Bosna, Mahfuz Ülkem
“Ben babaannemi; göç yolunda, vagonlarını babalarından, annelerinden durmadan bir şeyler isteyen çocukları, bazıları durmaksızın ağlayan bebekleriyle bakışlarında endişe okunan göçmenlerin, tekerleklerinin takırtılarıyla ve ağır kütlesiyle her şeyi bastıran bir gerçeklik olarak yol alan trende, pencerenin yanında, bir eli dizine yatmış torununun başında, dudakları kıpır kıpır dua ederken görmüş gibi sık sık o haliyle gözümün önüne getiririm. Hem de pencereden, geriye doğru kayıp gidiyormuş gibi görünen köylere, kasabalara, bahçelere bakarken, her geçen saatle daha da uzağına düştüğü memleketindeki hayat defterinin artık kapandığını derinden hissetmenin kederi yüzüne yansımış olarak.
Memleketiyle, eviyle arasına gitgide büyüyen uzun mesafeler girerken babaannem bunun, artık geri dönüş ihtimali olmayan kesin bir kopuş olduğunu biliyor ve kederini oğluna, gelinine hissettirmek istemiyordu herhalde.
O fakir aileyi, onları göç etmek için bindikleri trende; Yeni Pazar kasabasında, mekan-zaman bütünselliği içinde geçirdikleri zamanı birdenbire geçmiş zamana dönüştürürken, gelecek zamana da belirsizliklerin koyu gölgsini düşüren baskın bir şimdiki zamanı, zor zamanı yaşamanın neden olduğu şaşkın ve ürkek halleriyle hayal etmeyi bırakmadım hala.
Savaşın patladığı memleketinden kaçarcasına yollara düşüp, sonunda onları Türkiye’ye getirecek olan bu trene kendilerini attıklarında yanlarında neredeyse hiçbir şeyleri olmayan bu fakir ailenin en yaşlı üyesi babaannem sustuğu zaman zor geçen hayatının yıprattığı incecik bedeninin Bursa’da nerede, hangi mezarlıkta, mezarlığın neresinde toprağa verildiğini bilmemenin, isminin yazılı olduğu bir mezar taşını asla göremeyecek olmanın yarattığı boşluk duygusu beni her yokladığında da trenin penceresinden dışarıya bakan, dudakları kıpır kıpır, zayıf yüzünü gözümün önüne getiririm.
Memleket ve vatan olarak isimlendirdikleri iki “yer”leri vardır göçmenlerin. Göçtükleri yerde yaşarken, geride bıraktıkları, uzak düştükleri yeri de taşırlar içlerinde. Babaannemin durumu farklıydı bu bakımdan. Yine ailesiyle yaşadığı ve neredeyse içinden hiç çıkmadığı bir evdeydi, Boşnakça konuşuyordu ve durmaksızın Boşnakça dua ediyordu.
Başında kar gibi beyaz yemenisi ve uzun hırkasıyla hatırlıyorum babaannemi. Hep pöstekisinde otururdu. Evin sofasında serili olan bu pösteki, babaannemin adasıydı adeta.
Yanından geçerken elimden tutup dizinin dibine oturtur, başımı okşayarak, sadece ondan duyup öğrendiğim Boşnakça sevgi sözcüklerini söylerdi. Ben de onun akıp giden Boşnakçasını dinlerdim.
Bir gün sustu babaannem ve Boşnakçanın sesi kesildi evde. Ardında bıraktığı boşluğun mekanı oldu ev.
Daha çocuktum o öldüğünde. Şairin dediği gibi, onu evden, onu dünyadan çıkardılar”…
Şair, öykü ve anı yazarı, denemeci İsmet Tokgöz, piyasaya yeni çıkan kitabı “Bosna, Mahfuz Ülkem –Bir Hayat, Bir Ülke, Bir Şehir-“ adlı kitabında,Yugoslavya iç savaşında büyük acılar yaşamış olan memleketi Saraybosna’yı ve Türkiye’ye göç eden kendi ailesini anlatıyor.
Bosna için niçin “Mahfuz Ülkem” dediğini de şöyle açıklıyor İsmet Tokgöz;
“Mahfuz sıfatını, bir hukuk terimi olan ‘mahfuz hisse’deki anlamıyla kullandım Bosna için; yasal mirasçıların paylarına düşen ve miras bırakanın sağlığında onlardan başkalarına devretmesine izin verilmeyen hisseleri ifade eden anlamıyla. Ben bir yaşındayken ölen annemden sonra, dört beş yaşındayken babaannemi de kaybedince, onun başımı okşarken söylediği Boşnakça sevgi kelimelerini, yatağıma uzanıp, gözlerim kapalı tekrar ederken başladı hisse edinmem. Babaannemden sonra Boşnakça konuşulmaz olmuştu evde”…
Esaslı bir “Tarihçe”nin de yer aldığı kitapta, “Bir ülke nedir?, Bir ülkeyi nasıl anlayabiliriz? Bir ülke bir insan için ne ifade eder?” sorularına ayrıntılı ve tatmin edici cevaplar veriliyor.
Bu kitap buram buram memleket özlemi kokan bir kitap elbette. İsmet Tokgöz Bosna’ya duyduğu ve hiç bitmeyecek olan özlemini bir Sevdalinka yani bir aşk şarksıyla şöyle ifade ediyor:
“Bir kuş olsaydım, kanatlarım olsaydı
Bütün Bosna’yı görebilmek için
Durmadan uçardım
Görülmedik yerini bırakmazdım”…