik bu dünyaya?
Biraz büyüyemez miyiz ya da farklılaşamaz mıyız? Olduğumuz bizden daha farklı noktaya gidemez miyiz? Yarına dair büyümek, büyütmek bu kadar korkunç mudur? Bir noktada durmayı mı planlarız? O yüzden mi büyüme potansiyeli olan farklılık veya yenilikler korkutur kendilerini? Alamazlar yanlarına daha fazla ötekileri.
Peki ötekileştirme neden tehlikelidir, bunu hiç düşündük mü?
Çünkü bir kişiyi, bir grubu “biz”in dışında tanımladığınızda, onun haklarını savunmak gibi bir sorumluluk da hissetmeyiz.
Bu sizi önce sessizleştirir.
Sonra görünmez kılar.
En sonunda da yok sayar.
Tarih, bu sürecin Madımak’ta nasıl sonuçlandığını gösterdi bize.
Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, eserinde şöyle yazar:
“İnsan acısının görüntüsünü görmekle onu anlamak farklıdır. Görmek pasif bir eylem, anlamaksa bir sorumluluktur.”
Bugün ekranlarda gördüğümüz mülteciler, işsiz gençler, dışlanan kadınlar yalnızca istatistik değil. Her biri bir yaşam, bir umut, anlatılmamış bir hikâye.
Bundan dolayı şefkat pratiği yapmalıyız. Sontag, şefkatin eyleme dönüştürülmesi gerektiğini yoksa solacağını söyler. Asıl soru: Uyandırılan duygularla, aktarılan bilgiyle ne yapılacağıdır.
Ne yaparsak bir röntgenciden daha fazlası olabiliriz?
Bir kişiyi dinlemek, onunla aynı fikirde olmasak da insanlığını tanımak, bir başlangıç olabilir. Elbette çözüm sistemsel dönüşümlerde yatıyor. Ancak her bireyin, “öteki” saydığı birine bir soru sorması, onun hikâyesine kulak vermesi bu değişimin temelidir.
Nitekim insan, anlamaya başladığı yerde yabancı olmaktan çıkar. Belki sadece bir konuşma bir anı oluşturur ve burada başlar anlamak. Çünkü karşı tarafla ortak olduğumuz bir hikayemiz vardır artık. O bizim anımızda biz de onun anındayızdır. Bu paylaşım bizi anlamaya doğru yola çıkarır. Konuşmak biz insanlar için bu denli önemlidir.
İnsan, konuşarak kurtulur.
Konuşmalıyız. Ancak sadece kendimize benzeyenlerle değil. Bizden olmayan, bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayanlarla da konuşmalıyız.
Soğukkanlının heyecanlıya, resminin samimiye, ağırbaşlının şen kahkahalıya, dinginin coşkuluya, sakinin tez canlıya, kaygılının gamsıza, ketumun dobraya, sessizin cüretkâra, mesafelinin içten olana, şüphecinin güvenli olana kalbini açabildiği...
Farklılıkların tehdit değil; zenginlik sayıldığı bir dünya kurabildiğimiz gün, ötekilik sadece bir zamanlar var olmuş bir yanılsama olarak kalacak. Çünkü bu ülke, bu dünya, sadece “biz”lerden değil, “ötekiler”den de ibaret.
Ve aslında, öteki diye bir şey yok.
Sadece birbirimizi henüz tanımadık.
Birbirimizi anlamak, en büyük devrimdir.
O devrimi başlatmak için önce “öteki”nin gözlerinin içine bakmalıyız.
Orada belki de kendi insanlığımızla karşılaşacağız.