3. Dünya Savaşı Hiç Bu kadar Yakın Olmamıştı
“3. Dünya Savaşı’na hiç bu kadar yakın olmamıştık.”
Bu sözler bana ait değil.
ABD Başkanlık seçimleri öncesi Netanyahu ile görüşen o dönemki ABD Başkan Adayı olan Donald Trump’a ait.
Seçimi kazanamadığı takdirde Orta Doğu’da büyük savaşların çıkacağını ve bunun 3. Dünya Savaşı’nı doğurabileceğini söylemişti.
Başkan seçildi ama bir barış güvercini olmadığını daha çok tehdit siyaseti izlediğini gördük.
Günümüzdeki İran-İsrail çatışmasının tarihini, ABD’nin payını ve 3. Dünya Savaşı ihtimalini masaya yatıralım istiyorum.
Haziran 2025’te yaşanan İsrail–İran çatışması, yıllardır biriken jeopolitik gerilimin görünür hale gelmesiydi. Komutan suikastlarından karşılıklı bombardımana, vekâlet savaşı sınırını aşan bu kriz, Orta Doğu’nun nükleer bir eşiğe ne kadar yaklaştığını yeniden sorgulatıyor.
Mart ayında Tahran’da İran Devrim Muhafızları’nın iki üst düzey komutanı öldürüldü. Mayıs ortasında ise Gazze’de bazı Hamas mensuplarının cep telefonlarına yerleştirilen yazılımlar aracılığıyla etkisiz hale getirildiği ortaya çıktı. Bu gelişmeler, taraflar arasında uzun süredir devam eden düşük yoğunluklu çatışmanın yeni ve daha sofistike bir aşamaya geçtiğini gösterdi. İran ve Hamas arasındaki ideolojik ve lojistik yakınlık nedeniyle, bu tür saldırılar Tahran’a verilmiş dolaylı bir mesaj olarak da okundu.
10 Haziran’da ise kırılma yaşandı. İsrail, Suriye’nin Kuneytra bölgesinde İran destekli tesisleri hedef aldı. Aynı gün İran, Umman açıklarında İsrail’e ait olduğu belirtilen bir yakıt tankerine saldırı düzenledi. Bu kez dolaylı mesajlar yoktu; iki devlet birbirini doğrudan hedef almaya başlamıştı. Vekâlet savaşı sınırı fiilen aşılmıştı.
İsrail ile İran arasındaki düşmanlık yeni değil. 1979’daki İran Devrimi’nden bu yana süregelen ideolojik karşıtlık, 1980’lerden itibaren Hizbullah ve Hamas gibi örgütler üzerinden yürütülen vekâlet çatışmalarıyla derinleşti. İsrail, bu tehdidi sürekli olarak “önleyici strateji” ile karşıladı. Begin Doktrini olarak bilinen bu yaklaşım, İsrail’in nükleer silah elde etme potansiyeli taşıyan her türlü tehdidi, bu kapasite gerçekleşmeden önce yok etme hakkını kendinde görmesidir. 1981’de Irak’taki Osirak reaktörüne yönelik saldırıyla uygulamaya konan bu doktrin, yalnızca askeri değil aynı zamanda doktriner bir refleksi temsil eder: Düşman devletin eline nükleer kapasite geçmeden önce “önleyici vur” ilkesi, İsrail’in ulusal güvenlik stratejisinde kökleşmiş bir norm hâline gelmiştir.
2025 yılında aynı denklem, İran için çalışıyor. Ancak İran’ın artık bu kapasiteye çok yaklaştığı görülüyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na göre İran, %60'ın üzerinde zenginleştirilmiş uranyuma sahip. Silah üretimi için %90 gerekiyor, ama aradaki fark teknik değil, sadece zamanla ilgili. İran henüz nükleer silaha sahip olmayabilir, ama onu yapabilecek düzeyde bilgi, malzeme ve politik iradeye sahip.
İsrail’in ise resmen açıklanmayan, ama tahminen 80 ila 200 arasında değişen bir nükleer başlık kapasitesi olduğu kabul ediliyor. Tel Aviv’in benimsediği “belirsizlik doktrini” İsrail’in nükleer kapasitesini ne onaylayan ne de reddeden stratejik bir suskunluk biçimidir. Bu yaklaşım, caydırıcılığı sürdürürken uluslararası baskılardan kaçınmayı mümkün kılar. İsrail, bu sayede caydırıcı bir silaha sahip olma imajını korurken, aynı zamanda nükleer silah sahibi devletlere yönelik diplomatik ve hukuki kısıtlamaların dışında kalmayı başarır. Belirsizlik, burada bir zayıflık değil, stratejik esneklik üretir.
Yaşanan bu gerilim iki ülke arasındaki tipik bir askeri gerginlikten çok daha büyük, uluslararası sistemde istikrarı tehdit eden bir krize dönüştü.
İranlı nükleer uzman Ali Vaez’in deyimiyle, bu çatışma artık “nükleer silahların kendisiyle değil, nükleer silah hakkında ne düşünüldüğüyle ilgili” derken İsrailli eski güvenlik danışmanı Chuck Freilich ise, “İran artık sınırı geçtiyse, soru saldırı değil, ne zaman ve nasıl” diyor.
Yani İran gerçekten bomba üretmiş mi üretmemiş mi o kadar önemli değil; asıl mesele, diğer aktörlerin "İran bunu yapabilir" düşüncesiyle hareket etmeleri.
Bu da “algı temelli caydırıcılığın” yani psikolojik savaşın öne çıktığını gösteriyor
Freilich’in cümleleri de bu düşünceyi destekliyor.
Eğer İran gerçekten nükleer eşiği geçtiyse (yani bomba yapmaya yetecek kadar malzeme ve niyet biriktirdiyse), o zaman artık konuşulacak şey saldırı olup olmayacağı değil, bu saldırının ne zaman ve hangi biçimde olacağıdır.
Bu ortamda akla gelen soru şu: Bu çatışma gerçekten bölgesel mi kalır, yoksa zincirleme bir etkiyle küresel bir savaş senaryosuna mı evrilir? Nükleer kapasiteye sahip (ya da çok yaklaşmış) iki devletin doğrudan çatışmaya girmesi, uluslararası ilişkiler teorisinde büyük güç savaşlarını tetikleyen nadir eşiklerden biridir.
Her ne kadar büyük güçler Çin ve Rusya bu aşamada doğrudan taraf olmasalar da, ABD açık biçimde İsrail’i destekliyor. Özellikle Trump yönetiminin sert açıklamaları ve Tel Aviv’e sağladığı askeri istihbarat desteği, ABD’yi çatışmanın siyasi boyutunda doğrudan konumlandırıyor. Dolayısıyla “üçüncü dünya savaşı” ifadesi abartı gibi görünse de, yaşananlar yeni bir küresel soğuk savaşın fitilini ateşliyor olabilir.
Bu tabloda Türkiye’nin pozisyonu ayrı bir önem taşıyor. Bir yanda NATO üyeliği ve Batı ittifakıyla kurumsal ilişkiler, diğer yanda İran’la olan coğrafi ve ekonomik bağlar. Ancak Ankara’nın bu denkleme yaklaşımı net değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan uzun süredir İsrail’e karşı uzun bir süredir sert bir dil kullanırken, diğer yandan diplomatik ilişkileri askıya almamaya çalışıyor.
İsrail’i “terör devleti” olarak tanımlayan söylemlerle diplomasi yürütmek arasında sıkışan Ankara’nın pozisyonu bana göre inandırıcılıktan uzak.
Gerçi İsrail’i kınarken devam eden ticari ilişkiler de kamuoyunda büyük yer tutmuştu ama iktidar her zamanki inkar politikasıyla bu süreci geçiştirmişti.
Öte yandan ABD, İran’a yönelik açık tehditkâr mesajlarla Tel Aviv’in yanında yer alıyor ve bu da bölgedeki dengeleri daha da keskinleştiriyor. Türkiye’nin diplomatik kanal olma iddiası, bu çelişkili duruşlar nedeniyle zayıflıyor. Ankara’nın sessiz kalmaması gerektiği açık; ancak bunun nasıl ve hangi çerçevede olacağı belirsiz.
Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” öğretisi için daha istikrarlı bir devlet yönetimi gerekir.
Haziran 2025, yalnızca Orta Doğu’nun değil, uluslararası sistemin test edildiği bir tarih olarak kayda geçiyor. Nükleer silahlar yalnızca kullanıldıklarında değil, kullanılabilir olduklarında da tehlikelidir. Gerilim, yalnızca bombalarla değil, bombaların gölgesiyle şekillenir.
Hata, her zamankinden daha maliyetli olabilir.
Bana göre önümüzde üç olası senaryo var.
Olası ilk senaryoda: Taraflar doğrudan çatışmanın eşiğine gelmiş olsa da, diplomasi son anda devreye girer. İsrail, sınırlı askeri müdahalelerle İran’a mesaj vermeyi sürdürür; İran ise nükleer programını tamamen silah seviyesine taşımadan “stratejik belirsizlik” içinde kalır. Bu senaryoda, uluslararası aktörler ara bulucu rol üstlenebilir. Kırılgan ama sürdürülebilir bir denge oluşur.
İkinci senaryoda : İran’ın nükleer silah kapasitesine çok yaklaştığına inanan İsrail, Begin Doktrini çerçevesinde doğrudan bir saldırı düzenler. Bu, nükleer tesisleri hedef alan sınırlı ama yüksek etkili bir hava operasyonu olur. İran’ın buna karşılık vermesi hâlinde, Hizbullah ve Hamas üzerinden ikinci cepheler açılır. Bölgesel savaş riski artar. ABD bu senaryoda doğrudan savaşa katılır.
Üçüncü senaryoda : İran, fiilen nükleer silah üretme eşiğini aşar, hatta gizli biçimde bir veya daha fazla başlığa sahip olur. Ancak kamuya açıklama yapmaz. Bu durumda, İsrail saldırı riskini yeniden hesaplar, doğrudan müdahale yerine daha karmaşık caydırıcılık politikaları geliştirir. Bölge, Soğuk Savaş tarzı bir nükleer dengeye girer. Ancak bu denge, vekil örgütler üzerinden yürütülen düşük yoğunluklu çatışmaları ortadan kaldırmaz.
Bu üç senaryo da can sıkıyor.
Bakalım önümüzdeki günler bize ne gösterecek?