İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5331 %0.06
49,6506 %-0.02
5.761,49 % 0,15
91.968,40 %-1.468
Ara

Otoriter rejim utancı

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Otoriter rejim utancı

AKP kurucularından, Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yapmış Hüseyin Çelik geçtiğimiz hafta Ekrem İmamoğlu ve ilçe belediye başkanlarının tutuklanmasını ve İBB’ye yönelik operasyonları doğru bulmadığını ifade etti. 
Çelik ayrıca en kısa zamanda tekrar parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğini savundu. Hatta yıllardır muhaliflerin dile getirdiği gerçeği inkar meselesine de değindi:

“Bizim arkadaşlara ‘Memlekette hukuk yok’ dediğiniz zaman diyorlar ki ‘Yaptığımız havaalanlarını görmüyor musunuz?’; ‘Demokrasi diye bir şey yok’ diyorsunuz ‘Şehir hastanelerini görmüyor musunuz?’; ‘İnsan hakları yok…’ ‘Marmaray’ı görmüyor musunuz?’ diyorlar. ‘Düşünce özgürlüğü kalmadı…’, ‘Avrasya Tüneli'ni, duble yolları, açılan üniversiteleri görmüyor musunuz?’ diyorlar.”

Aynı günlerde Gelecek Partili Selçuk Özdağ açık bir itirafta bulundu:

“2017’deki referandumda ‘evet’ oyu verdiğim için pişmanım. Halkımdan özür diliyorum.”

Bu çıkışlar bildiğiniz gibi ilk değil. Ahmet Davutoğlu, “Vesayetle mücadele ederken yeni bir vesayet inşa edildi” diyerek parti çizgisinden neden koptuğunu anlatıyor. Abdullah Gül de zaman zaman yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı gibi konularda yaptığı eleştirilerle AKP’nin kurucu ilkelerinden uzaklaştığını ima ediyor. 
Partinin özgül ağırlığı olan ismi Bülent Arınç, KHK mağduriyetleri için “vicdanım sızlıyor” dediğinde sistemin içinden bir çatlaktı bu. Partinin ekonomiyle özdeşleşmiş ismi Ali Babacan partiden ayrıldıktan sonra  “Bazı konularda itiraz ettik ama sesimiz duyulmadı” diyerek geri çekilmiş bir muhalefet tonunu benimsedi.

Ben yıllardır söylüyorum. Böyle giderse gün gelecek insanlar “Ben AKP’ye oy verdim” demeye utanacaklar.

Ancak bu açıklamaların kamuoyuna yansımasıyla birlikte, parti içindeki dilin daha da sertleştiği görüldü. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral, Hüseyin Çelik’e şu sözlerle yüklendi:

"Bir dönem AK Parti saflarında bulunmuş kişilerin bugün hükümete ayar verme çabası, yüzsüzlük ve siyasi ahlaksızlıktır. Koltuğu kaybedince karşı cepheye geçenlerin samimiyeti sorgulanır. Bu tutum en hafif tabirle nankörlük, esasen ihanettir."

Bu açıklama, AKP içindeki hâkim zihniyetin hâlâ en küçük eleştiriyi bile “ihanet” olarak kodladığını gösteriyor. Tam da bu nedenle, sistem içinden gelen itirazlar sadece içerik açısından değil, bağlam itibariyle de önemlidir.

Tarihte benzer yüzleşmeler genellikle ancak siyasi dönüşümlerden sonra mümkün olmuştur. Almanya’da 1945 sonrası, İtalya’da Mussolini rejiminin çökmesinden sonra ya da Sovyetler’de Stalin’in ölümünün ardından milyonlarca insan bir anda “ben aslında karşıydım” demeye başladı.

Gelin hızlıca örneklere bakalım...

İtalya’da Benito Mussolini’nin 1943’te devrilmesinden sonra, İtalyan faşizmiyle hesaplaşma süreci yüzeysel kaldı. Birçok eski faşist bürokrat, medya mensubu ve teknokrat, İkinci Dünya Savaşı sonrası Cumhuriyet rejimiyle uyum içinde görev yapmaya devam etti. Halk arasında yaygın olan “biz aslında zorla katıldık” söylemi, bireysel sorumluluğu görünmez kıldı. Faşist geçmişle hesaplaşmak yerine “ulusal birlik” adına sessizlik tercih edildi.

Sovyetler Birliği’nde ise, Stalin’in 1953’teki ölümünden sonra Nikita Kruşçev tarafından başlatılan “destalinizasyon” süreci bazı sembolik yüzleşmeler içerse de, rejimin çekirdeğini oluşturan yapılar korunmaya devam etti. Milyonlarca insanın baskıya uğradığı bu dönemde, ne kurumsal hesaplaşma oldu ne de geniş çaplı bir toplumsal yüzleşme yaşandı. Parti içindeki aktörler, “ben emirleri uyguladım” söylemine sığınarak kendi rollerini meşrulaştırdı. Toplumsal travma, sessizliğe gömüldü.

İspanya’da Franco rejiminin ardından, 1975’te demokrasiye geçilse de, toplumsal hafıza uzun süre bastırıldı. Bir “sessizlik anlaşması” (pacto del olvido) ile geçmiş konuşulmadı. Franco döneminde görev yapmış bürokratlar, hâkimler, akademisyenler yeni sistemde yerlerini korudu. 
Toplum, geçmişin hangi yönleriyle yüzleşileceğini değil, hangilerinin görmezden gelineceğini konuştu.

Şili’de Augusto Pinochet rejimi sonrası, insan hakları ihlalleri belgelenmesine rağmen, eski rejimin aktörleri uzun yıllar siyasetin, ekonominin ve yargının içindeydi. Pişmanlık ifadeleri gecikti; toplumsal yüzleşme yalnızca mağdurların çabasıyla ilerleyebildi.

Doğu Almanya’da (GDR), Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra STASI (gizli polis) ile işbirliği yapan binlerce kişi ortaya çıktı. Ancak çoğu kişi “ben sadece görevimi yapıyordum” diyerek sorumluluğu küçümsedi. 1990’lar boyunca “gerçekle yüzleşme” değil, “konumunu koruma” telaşı hâkimdi.

Müttefik güçler Almanya’da ülkeyi Nazilerden arındırma sürecini başlattı. Nazi Partisi üyeleri kamu görevlerinden uzaklaştırıldı. Süreç başlangıçta ciddiyetle yürütüldü. Ancak 1950’lerden sonra Soğuk Savaş’ın etkisiyle yumuşatıldı. Batı Almanya’nın Sovyet tehdidine karşı hızla toparlanması istendiği için, geçmişle yüzleşmek yerine devletin devamlılığı önceliklendi. Bu durum, geçmişteki rollerin açıkça ifade edilmesini değil, gizlenmesini teşvik etti.

Birçok eski Nazi, üniversitelere, adalet sistemine, bürokrasiye geri döndü. Toplumda yaygın olan refleks, “Ben sadece emir uyguladım” ya da “itiraz etseydim ne değişirdi ki?” gibi gerekçelerle bireysel sorumluluktan kaçmaktı. Sessizlik norm hâline geldi.

Ancak 1960’lardan itibaren yeni kuşaklar bu sessizlik duvarını zorlamaya başladı. 1968 kuşağı, özellikle üniversitelerde, anne babalarına dönüp hep aynı soruyu sordu:

“Siz o sırada neredeydiniz?”

Bu kuşak sayesinde Almanya’da Vergangenheitsbewältigung yani “geçmişle yüzleşme” kültürü doğdu. Ama bu yüzleşme, geç ve sancılı oldu. 
Kimin gerçekten utandığı, kimin korktuğu, kiminse sadece ortam gereği sustuğu belli değildi. Konformizm, geçmişte nasıl karar verdiriyorsa, yüzleşme zamanında da aynı rolü oynuyordu.

Elbette Türkiye ile bu ülkeler arasında önemli farklar var. Türkiye bugün, siyaset bilimcilerin tanımladığı biçimiyle bir seçimli otoriter rejim. Seçimler yapılıyor, muhalefet hâlâ varlık gösteriyor, siyasal çoğulluk tümüyle bastırılmış değil. Örneklerdeki ülkeler ise tam anlamıyla klasik totaliter rejim kategorisine giriyorlar: tek lider, tek parti, mutlak baskı.

Ancak tüm bu farklara rağmen, otoriter sistemlerde bireylerin gösterdiği refleksler şaşırtıcı biçimde benzer olabiliyor:

Sessizlik, geç gelen pişmanlık, inkâr, dışlayıcı dil, konformizm... 
Bu nedenle bu örnekler Türkiye’yle doğrudan kıyaslanamasa da otoriter rejimlerde hafıza ve yüzleşmenin nasıl şekillendiğine dair öğretici bir arka plan sunabilir.

Türkiye’de dikkat çekici olan, bu çatlamaların henüz yeni bir düzen kurulmadan, iktidar hâlâ yerindeyken başlaması. Bu hem riskli hem de umut verici. 
Çünkü tarih bize şunu gösteriyor: Sessizlik içinde yaşanan pişmanlıklar, sessizliği yıkacak kadar güçlü olmazsa, bir sonraki dönemin yeni sessizliğini doğurur.

AKP’nin otoriterliği ve yaşanan ekonomik kriz bu şekilde devam ederse  gün gelecek insanlar “Ben AKP’ye oy verdim” demeye utanacaklar. 
Ama o gün geldiğinde bu utancı örtmek için değil, dönüştürmek için konuşanlara ihtiyaç duyulacak. 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *