İsrail–İran savaşı Türkiye’ye ne anlatıyor?
İsrail’in yoğun hava saldırılarıyla başlayan ve İran’ın altyapı sistemini hedef alan harekât, geleneksel bir çatışma değil, çok boyutlu bir yıpratma ve çökertme süreci olarak şekillendi. Bu tablo, yalnızca Ortadoğu dengelerini değil, Türkiye’nin güvenlik, enerji ve diplomatik pozisyonlarını da yeniden değerlendirmesini zorunlu kılıyor.
İsrail’in İran’a yönelik baskın hava saldırılarıyla başlayan çatışma, birkaç gün içinde klasik bir savaş tanımının ötesine geçti. Karşılıklı füze atışlarının yarattığı illüzyon, bazı Türk televizyonlarında “denge” algısı yaratsa da, sahadaki gerçekliğin çok farklı olduğu uluslararası haberlerde net biçimde görülmekteydi; bu, bir çatışma değil, bir kapasite yok etme ve karşıt görülen rejimi çökertme operasyonuydu.
İsrail’in ezici üstünlüğüyle yürütülen savaşta İran adım adım çöküşe sürüklenirken, Ortadoğu yeni bir jeopolitik şekillenmenin sancılarını yaşıyor. Türkiye ise komşusundaki bu yıkımdan yalnızca ekonomik ve güvenlik riski değil, aynı zamanda hayati bir yönetim dersi çıkarmak zorunda. Dış politika, artık hamaset değil gerçekçilik talep ediyor.
İsrail’in tam kapasite hava gücü, siber silahları ve Mossad’ın iç istihbarat ağıyla yürüttüğü kampanya, İran’ın hem altyapısını hem de beyin takımını hedef aldı. Rafineriler, elektrik santralleri, iletişim ağları ve özellikle nükleer tesisler sistematik biçimde devre dışı bırakıldı.
İran’ın füze kapasitesiyle sınırlı düzeyde yanıt verdiği, bu füzelerin de büyük ölçüde İsrail’in çok katmanlı savunma sistemleri tarafından etkisiz hale getirildiği gözlemlendi. Savaş, yalnızca sahadaki kapasite farkını değil, jeopolitik yalnızlık ve istihbarat etkinliği açısından da büyük bir asimetriyi ortaya koydu.
İran’ın kırılganlığı: Askeri yenilgi değil, sistemsel çözülme İsrail’in askeri kapasitesi ile İran’ın verdiği tepkinin karşılaştırılması, teknik ve operasyonel bir eşitsizlikten çok daha fazlasına işaret ediyor. İran, 1979 sonrası geliştirdiği dış politika anlayışı çerçevesinde bölgesel nüfuzunu mezhepsel ve ideolojik hatlar üzerinden kurmaya çalıştı. Bu politika, kısa vadede bazı alanlarda taktiksel başarılar üretmiş olsa da, uzun vadede yalnızlaştırıcı bir etki yarattı.
Bugün itibarıyla İran, herhangi bir bölgesel devletin doğrudan askeri desteğini alamamakta; Çin ve Rusya’nın desteği ise diplomatik açıklamalar ve sembolik teknik yardımla sınırlı kalmaktadır. Bu yalnızlık, özellikle savaşın seyrinde kritik hale gelen istihbarat açığıyla birleştiğinde, İran’ın kırılganlığını daha da belirginleştirdi.
İran rejimi, 1979’dan bu yana İslam devrimini bir “rejim ihracı” modeline dönüştürerek, mezhepsel müdahaleciliği dış politikasının merkezine yerleştirdi. Lübnan, Suriye, Irak, Yemen gibi ülkelerde vekil güçlerle kazandığı görünür avantajlar, uzun vadede ters teperek İran’ı yalnızlaştırdı. Komşuları ve İslam ülkeleri, İran’ın yayılmacı ajandasına karşı gard aldı.
Bu yalnızlaşma, bugün askeri zayıflığın da temel kaynağı.
Öte yandan, Mossad, İran’ın en gizli birimlerine kadar sızmış durumda. Nükleer fizikçilerin, üst düzey komutanların, hatta genelkurmay başkanının dahi hedef alındığı operasyonlar, artık İsrail’in İran içinde “evinin içini” bildiğini açıkça gösteriyor. İran istihbaratı fiilen çökmüş durumda.
Üstelik 46 yıldır devam eden nükleer programda gelinen nokta da hüsran: Zenginleştirme %60’ta takılı kaldı, nükleer silah eşiği olan %90’ın hâlâ uzağında. İsfahan’daki kritik tesisin imha edildiği, rejim liderliğince de teyit edildi. Artık nükleer silah değil, barışçıl nükleer enerji bile İran’a çok görülüyor.
Türkiye açısından çok boyutlu risk matrisi İran’ın doğrudan hedef haline gelmesi, Türkiye için sınır güvenliğinden enerji güvenliğine, ekonomik dengelerden diplomatik pozisyonlamaya kadar geniş bir yelpazede etki üretmektedir.
Enerji güvenliği ve ekonomik baskılar
Türkiye, enerji ihtiyacının büyük kısmını dış kaynaklardan karşılayan bir ülke olarak, İran’daki çatışmanın uzamasından ve Hürmüz Boğazı gibi stratejik geçitlerde olası aksaklıklardan doğrudan etkilenmektedir. Haziran ayı itibarıyla Brent petrol fiyatlarında gözlenen %10 artış, enerji enflasyonu, sanayi maliyetleri ve cari açık üzerinde baskı yaratmaya başlamıştır. Ancak Hürmüz kilitlenirse, 150 dolar senaryosu gündemde. Bu durumda:
• Enerji maliyetleri sanayi üretimini boğar.
• Enflasyon kontrolden çıkar.
• Merkez Bankası faizleri artırsa bile kuru kontrol edemez.
• Türkiye 2001 krizi benzeri bir finansal dar boğaza girer.
Uzun süreli bir tedarik krizi, Türkiye’nin büyüme hedeflerini revize etmesini, Merkez Bankası politikalarında ilave sıkılaşma önlemleri alınmasını ve hane halkı gelirlerinde reel kayıpları gündeme getirebilir. Mevcut ekonomik sıkıntılar dikkate alınırsa derinleşecek krizle birlikte halkta artmakta olduğu gözlemlenen değişim baskısı yeni bir evreye girebilir.
Güvenlik ve sınır yönetimi
İran’ın çöküşü sadece göç değil, vekil güçler üzerinden Türkiye’ye yönelik terör tehditlerini de artırabilir. Irak ve Suriye’deki İran destekli grupların Türkiye’yi hedef alma ihtimali artıyor. Ayrıca Türkiye’nin desteklediği SMO gibi yapılar, İran destekli güçlerle çatışmaya girerse, Ankara sahada doğrudan taraf haline gelebilir.
İran’daki Azeri Türk nüfusu, her ne kadar sisteme entegre görünse (nitekim Ali Hamaney ve Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan da Azeri kökenli), ve etnik kimlikten önce mezhepsel (Şii) kimlik ön planda gelse de savaş, çöküş ve devlet otoritesinin dağılması durumunda, Türkiye’ye kitlesel göç hareketleri doğurabilir. Bu göç dalgası:
• Etnik uyum sorunları yaratabilir,
• Türkiye’nin sosyal ve ekonomik kapasitesini zorlayabilir, Güvenlik politikalarını yeni baştan şekillendirmeyi zorunlu kılabilir. Nitekim, gelişmeler üzerine muhakkak ki Türkiye İran’a komşu bölgelerde —özellikle Van ve Hakkâri illerinde— sınır güvenliği önlemleri artırmış, İran kaynaklı düzensiz göç potansiyeline karşı teknik ve idari tedbirler gözden geçirmiştir.
Ayrıca İran’ın Irak ve Suriye’deki vekil güçleriyle olan ilişkileri nedeniyle, çatışmaların bu ülkelere sıçrama riski Türkiye’nin sınır ötesi operasyon alanlarını da doğrudan etkileyebilecek bir faktördür.
Dış politikada konum kaybı
Türkiye, son on yılda çeşitli uluslararası krizlerde dönemsel olarak etkin bir arabulucu rolü üstlenmeyi başarmış bir aktördü. Özellikle 2022’deki Rusya–Ukrayna savaşı sırasında İstanbul’da yürütülen diplomatik temaslar ve Karadeniz Tahıl Koridoru gibi pratik sonuçlar doğuran girişimler, Türkiye’nin çok yönlü diplomaside önemli bir pozisyon edindiğini göstermişti.
Ancak İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında da, İran ile başlayan savaşta da Türkiye benzer bir arabulucu kapasite geliştiremedi. Bu durumda etkili olan bir dizi yapısal ve politik faktör öne çıkmaktadır:
Söylem tercihleri ve tarafsızlık algısının aşınması: Gazze krizinden bu yana Türkiye’nin İsrail’e yönelik söylemlerinde hukuki sınırların ötesine geçen ve diplomatik teamüllerle çelişen sert tanımlamalar dikkat çekmiştir.
“Soykırım”, “terör devleti”, “meşru hedef” gibi nitelendirmeler, sadece İsrail ile ilişkileri koparmakla kalmadı; aynı zamanda Türkiye’nin üçüncü taraflar nezdinde tarafsız ve güvenilir bir diplomatik aktör olarak konumunu zedeledi.
Bu sert retoriğin iç kamuoyuna yönelik mobilizasyon amacı taşıdığı görülmekle birlikte, dış politika düzleminde manevra alanını daralttığı açıktır.
Hamas’la kurulan açık ilişki ve bunun diplomatik maliyeti: Türkiye’nin Hamas’la uzun süredir devam eden ilişkisi, bu yapı Ankara tarafından meşru bir siyasi aktör olarak tanımlansa bile, İsrail ve Batı tarafından terör örgütü olarak kabul edilmesi nedeniyle Türkiye’nin “dürüst kolaylaştırıcı” statüsüne zarar vermiştir. İran’ın da Hamas’a destek verdiği bir ortamda, Türkiye’nin benzer çizgide görünmesi, savaşın iki tarafına eşit mesafede durma kabiliyetini ortadan kaldırmıştır.
Diplomatik temasların azalması ve kurumsal kanalların kesintisi: 2024’de büyükelçilerin karşılıklı olarak çekilmesi, Türkiye–İsrail ilişkilerinde doğrudan temas mekanizmalarını neredeyse tamamen devre dışı bırakmıştır. Ayrıca İsrail ile yürütülen ticaretin de Gazze saldırıları nedeniyle durdurulması, ilişkilerin yalnızca diplomatik değil, ekonomik düzeyde de donmasına yol açmıştır. Diplomasi, kriz anlarında sürdürülebilir ilişki ağı üzerine inşa edilir. Bu ağ koparılmışsa, arabuluculuk kapasitesinden bahsetmek güçleşir.
Türkiye’nin savaş ortamında arabuluculuk yapamamasının temelinde bu faktörler bulunmaktadır. Bu yalnızca geçici bir dış politika pozisyonu kaybı değil; aynı zamanda çok taraflı diplomasideki rol algısının yeniden şekillenmesine yol açabilecek yapısal bir kırılmadır.
Suriye politikası ve SMO: Potansiyel risk alanı İran’ın zayıflaması, yalnızca ikili ilişkiler düzeyinde değil, bölgedeki vekil güç dinamikleri açısından da ciddi sonuçlar doğurmuştur. Özellikle Suriye sahasında, İran destekli Şii milislerin çekilmesiyle oluşan boşluk, Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) manevra alanını genişletmiş, ancak bu durum beraberinde yeni riskleri de gündeme getirmiştir.
SMO’nun denetimsiz büyüme riski: SMO, sahada Türkiye ile koordineli hareket eden bir yapı olmasına rağmen, örgütsel yapısı itibarıyla heterojen ve yerel milislerin birleşiminden oluşmaktadır. Bu çeşitlilik, komuta-kontrol zincirinin zayıflamasına ve disiplin sorunlarına yol açabilmektedir. İran’ın sahadan çekilmesiyle ortaya çıkan alanın doldurulması, SMO’nun kontrolsüz büyümesine ve potansiyel olarak radikalleşmesine zemin hazırlayabilir. Bu da uzun vadede Türkiye’nin desteklediği bir yapının, Türkiye’nin güvenlik önceliklerine ters düşecek şekilde evrilmesi tehlikesini doğurur.
Radikalleşme ve ideolojik sapma olasılığı: Son dönemde bazı SMO birlikleri arasında selefi eğilimlerin artmakta olduğuna dair çeşitli saha raporları mevcuttur. Bu eğilimler, kontrol edilmediği takdirde SMO’nun bir kısmının radikal unsurlar tarafından yönlendirilmesine yol açabilir. Bu durum, Türkiye’nin uluslararası düzeyde karşı karşıya kalabileceği güvenlik ve itibar sorunlarını derinleştirebilir.
Yeni Suriye yönetimiyle temasın şekli: Suriye’de Esad sonrası oluşan yeni iktidar yapısının şeriat temelli bir yönetim modelini benimsediğine dair çeşitli kuvvetli işaretler alınmaktadır. Bu yapı ile ilişki kurup kuramamak, Türkiye açısından karmaşık bir dengeyi gerektirir. Suriye’deki iktidar değişikliği sonrasındaki sıcak fotoğraflara, Dolmabahçe görüşmesi gibi samimi temaslara rağmen yeni Suriye yönetimiyle ilişkilerin çok hassas ve gerilimlerle dolu geliştiği görülmektedir. Tamamen ilişkisiz kalmak, sahadaki etkisini yalnızca vekil güçlerle sınırlı tutar; öte yandan, kontrolsüz destek politikaları da ileride SMO’nun Türkiye’ye karşı bağımsızlaşma riskini artırabilir. Bu nedenle, analistler sıklıkla rejimle kısıtlı ama çıkar temelli bir temas kanalı oluşturulması, güvenlik ve diplomasi açısından gerekli hale geldiği değerlendirmesini yapmaktadırlar.
SMO’nun geleceği, yalnızca Suriye iç savaşının değil, Türkiye’nin sınır ötesi güvenlik mimarisinin de belirleyici öğelerinden biri olacaktır. Bu yapı üzerinde kurulan strateji, kısa vadeli kazanımları değil, uzun vadeli sürdürülebilirliği hedef alarak kurgulanmalıdır.
İran’ın iç dinamiklerinden Türkiye’ye yansıyan dersler İsrail–İran savaşında dikkate alınması gereken en az cephe hattı kadar önemli bir başka konu da, İran’ın iç bünyesindeki çözülmedir. Bu çözülme, askeri kapasite düşüşünden ziyade sosyo-politik ve kurumsal düzeydeki erozyondan kaynaklanmaktadır.
Nitelikli insan kaynağında tükeniş: İran, 2000’li yılların başından itibaren hızlanan bir beyin göçü süreciyle karşı karşıya kalmıştır. Başta akademisyenler, mühendisler ve sanatçılar olmak üzere ülkenin yetişmiş insan gücü, rejimin baskıcı uygulamaları, ekonomik çöküş ve ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar nedeniyle yurtdışına yönelmiştir. Bu durum yalnızca mevcut üretim kapasitesini değil, ülkenin uzun vadeli inovasyon potansiyelini de zayıflatmıştır.
Kurumların ideolojikleşmesi ve yargı bağımsızlığının kaybı: İran üniversiteleri, 1980’lerden itibaren İslami Devrim rehberliğinde yeniden yapılandırılmış ve bu süreçte bilimsel liyakat yerine ideolojik sadakat ölçüt kabul edilmiştir. Benzer şekilde, yargı organları da bağımsız karar alma kabiliyetlerini kaybederek yürütmenin siyasi uzantısı haline gelmiştir. Bu durum, hem iç hukuk sistemine olan güveni zedelemiş hem de uluslararası yatırımcılar açısından öngörülemez bir ortam yaratmıştır.
Sosyal kırılganlık ve rejime olan meşruiyet krizi:
Enflasyon, işsizlik, adaletsizlik ve baskılar sonucu halkta sistematik bir yorgunluk ve umutsuzluk gelişmiştir. Özellikle genç kuşaklar, rejimin dini ve ideolojik dayatmalarına karşı ciddi bir mesafe koymaktadır. Son yıllarda üniversitelerde, sokakta ve hatta geleneksel olarak rejime yakın çevrelerde dahi dile getirilen memnuniyetsizlikler, halkın kolektif ruh hâlinde bir kırılmaya işaret etmektedir.
Türkiye için yapısal ikazlar: İran’da yaşanan bu çözülme, Türkiye için yalnızca jeopolitik anlamda değil, iç yönetim modeli açısından da uyarıcı niteliktedir. Türkiye’de de son yıllarda benzer sorun alanları dikkat çekmektedir: bilimsel üretimin düşmesi, üniversitelerin kalite kaybı, yargının siyasallaşması, liyakat dışı atamalar ve medyanın işlevsizleşmesi gibi olgular, Türkiye’nin uzun vadeli refah ve istikrar potansiyelini zayıflatabilecek gelişmelerdir.
İran örneği, iç hukuk, bilim, ifade özgürlüğü ve eğitim sistemindeki gerilemenin; dış politika alanında da zayıf manevra alanları, düşük itibar ve yüksek yalnızlık biçiminde nasıl yansıdığını açıkça göstermektedir.
Gerçekçiliğe dayalı yeni bir yaklaşım zorunluluğu İsrail–İran çatışması, Ortadoğu’da yeni bir jeopolitik dönemecin eşiğine işaret etmektedir. Türkiye açısından bu süreç yalnızca bir dış politika sınavı değil, aynı zamanda içeride yönetimsel kapasitenin de yeniden değerlendirilmesi gereken bir zemin üretmektedir.
Dış politika; retorik üstünlük, dini referanslar ya da ideolojik tercihlerle değil, gerçekçilik, ulusal çıkar ve kurumsal kapasiteyle yürütüldüğünde etkin olabilir.
Türkiye’nin bu süreçte atabileceği temel adımlar şunlar olabilir:
• Enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve kriz yönetim kapasitesinin artırılması, • Suriye’deki vekil unsurlarla ilişkilerin sınırlandırılması ve kontrol altına alınması, • Diplomatik tarafsızlığın yeniden tesis edilmesi, • İçeride şeffaflık, hukukun üstünlüğü ve liyakat temelinde bir yönetsel reform sürecine girilmesi.
İran örneği, yalnızca dış politika değil, içeride inşa edilemeyen bir toplumsal sözleşmenin de nasıl kırılganlık ürettiğini göstermektedir.