İstanbul
Parçalı az bulutlu
25°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
40,8526 %0,58
47,8160 %0,64
4.403,71 % 0,09
123.429,99 %2.902
Ara

Hukuk Devleti mi? Devlet Hukuku mu?

YAYINLAMA:
Hukuk Devleti mi? Devlet Hukuku mu?

Kıymetli dostum, marka gurusu Memduh Bozkurt'un kendi adına açtığı web sitesi memduhbozkurt.com’da son bir aydır otoriter rejimleri anlattığım bir yazı dizisi yayımlanıyor. Adolf Hitler, Stroessner, Enver Hoca ve Ceaușescu üzerine yazdım. Dünyadaki örnekleri vermeye de devam edeceğim. Her biri, gücü ele geçirdikten sonra yargıyı siyasallaştıran, rakip gördüklerini hukuk kitaplarına kafa tutarak tasfiye eden liderlerdi.

Türkiye’yi bu ligin içerisine koymaktan hicap duyarım.

Bu ülkenin demokrasiye olan bağlılığına inanmak isterim.

Ama bu yazıları yazdıkça, yazarken araştırdıkça bulduğum benzerlikler ruhumu daraltıyor.

Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması zaten tüm dünyanın konuştuğu bir olay. Tekrarlamaya gerek yok. Ancak iktidar bunu da yeterli görmedi belli ki.

Özgür Özel’in genel başkan seçildiği CHP kurultayıyla ilgili iddianame sonunda tamamlandı. Aralarında Ekrem İmamoğlu, Cemil Tugay, Özgür Çelik ve Rıza Akpolat’ın da bulunduğu 12 kişi hakkında siyasi partiler kanununa muhalefet suçlamasıyla dava açılmış. Üç yıla kadar hapis isteniyor. Eski Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu “mağdur”, Lütfü Savaş ise “müşteki” sıfatıyla dosyada yer alıyor.

Dedikodudan hallice iddialarla Türkiye’nin en eski siyasi partisine adım adım kayyum atama yoluna gidiliyor.

İlk tepkim çok insaniydi: “Yok artık yahu” dedim.

Bu iddianame seçimi “kazananları” yargılamaya çalışan bir anlayışın ürünü. Düşünsenize, parti içi bir yarış kazanılmış; üstelik bu yarışla birlikte CHP, yerel seçimlerde ülkenin en çok oy alan partisi hâline gelmiş. Ama şimdi, o sonucu getiren siyasi kadrolar sanık sandalyesinde.

Bu manzara bana yazı dizisinde ele aldığım tüm otoriter liderleri hatırlatıyor. Hepsi iktidarlarını korumak adına sistemin içindeki siyasal rakiplerine yöneldi. Özellikle de güçlü, meşru ana muhalefet odaklarını hedef aldı.

Hitler, Sosyal Demokrat Parti’yi ve lideri Otto Wels’i parlamento dışına itti, partiyi kapattı, yöneticilerini sürgüne gönderdi. Stroessner, Paraguay’da Liberaller Partisi’ni fiilen yok etti; en güçlü rakibi Domingo Laíno’yu yıllarca hapisle ve sürgünle bastırdı. Enver Hoca, Arnavutluk’ta kendi partisinin içinden çıkan fikir farklılıklarını bile “ideolojik sapma” diyerek ölümle cezalandırdı. Ceaușescu, özgürlükçü bir sosyalizm savunan Paul Goma gibi partilileri “ahlak düşmanı” ilan etti, entelektüel muhalefeti ya susturdu ya sürdü.

Ortak strateji hep aynıydı: Seçmen desteği ya da ahlaki haklılık fark etmez, kim iktidar alternatifi olabilecekse önce itibarsızlaştırılır, sonra sistemin dışına itilir.

Bugün Türkiye’de yaşanan da aynı refleksi taşıyor.

Henüz halen yukarıdaki örneklerdeki otoriterlik seviyesinde değiliz.

En azından benim umudum bu.

Ama.

Evet büyük bir ama var hayatımızın tam ortasında.

CHP gibi seçim kazanmış bir muhalefet partisi topyekün hedef altında.

Kendi iç işleyişi üzerinden bile hedefe konulucak düzeyde hem de.

Yani mesele bir seçim yarışı değil; bu, iktidar alanının kontrol altında tutulması. Kazananı değil, iktidarı tehdit etmeyeni makbul sayan bir anlayış bu.

Seçimi Kazanmak Yetmiyor Artık

CHP, 31 Mart’ta büyükşehirleri kazandı, genel tabloda birinci parti oldu. Bugün neredeyse tüm anketlerde AKP’nin önünde. Ama ne gariptir ki, bu başarıya imza atanlar hakkında dava açılıyor.

Seçimle kaybedilen yerler hukuk yoluyla geri alınmaya çalışılıyor.

Siyaset bilimci Juan Linz’in otoriter rejim tanımı aklıma geliyor: Otoriterlik çoğunluğu değil, kontrolü esas alır. Bugün Türkiye’de olan da tam bu. Halkın tercihi belli ama rejim bu tercihi tanımıyor. Tanımak istemiyor. Çünkü tanırsa, kendi meşruiyeti sarsılır. O yüzden “kazananı” mahkûm ederek, yenilmemiş gibi yapıyor.

Hannah Arendt bu durumu şöyle anlatır:
“Totaliter rejimler yalnızca yalan söylemez; aynı zamanda hakikatin yapısını da yıkarlar.”

Bugün Türkiye’de yaşanan tam da bu: Gerçek olanı itibarsızlaştırmak, olmayanı meşru kılmak.

Seçicilik, Adaletin Ölümüdür

Bu hikâyedeki en büyük tezat ise çok açık.

Yıllardır yolsuzluk iddialarıyla anılan, hakkında Sayıştay raporları bulunan AKP’li belediyelerle ilgili hiçbir savcılık harekete geçmezken; CHP’li belediye başkanları hakkında gizli tanıkların “duydum”, “öyle olduğunu düşünüyorum” gibi soyut beyanlarıyla soruşturmalar açılıyor, bazıları tutuklanıyor.

Hukukun temel ilkesi olan “kuvvetli delil” yerine “kanaat” esas alınırsa, adaletin yerini güç alır. İşte otoriter rejimlerde yargının işlevi de tam olarak budur: Gerçeği ortaya çıkarmak değil, iktidarın ihtiyaç duyduğu “gerçekliği” üretmek.

Böyle bir düzende muhalefetin her adımı kriminalize edilirken, iktidarın tüm kusurları sistemsel bir körlükle görünmez hâle gelir.

Biz çok şükür böyle olmayacağız. Çünkü Türkiye bir hukuk devletidir ve yargımız bağımsızdır.

Değil mi?

Ama işte ben biraz değişik biriyim. Şu soruyu sormadan geçemiyorum:
Bir iktidar, halkın çoğunluğu artık ona inanmıyor diye bu gerçeği bastırmaya mı çalışır,
Yoksa kendi meşruiyetini yeniden halkın iradesine göre mi kurar?

Türkiye tam da bu sorunun eşiğinde duruyor.
Ve her geçen gün, bu eşiği biraz daha geride bırakıyor.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *