Oğullarınıza önce insan olmayı öğretin
1 Ocak 2025 ile 1 Ağustos 2025 tarihi arasında 259 kadın öldürüldü.
Kadın cinayetlerinin artık yalnızca bir "gündem maddesi" değil, bir toplumsal alarm hali olduğu gerçeğiyle yüzleşmenin zamanı geldi. Türkiye neredeyse her gün, bir kadının eski eşi, sevgilisi, akrabası ya da tanımadığı bir erkek tarafından öldürüldüğü bir sabaha uyanıyor.
Sayılar arttıkça haberler sıradanlaşıyor, sıradanlaştıkça duyarsızlaşıyoruz. Ancak her istatistik, ardında paramparça olmuş bir hayat barındırıyor.
Peki bu ölümlerin arkasında yalnızca öfke ya da kıskançlık mı var? Yoksa daha derin, daha patolojik ve sistematik bir nedenler zinciri mi söz konusu?
Bir Psikolojik Tuzak: Neden Kaçmazlar?
Toplumda sıkça sorulan acı bir soru var:
Kadınlar, tehlikeli olduğunu bildikleri erkeklerle neden ilişkilerini sürdürmeye devam eder?
Bu sorunun cevabı yalnızca "aşkın gözü kördür" şeklindeki romantik basitlikte saklı değil. Psikoloji bilimi, bu tür bağlanmaların bazen bir çeşit travma tepkisi olduğunu söylüyor.
Araştırmalar, istismarcı veya tehlikeli bireylere duyulan bağın altında "travma bağı” adı verilen bir mekanizmanın çalıştığını ortaya koyuyor. Bu bağ, kurbanın zamanla faile karşı empati geliştirmesiyle, hatta onu koruma eğilimine girmesiyle sonuçlanabiliyor. Stockholm Sendromu’nun daha kişisel bir versiyonu gibi düşünebilirsiniz.
Bir başka açıklama ise “hibristofili (suçluya duyulan cinsel ve duygusal ilgi)” olarak adlandırılıyor. Bu terim, suç işlemiş erkeklere (hatta katillere) romantik ve cinsel çekim duyan bireyleri tanımlamak için kullanılıyor. Yurt dışında hapisteki seri katillere mektup yollayan kadınların motivasyonunu anlamaya çalışırken bu kavram devreye giriyor. Psikiyatrik literatürde nadir ama tanımlı bir durum.
Hibristofil bireyler, suçlu partnerlerinin gücünden, tehlikeliliğinden, topluma karşı “asi” duruşundan etkileniyor. Bu durum bazen düşük özgüven, bazen geçmiş travmalar, bazen de kendi hayatlarındaki kaotik yapılarla açıklanabiliyor.
Elbette bu anlatı size çok uçuk gelebilir. Ama bir anlığına durun ve düşünün.
Alkol bağımlısı, sevgi göstermeyen, şiddete meyilli bir erkekten bir türlü boşanamayan, gün sonunda yine affeden kadın profilleri sadece “boşanmak töremizde yoktur” motivasyonuyla mı affediyorlar sanıyorsunuz?
Farkında olmadan psikolojik bir bağlılık içerisindeler. Bilim öyle diyor.
Ve bu noktada bir başka tehlikeli kırılma daha var:
Popüler kültürün kötü adamı güzelleştirmesi.
Dizilerde, filmlerde, sosyal medyada agresif, şiddet eğilimli erkek karakterlerin yakışıklı aktörler tarafından canlandırılarak romantize edilmesi, özellikle genç kadınların tehlikeli erkeklere duyduğu ilgiyi artırabiliyor. “Kötü çocuk” imajı, şiddetin meşrulaştığı bir estetik algısı üzerinden sunuluyor. Bu da sorunun toplumsal boyutunu daha da derinleştiriyor.
Kuzey-Güney dizisi yayınlandığında tüm genç kızlar Kıvanç Tatlıtuğ’un canlandırdığı Kuzey karakterine hayrandı mesela. Ama Kuzey özünde psikopatın tekiydi.
Ama mesele sadece bireysel patolojilerle sınırlı değil.
Kadın cinayetlerinin ardında, ataerkil bir sistemin şiddeti meşrulaştıran dili de var. “Ya benimsin, ya da kara toprağın” sözünü yıllarca türkülere, dizilere, filmlere malzeme etmiş bir toplumda büyüdük.
Kıskançlık, erkek için hâlâ bir sevgi biçimi olarak yorumlanabiliyor. Kadın terk etmek istediğinde, erkek “reddedilmişlik” hissine tahammül edemeyip cezalandırma hakkını kendinde görüyor.
Kadının ekonomik ve sosyal bağımsızlık çabası, hâlâ birçok erkekte bir tehdit algısına yol açıyor.
Ve devletin bu eşitsizliğe karşı aldığı pozisyon da çoğu zaman yetersiz.
Ancak unutmamamız gereken çok temel bir başka gerçek daha var:
Erkekleri biz yetiştiriyoruz.
Erkek çocuklara ev içinde kadına nasıl davranılması gerektiğini gösteren ya da gösteremeyen anneler ve babalar, şiddet döngüsünün kırılmasında en kritik halka.
Baba figürünün sevgisiz, otoriter veya yok sayıcı olduğu; annenin suskunlukla onay verdiği evlerde büyüyen çocuklar, ileride bu toksik erkekliğin aktarıcısı oluyorlar.
O yüzden oğullarımıza önce insan olmayı öğretmeliyiz.
Peki Hukuk Nerede Duruyor?
Türkiye’de TCK’nın 81. maddesi kapsamında kasten adam öldürmenin karşılığı ağırlaştırılmış müebbet. Ancak uygulamada “iyi hâl”, “kravat taktı”, “pişmanım dedi” gibi ifadelerle mahkemelerde indirime gidilmesi, bu cezanın caydırıcılığını gölgede bırakıyor.
Oysa Avrupa’da işler daha farklı ilerliyor.
İtalya, 8 Mart 2025’te hükümetin sunduğu ve 25 Temmuz 2025’te Senato’da oy birliğiyle kabul edilen yeni yasayla, kadına yönelik şiddet ve cinayeti bağımsız bir suç tipi olarak tanımladı: femicidio (kadın cinayeti)
Bu yasa, hiçbir indirim hakkı tanımadan müebbet hapis cezası öngörüyor.
Ayrıca takip etme, cinsel şiddet, mahrem görüntüleri yayma ya da yaymakla tehdit etme gibi suçlar için de ceza artırımı sağlandı.
Bu adım, kadını koruyan bir hukuki düzenin sadece kadınları değil, toplumun tüm ahlaki omurgasını da koruyabileceğini gösteriyor. Türkiye’de de benzer bir netlik ve kararlılıkla kadın cinayetlerine karşı yasal düzenlemeler yapılması artık bir lütuf değil, zorunluluk..
Ancak çözüm yalnızca daha ağır cezalar değil.
- Eğitim sisteminde duygusal farkındalık ve toplumsal cinsiyet eşitliği müfredatının yer bulması
- İlkokuldan başlayarak genç erkeklerin "hayır" kelimesiyle barışmasını sağlamak
- Popüler kültürde (dizi, film, roman) maço erkek, kötü çocuk anlatısının değişmesi
- Psikolojik destek hizmetlerinin yaygınlaştırılması
- Aile içinde şiddete karşı farkındalık eğitimi verilmesi
- Ve evet, sonunda da ama asla tek başına değil: adil, amasız, caydırıcı bir hukuk sistemi.
Bu bir bekaa meselesidir. Siyasetçiler bir an evvel kadın ve çocuklarını erkek şiddetinden korumanın yolunu bulmalıdır.
Aksi takdirde bu kısır döngü psikopat bir toplumun oluşmasına neden olacak ve iş işten geçmiş olacak.