İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5331 %0.06
49,6506 %-0.02
5.761,49 % 0,15
91.968,40 %-1.468
Ara

Meşruiyet?

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Meşruiyet?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği Washington DC ziyaretini eleştirenlerin “cinnet hali” içerisinde olduğunu söyledi ve ekledi; “Amerika ziyaretimizi kötülemeye çalışmasının tek nedeni ziyaretin fevkaladenin fevkinde başarılı geçmiş olmasıdır.”

Gerçekten de taraflar inatla söz konusu görüşmenin iyi geçtiğini çeşitli biçimlerde ifade ediyor. Trump’ın Erdoğan’a arkası kesilmeyen sevgi ve saygı sözcükleri haricinde de iktidar medyası, görüşmeyi ve görüşmenin ilk çıktılarını edebi şekillerde övmenin kavgasına tutuşmuş vaziyette.

Amerika Güncesi

Konuyu daha sağlıklı değerlendirebilmek için görüşmenin gerçekleştiği haftaya geri dönelim. Görüşmeden birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin Cumhuriyetçi Parti’ye yakın FOX News kanalının sabah programına bir röportaj verdi. Röportajın bir kısmında Erdoğan, Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşındaki çelişkili sözlerini hatırlatarak savaşın bitirilemediğini vurguladı ve Hamas’ı bir “direniş” örgütü olarak gördüğünü tekrarladı. Röportajın yayımlanmasının hemen ardından ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, programa bağlandı ve şu sözleri söyledi:

“Türkiye de dahil tüm ülkeler, dahil olmamız için (Gazze Sorunu) yalvarıyor. Bakın, bu insanlar dışarı çıkıp söylemek istediklerini söylüyorlar, ama günün sonunda bir şey yapılmasını istediklerinde Beyaz Saray’a gelmek istiyorlar. Başkan Erdoğan bu hafta başkanla (Donald Trump) görüşmek üzere Beyaz Saray’a geliyor. Hepsi Beyaz Saray’a geliyor, hepsi Başkan Trump’la konuşup bunu düzeltmesini istiyor. “

ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack ise görüşme öncesinde gerçekleşen 2025 Concerdia Zirvesi’nde Türkiye-Amerika ilişkilerini yorumladı. Trump’ın kendisine, yıllardır aynı sorunların tekrarlanmasından bıktığını ve yeni bir atılım yapılması gerektiğini söylediğini belirten Barrack’a göre Trump, Türkiye-Amerika ilişkisindeki sorunları S-400 veya F-16 tartışmalarının ötesinde, bir çeşit “meşruiyet” problemi olarak görüyor.

Washington DC’deki 25 Eylül tarihli görüşmenin öncesindeki basın toplantısında Erdoğan’ı çeşitli şekillerde öven Trump bu övgü tümcelerinin arasına Türkiye’den taleplerini de sıkıştırdı; Rusya’dan enerji ithalatının sonlandırılması ve Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması. Bir de tabii, bütün muhalif ve hatta Avrupa’daki sol kamuoyunu tartıştıran bir ifadede daha bulundu. Konuşmadaki sözcükler medyamız tarafından farklı şekillerde çevrildiği için Guardian gazetesindeki İngilizce transkripsiyonu alıntılıyorum.

“We’ve been friends for a long time (Uzun zamandır arkadaşız), actually, even for four years when I was in exile – unfairly (hatta ben dört sene boyunca ben haksızca sürgündeyken bile arkadaştık-2020 seçimlerindeki mağlubiyetinden sonraki dört seneyi kastediyor-), as it turns out. Rigged election.(Meğerse, hileli bir seçim sonucundaymış)” Erdoğan’ı işaret ederek “He knows about rigged elections better than anybody. (O hileli seçimleri herkesten daha iyi bilir)”

Peki, Donald Trump’ın bugüne kadar alışageldiğimiz mübalağalı ve spekülatif söylemleri dışında, ABD cephesi bizim taleplerimize yönelik herhangi somut bir adımda bulundu mu? CAATSA yaptırımları, F-35 programına tekrardan dahil edilmemiz veya F-16’ların modernizasyonu konusunda Trump’tan niyet beyanı dışında bir adım şu ana kadar görebildik mi? Gazze’deki insaniyet krizi hakkında insani açıdan kabul edilebilir bir çözüm üretilebildi mi? Bu soruların cevabı yazının yazıldığı ana kadar, hayır.

Geçmişte Kısa Bir Tur

Tarihçi refleksiyle izninizle yazının bu kısmında sizleri biraz geriye götüreceğim. Savaşın cereyanlarına göre pozisyonunu sürekli güncelleyen ülkemizin, ekonomisi harap durumda olan Fransa’yla İngiltere’nin, Doğu Avrupa’da Almanya’dan boşalacak otoriteyi dolduramayacağını fark ettiği günlere…

Savaşın hemen ardından, Sovyet baskısının artacağı öngörüsüyle Türkiye; dış politikada yeni bir açılıma gitmeye karar verdi. Hobsbawm’ın “iki süper gücün dünyayı eşitsiz bölüşümü” olarak adlandırdığı iki kutuplu yeni uluslararası sistemin sınırları tahkim edilirken ülkemiz, herhangi bir tereddüt yaşamadan reçetesini ABD açılımında buldu. Büyükelçi Münir Ertegün’ün cenazesinin Missouri Zırhlısı’yla gelmesinin hemen ardından Cumhurbaşkanı İnönü’nün basına “Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunursa o kadar iyi olur” demecini vermesi, ülkenin savaş sonrası oluşacak yeni uluslararası sistemde kendisini nasıl konumlandırmak istediğini net şekilde göstermişti.

Missouri Zırhlısının İstanbul Boğazı’nda görünmesiyle işaret fişeği atılan Türkiye-ABD yakınlaşması, ilerleyen süreçlerde bir çeşit bağımlılık ilişkisine dönüştü. Cumhuriyet Halk Partisi döneminde başlayan yakınlaşma, Truman Doktrininin ve Marshall Yardımları’nın ardından Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarında yoğunlaşarak devam etti. Bretton Woods’la beraber Batı bloğu ülkelerinin kapitalist ekonomik modelinin IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarla desteklenmesi ve Türkiye’nin bu dönemde aldığı dış yardımlar; ülkemizin askeri ve mali politika üretebilme kapasitesini Soğuk Savaş sürecinde sınırladı hatta bazı dönemlerde batı bloğuna bağımlı hale getirdi.

Meşruiyet?

DC’de yaşananları ve ABD’yle savaş sonrasından beri süregelen münasebetlerimizin nasıl bir temelde oluştuğunu kabaca değindiysek, bugüne geri dönelim. Elimizde iç politikada bir hayli yıpranmış bir iktidar bloğu var. Bu bloğun ciddi bir kısmı Cumhuriyet’in önceki hükümetlerinden çoğunlukla dışlanmış bir siyasal kökten palazlanarak bir şekilde iktidara gelebilmiş ve hayli uzun zamandır bu iktidarı güçlü bir şekilde sürdürebilmiş. Ancak bugün geldiği noktada tek başına toplumsal rıza üretemez hale gelerek içerisinde sonraki liderinin kavgasını yapmaya başlamış.

Rubio’nun sert cevabına yanıtsız kalması, Tom Barrack’ın ikircikli tavrı, Donald Trump’ın laf arasındaki patavatsızlıkları… İşte iktidarın Amerika gezisinden elimizde kalanlar; iki gülümseme, üç güzel söz, yirmi yıllık anlaşılamayan bir enerji anlaşması, yüzlerce Boeing, çeşitli Amerikan mallarından alınan gümrük vergisinin koşulsuzca kaldırılması, içeriği henüz belirsiz bir nükleer antlaşma söylentisi ve bir de tabii 50 senelik Ruhban Okulu meselesinde sert bir U dönüşü. Peki ekonomik yapımızı ve iç politikamızı ciddi ölçüde etkileyecek bütün bu tavizler karşılığında biz ne elde ettik? İki gülümseme üç de güzel söz.

Bir de tabii Gazze meselesine değinmemiz gerek. Cumhurbaşkanının “mazlumların koruyuculuğunu” yaptığını iddia ettiği şu Gazze meselesi. Birleşmiş Milletler’in genel kurulunda dünyaya “ders” verdiğimiz şu Gazze meselesi. Bütün Avrupa kamuoyu ayaklanmış, Amerikan Siyonistlerinin güçlü lobi ve sivil toplum faaliyetlerine rağmen ABD’deki kamuoyu bile İsrail aleyhine doğru kaymışken, ekonomik desteğini esirgemediği birkaç ülke dışında yalnızlığa gömülmeye başlayan Netanyahu hükümetinin faşist politikalarına karşı biz bugüne kadar ne yapabildik? Soruyorum, birkaç yürüyüş ve beylik sözün dışında İsrail’e karşı Türkiye, uluslararası arenada İspanya kadar sert ve somut bir tavır gösterebilmiş midir? İsrail’le Orta Doğu’daki en büyük ticari hacme sahip ülkelerden birisi olan Türkiye bugüne kadar mali ve diplomatik gücünü Gazze’deki soykırım girişimi karşısında ne kadar efektif kullanabilmiştir? Kullanabilmektedir? Kullanabilecektir?

Bugün anlayabildiğimiz kadarıyla iktidar ABD’yle olan ilişkilerini geleceği için hayati görüyor. Görmekte de sonuna kadar haklı. Zira Trump yönetimi kendilerine hayati bir kredi açıyor, uluslararası alanda “meşruiyet” kredisi. Peki bu kredi ülkenin çıkarları için mi yoksa iktidarın kısa vadeli geleceği için mi harcanacak, göreceğiz. Lakin şunu biliyorum ki geçmişte kötü ekonomik gidişat dolayısıyla çareyi ABD’de bulan hükümetlerimiz oldu. Sonucunda ABD, kendi çıkarlarına ters düştüğü noktada Türkiye’den bu destekleri kesmekte pek tereddüt etmedi. Tereddüt etmediği gibi de bu yakınlaşmaların sonucunda ülke ekonomisi, ABD’ye daha bağımlı ve kırılgan hale geldi.

Doğrusu ABD’yle olan karşılıklı ilişkilerimizin düzelmesinde herhangi bir sorun göremiyorum. Ancak bugün verilmiş olan koşulsuz tavizler karşısında en azından bize karşı olan yaptırımları kaldırtamadığımız, diplomatik kazanım elde edemediğimiz, enerji ve ekonomik anlamda tamamen ABD’nin güdümüne savrulacağımız bir senaryo sadece ekonomik bağımsızlığımızı değil ülkenin gelecek yıllardaki bölünmez bütünlüğünü de tehlikeye atacaktır. Bu noktada taraf fark etmeden bütün ulusal kamuoyunun Amerika’yla olan ilişkilerimizin yeni dönemecini ciddiyetle takip etmesi gerekiyor.

Son olarak muhalefetin ve muhalif kamuoyu, bu kritik gelişmeler karşısında iktidarın trolleştirerek önüne koyduğu, son kullanma tarihi geçmiş karikatürize siyasi figürlerin suyu bulandırmasına izin vermemeli. Başta ana muhalefet olmak üzere bütün muhalif partilerin Türkiye’nin dış politikasına dair tutarlı, ikna edici ve sağduyulu çıkışlarda bulunması gerekiyor. Bununla beraber yine muhalefetin, Türkiye Cumhuriyeti’ni daha iyi yönetebileceğini ulusal ve hatta uluslararası kamuoyunu ikna edebilecek entelektüel çevreler, sivil toplum kuruluşları ve nitelikli kadrolar oluşturması gerekiyor. Ve ek olarak otoriterleşmiş ve otoriterleşecek iktidar bloğunu bekleyen iç çatışmalar esnasında muhalefetin, güçlü bir sivil dirençle belirginleşecek kutupları sarsabilmesi gerekiyor.

 

Anlayacağınız halktan tamamen izole olmuş bu siyaset kurumunun başımıza ne işler açacağını yine tam anlamıyla göremiyorum ve göremiyoruz.

Bütün bu gelişmeler ve olumsuzluklar karşısında muhalifler olarak bütün baskılara rağmen hayatta kalmaya ve dayanışmamızı güçlendirecek yeni çevreler üretmemiz gerekiyor.

Aksi takdirde, dünya henüz tanımlayamadığımız bir geleceğe doğru hızla savrulurken Türkiye bu geleceğin karanlık tarafında kalacak.

Sonumuz aydınlık olsun.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *