Türkiye–AB ilişkilerinde zorlayıcı dönemeç
Avrupa Parlamentosu’nun son Türkiye raporu, üyelik sürecinin askıya alınmış başlıklarının ötesinde, Ankara’nın demokratik gerilemesini, Kıbrıs çıkmazını ve yatırımcı güvenini sorguluyor. Türkiye’nin yönünü yeniden Avrupa değerlerine çevirmemesi halinde, yalnızca üyelik süreci değil, içeride hukuk ve toplumsal meşruiyet de ağır bir bedel ödeyebilir.
Avrupa Parlamentosu’nun onayladığı ve Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerine dair kapsamlı değerlendirmeler içeren raporu, yalnızca Brüksel’in değil, geniş anlamda Avrupa kamuoyunun Türkiye’ye bakışını da net bir şekilde ortaya koyuyor. 367 “evet” oyuna karşılık 74 “hayır” ve 188 “çekimser” ile kabul edilen bu 27 sayfalık rapor, teknik bir belge olmanın ötesinde siyasi bir pusula işlevi görüyor. Türkiye’nin yönü, AB ile yakınlaşmadan çok uzaklaşma yönünde görünürken, rapor bir kez daha demokratik değerler, hukuk devleti ve ifade özgürlüğü konularındaki mesafenin kapatılması gerektiğini vurguluyor.
Hangi bakış açısıyla ele alınırsa alınsın, Türkiye–AB ilişkileri son on yılda büyük ölçüde şekil değiştirdi. Üyelik müzakereleri resmen dondu, yeni başlıklar açılmadı ve taraflar arasında yapısal bir güven krizi oluştu. Ancak, ilişkiler tümüyle kopmadı çünkü Türkiye jeopolitik konumu, göç yönetimindeki rolü ve Avrupa güvenliğine katkısıyla hâlâ önemli bir aktör. Ankara ise, bu stratejik konumunu kendini “vaz geçilemez” şımarıklığı içerisinde bir koz olarak kullanarak demokratik reformlardaki eksikleri ikincil plana atma eğiliminde.
Değerli dostum, Avrupa Parlamentosu raportörü Nacho Sanchez Amor’un dikkat çektiği temel nokta, Türkiye’nin AB ile ilişkilerindeki çelişkinin özünü oluşturuyor: Evet, Türkiye’nin askeri kapasitesi ve stratejik konumu Avrupa için önemli olabilir; ancak Avrupa Birliği üyeliği, salt jeopolitik değer üzerinden kazanılamaz. Asıl belirleyici olan, Avrupa’nın üzerine inşa edildiği değerler sistemine bağlılıktır: İfade özgürlüğü, bağımsız yargı, şeffaf ve hesap verebilir yönetişim, çoğulculuk ve temel insan haklarına saygı. Bu alanlarda yaşanan her gerileme, yalnızca Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini değil, aynı zamanda uluslararası düzlemde demokratik bir aktör olarak itibarını da zedelemektedir.
Raporun genel çerçevesi ve raportörün tespitleri, Türkiye’de özellikle ifade ve basın özgürlüğü, bireysel haklar, hukuk devleti ilkeleri ve yargı bağımsızlığı alanlarında ciddi bir erozyon yaşandığını ortaya koyuyor. Oysa Türkiye, bir dönem Maastricht ve Kopenhag kriterleriyle tam örtüşmese de bu standartlara oldukça yakın bir noktadaydı. Bugün gelinen aşama, yalnızca AB üyeliği perspektifi açısından değil, içeride hukuki güvenlik ve demokratik meşruiyet bakımından da bir tür “uyandırma alarmı” niteliğindedir. Bu alarmın sesi duyulmazsa, yalnızca AB kapısı değil, içeride toplumsal sözleşmenin temelleri de daha da zayıflayacaktır.
“Yok hükmünde” söyleminin gerçek etkisi
Türkiye’deki siyasi şahsiyetler ve Dışişleri Bakanlığı ile tam uyum içerisinde KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, raporda Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kuzey Kıbrıs’a yaptığı ziyaretin “yasadışı” olarak nitelendirilmesine sert tepki gösterdi ve raporu “yok hükmünde” ilan etti. Bu, Türkiye ve KKTC cephesinden gelen alışıldık bir savunma mekanizması. Ancak unutulmamalıdır ki, Avrupa Parlamentosu doğrudan halk tarafından seçilen bir kurumdur ve kararları, üye ülkelerin liderlerini bağlamasa da yönlendirir. Bu tür raporlar, Avrupa halkının ortak vicdanını yansıtır. Dolayısıyla “yok hükmünde” demek, raporu değil, Avrupa halkının eğilimlerini yok saymak anlamına gelir.
Kıbrıs meselesi raporda yalnızca sembolik bir yer tutmuyor. AB, 2004 yılında yanlış bir şekilde tüm Kıbrıs’ın ve adada yaşayanların tek temsilcisi olarak üyeliğe kabul ettiği Güney Kıbrıs’ı tek meşru temsilci olarak görmeye devam ediyor ve Kuzey’deki yönetimi tanımıyor. Bu durum her ne kadar siyasi bir çelişki gibi görünse de, Türkiye’nin “iki devletli çözüm” ısrarı da masada ilerlemeyi olanaksız kılıyor. Rum liderliği ise, bir yandan müzakereye açık olduklarını söylerken, diğer yandan KKTC’yi ve Türkiye’yi tahrik eden söylem ve adımlar atmaktan geri durmuyor. Barışçıl görünen bu çift yönlü tavır, aslında statükonun devamından çıkar sağlayan yaklaşımın farklı bir yüzü.
Yabancı yatırımcılara hapis: Yargının sınavı mı, algının krizi mi?
Son haftalarda yaşanan ve medyaya da yansıyan iki olay, Türkiye ve KKTC’nin hukuk sistemine olan uluslararası güveni ciddi biçimde sarsabilecek gelişmeler olarak değerlendiriliyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde, KKTC’de emlak yatırımı yapan iki Macar kadın yatırımcı, Kuzey’deki mülkleri “yasadışı pazarladıkları” gerekçesiyle mahkûm edildi. Bu hapis kararları, AB’nin tanımadığı bir idarenin sınırları içinde edinilen mülkiyetlerin, “Kıbrıs Cumhuriyeti mülkü” sayılması gibi hukuki bir yaklaşımın sonucu.
Ancak konu yalnızca hukuki değil; siyasi bir etki yaratmak üzere kullanılan bir baskı aracı olarak yorumlanıyor. Türkiye ve KKTC açısından bu gelişmeler, yatırım ortamına zarar verebilir. Yabancı yatırımcıların mülkiyet hakkı gibi temel haklarının bu kadar kolay sorgulanır olması, yalnızca Kıbrıs’taki belirsizliği değil, Türkiye’nin Batı ile olan “hukuk dilini” de yeniden gündeme taşıyor. AB’nin değer sistemi içerisinde mülkiyet hakkı kutsaldır. Bu tür gelişmeler, yalnızca Kıbrıs değil, Türkiye’nin tüm güneydoğu sınır hattı boyunca oluşabilecek ekonomik iş birliklerini de sekteye uğratır.
Demokratik geri gidiş ve ekonomik kırılganlık
Raporda dikkat çekilen bir diğer önemli başlık da Türkiye’nin ekonomik göstergeleri değil, bu göstergelerin arkasındaki kurumsal yapılar oldu. Merkez Bankası’nın bağımsızlığına yönelik müdahaleler, yargı kararlarının siyasallaşması, basın özgürlüğünün daralması gibi olgular, Türkiye’nin ekonomik kırılganlığını sadece sayılarla değil, sistemsel çöküşle açıklıyor.
AB nezdinde, Türkiye’nin yatırım yapılabilir bir ülke olabilmesi için yalnızca büyüme rakamları değil, bu büyümenin nasıl sağlandığı, hangi hukuki altyapıya dayandığı ve ne kadar sürdürülebilir olduğu da önemli. Bugün Türkiye’ye yöneltilen eleştirilerin merkezinde de bu anlayış yatıyor: Demokrasi olmadan ekonomi de sürdürülebilir olmaz.
Vize serbestisi: Unutulmuş bir vaat
Bir dönem hem Türkiye hükümeti hem de Avrupa Komisyonu tarafından dillendirilen vize serbestisi meselesi de raporda yer alıyor. Ancak bu konu artık ne Avrupa’nın gündeminde ne de Türkiye’nin. AB, 72 kriterin eksiksiz uygulanmasını şart koşarken; Türkiye, bu kriterlerin bazılarını yerine getirmekte isteksiz davranıyor. Özellikle terörle mücadele yasası, kişisel verilerin korunması ve yargı bağımsızlığı konularında ilerleme sağlanmadıkça, Türk vatandaşlarının AB’ye vizesiz seyahat etmesi hayalden öteye geçemiyor.
Bir gelecek vizyonu: Yol haritası mı, yoldan sapma mı?
Avrupa Parlamentosu raporu, Türkiye’ye kapıyı kapatmıyor. Aksine, kapının hangi şartlarda açılabileceğini net biçimde ifade ediyor. Bu bir rest değil, bir yol haritası. Ancak bu yolun taşları demokrasi, özgürlük, hukuk devleti ve Avrupa değerlerine sadakatle döşenmiş durumda. Türkiye bu yolu tercih eder mi, yoksa kendi eksenini farklı bir küresel dengeye mi kaydırır; bu sorunun cevabı hem iç politikada hem de dış ilişkilerde atılacak adımlara bağlı.
Son aylarda bölücü terör örgütünün kendini lağvetmesi, silah bırakması masalı çerçevesinde vaadedilen ve neler olduğunu bilemediğimiz düzenlemeler, belediye başkanlarına yönelik kumpaslar ve hapiste hangi nedenle tutulduğunu izah etmede “istedim, yapabiliyorum, yaptım” ötesinde mantıklı izahat yapılamayacak çok sayıdaki “siyasi” mahkum, üyelik perspektifi olsun veya olmasın Batı değerleri yolunda niye yürünmesi gerektiğini açıkca sergilemektedir.
Tüm bu tablo içinde, Türkiye’nin Avrupa ile yeniden gerçekçi ve yapıcı bir ilişki kurabilmesi için, iç reformlara ağırlık vermesi, Kıbrıs konusundaki söylemini çözüm odaklı hale getirmesi ve uluslararası yatırımcılar için öngörülebilir bir hukuk sistemi inşa etmesi şarttır. Aksi halde, Avrupa’yla köprüler yalnızca siyasal değil, toplumsal düzeyde de çatırdamaya devam edecektir.