İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5290 %-0.02
49,6615 %-0.11
5.739,27 % -0,24
92.631,49 %-1.325
Ara

Sömürgeciliğin zehri, Cumhuriyet’in panzehiri: Şekerin hikayesi

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Sömürgeciliğin zehri, Cumhuriyet’in panzehiri: Şekerin hikayesi

Karl Marx, Brüksel Demokratik Topluluğu'na yaptığı bir konuşmada, "Baylar," der, "Sizler belki de kahve ve şeker üretiminin Batı Hindistan'ın doğal kaderi olduğuna inanıyorsunuz.  

Ama 200 yıl önce doğa, ticaret diye bir derdi olmayan bu adalara ne şeker kamışı ne de kahve ağacı dikmişti."

Bu cümle aslında, kahvaltı soframızdaki o masum görünümlü şekerin kristalize olmuş tarihini özetler: Şeker, doğanın bir lütfu değil; kapitalizmin inşası için özel olarak tasarlanmış bir ‘kader’di.

 

Altın Bitti, Yaşasın Şeker!

İspanyol işgalciler Karayipler'e ilk ayak bastıklarında gözlerini sarı bir hırs bürümüştü, altın ve gümüş arıyorlardı.

Ancak maden yatakları yağmalanıp tükendiğinde, sömürgecilik kendine yeni bir damar bulmak zorundaydı. Aksi takdirde, istila altında olan bu adalar ıssızlığa terk edilecekti.  

İspanya’da kullanılan tarım yöntemlerini bu coğrafyada uygulamak imkânsızdı. Çözüm, Asya kökenli bir bitkide, şeker kamışında bulundu.

İşte böylece sömürge Karayipler, kapitalist dünya ekonomisinin ilk büyüme merkezi haline geldi. Ama ortada ciddi bir sorun vardı: Bu sistemi işletecek insan gücü kalmamıştı.  

İspanyol kılıçları ve Avrupa'dan getirilen salgın hastalıklar, yerli halkı kitlesel katliamlarla ve toplu intiharlarla yok etmişti. Feodalizmin insani iş gücü olmadan var olması mümkün değildi, kapitalizm ise ucuz iş gücü olmadan nefes alamazdı.

 Tam da bu noktada tarih, en karanlık sayfalarından birini açtı: Afrika’dan taşınan köleler. Venedik’in Kaffa’daki köle ticaretinden devralınan miras, Atlantik’te devasa bir insan ticaretine dönüştü. Şeker plantasyonları, sanayi devriminden çok önce, disiplinin, vardiya sisteminin ve acımasız üretimin ilk laboratuvarları, yani ‘tarladaki fabrikalar’ oldu.

 

Lüksten Proletaryanın Yakıtına

14. yüzyılda bir kilogram şekerin değeri, yetişmiş bir öküzün fiyatının beş katıydı. Günümüzden bakılınca ne kadar da şaşırtıcı değil mi? O dönemde Avrupa’nın tatlı kaynağı baldı. Fakat Reform hareketleriyle birlikte kiliselerde mum kullanımı azalınca, arıcılık sektörü çöktü ve balın tahtı sallandı. O sırada da sömürgelerden gelen şeker arzı patlama yaptı.

 Kapitalizmin dehası (ya da laneti diyelim), şekeri aristokrasinin lüks sofralarından alıp, işçi sınıfının günlük ‘yakıtına’ dönüştürmesindeydi. Sanayi devrimiyle birlikte, uzun saatler çalışan Avrupa işçisinin enerjiye ihtiyacı vardı.  

Pahalı et ve sebze yerine; şekerli çay ve reçelli ekmek, ‘ucuz kalori’ olarak proletaryanın sofrasına kondu ve vazgeçilmezi haline geldi. Yani sömürgelerdeki kölenin kanıyla üretilen şeker, metropoldeki işçinin çarkları döndürmesini sağlıyordu. Oldukça çarpıcı değil mi?

 

Baronların Yükselişi ve Pancar Devrimi

Bu sistem, Baron Schimmelmann gibi figürleri yarattı. Silah satıp savaşları besleyen, köle ticaretiyle iş gücü sağlayan, plantasyonlarında üretim yapan ve elde ettiği geliri kendi bankasında yöneten Schimmelmann, günümüzün ‘çok uluslu şirketlerinin’ ilkel ama vahşi bir prototipiydi.

 Ama 19. yüzyılda dengeler değişti. Napolyon Savaşları ve İngiliz ablukaları, Kıta Avrupası'nı sömürgelerden elde edilen şekerden mahrum bırakınca, sahneye ‘şeker pancarı’ çıktı. İngiliz tekelini kırmak isteyen Almanya ve Fransa, pancar üretimine sarıldı. Köle emeğine dayanmayan ve yerelde üretilen pancar şekeri, kamış şekerine karşı stratejik zaferin galibi oldu. Şeker, artık sadece ticari bir meta değil, ulusal bir güvenlik meselesiydi.

 

Anadolu'nun Cevabı: ‘Üç Beyaz’ ve Cumhuriyet'in Mücadelesi

Dünya, bu kanlı ticaret ağlarıyla örülmüşken, genç Türkiye Cumhuriyeti hayati bir sınavla karşı karşıyaydı. Osmanlı, kapitülasyonlar ve Düyun-u Umumiye kıskacında, şekeri bile Avusturya veya Fransa’dan ithal eder hale gelmişti. Şeker, bağımsızlığın olmadığı yerde bir ‘sömürge ürünü’ydü adeta.

Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosu bir şeyi çok iyi biliyordu: Siyasi bağımsızlık iktisadi bağımsızlıkla taçlanmalıydı. İzmir İktisat Kongresi'nde alınan kararlar, bu farkındalığın tarihe kazınmış bir mührüydü.  

Cumhuriyet'in ‘Üç Beyaz’ projesi (Un, Şeker, Pamuk), küresel kapitalizmin dayattığı iş bölümüne açık bir başkaldırıydı.

 

Uşak ve Alpullu: Bir Fabrikadan Fazlası

Bu vizyonun ilk somut adımı, devletten önce bir müteşebbis ruhla, Uşaklı Molla Ömeroğlu Nuri (Şeker) Bey'den geldi. Nuri Bey, köylüleri örgütleyerek, bir kooperatif mantığıyla Uşak Şeker Fabrikası'nın temellerini attı (1926). Hemen hemen aynı dönemde, Trakya'da devlet desteğiyle Alpullu Şeker Fabrikası yükseldi. Alpullu, 1926'da ilk Türk şekerini üreterek, Uşak'tan günler önce faaliyete geçme onuruna erişti.

 

Bu fabrikalar, Karayipler’deki sömürü düzeninin tam tersi bir politikayla kurulmuştu…

Sömürü değil kalkınma: Karayipler'de yerli halk yok edilip köleler getirilirken, Anadolu'da köylü ‘milletin efendisi’ sayılarak üretimin ortağı yapıldı.

Monokültür değil entegrasyon: Şeker pancarı, sadece şeker demek değildi. Küspesiyle hayvancılığı, atığıyla alkol ve maya sanayisini besleyen entegre bir kalkınma modeliydi.

 Bağımsızlık sembolü: Üretilen her bir çuval şeker, dışarıya akıtılmayan döviz ve emperyalizme karşı kazanılmış bir mevzi demekti.

 Şekeri ‘tatlı’ bir lüks olmaktan çıkarıp, halkın temel gıdası ve sanayileşmenin motoru haline getiren bu genç Cumhuriyetti. 1930’lara gelindiğinde Türkiye, şeker ihtiyacının tamamını kendi topraklarından karşılayabiliyordu.

 

Tarih boyunca Karayipler'de kölelikle, Avrupa'da sınıf ayrımıyla anılan şeker; Anadolu bozkırında ise ‘hürriyet’ ve ‘kendi kendine yetebilme’nin tadı olmuştu. Uşak ve Alpullu'nun bacalarından çıkan duman, sadece bir üretim belirtisi değil, aynı zamanda sömürgeci dünya düzenine verilmiş en anlamlı cevaptı.

Bugün modern tıp, haklı gerekçelerle bizi 'üç beyaz'dan (un, tuz, şeker) uzak durmaya çağırıyor. Ancak tarih bize başka bir perspektif sunar: Cumhuriyet’in reçetesindeki 'üç beyaz' (un, şeker, pamuk), bedeni şişiren bir lüks değil, hasta bir ekonomiyi ayağa kaldıran şifa kaynağıydı. O bacalar bizi obeziteye değil, tam bağımsızlığa taşıdı. Sözün özü; şeker bugün damarlarımız için bir tehdit olabilir ama o gün, sömürgeciliğin zehrine karşı bu milletin elindeki yegâne 'panzehir'di. 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *