İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5290 %-0.02
49,6615 %-0.11
5.739,27 % -0,24
92.631,49 %-1.325
Ara

Attila İlhan, Simone de Beauvoir ve Türkçe yazamama korkusu

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Attila İlhan, Simone de Beauvoir ve Türkçe yazamama korkusu

Attila İlhan, 1960’da Fransızcayı edebi bir dil olarak geliştirmek amacıyla Paris’e gider ve Fransız arkadaşının teşvikiyle Fransızca bir roman yazar. Ama bunu bir yayınevine göndermek istemez, çünkü dilinin yetersiz olduğunu düşünmektedir. Arkadaşı, “Bunu Simone de Beauvoir’a gönderelim” der. İlhan, romana kısa bir mektup ekler ve “Ben bir Türk yazarım, şu an Paris’te yaşıyorum. Bir roman yazacaktım, Fransızcam gelişiyor mu diye Fransızca yazdım, olmuş mu, bir göz atabilirseniz falan… Fikriniz benim için kıymetlidir falan…” diye yazar.

Ama gönderdikten sonra pişman olur, çünkü Beauvoir’ın romanını okuyacağına inanmamaktadır, “Lüzumsuz yere gönderdim.” diye düşünür.

Ama bir hafta kadar geçtikten sonra, “okunmaz bir el yazısıyla” Beauvoir’ın mektubu gelir:

“Kitabınızı okudum, çok enteresan buldum. Bana göre, Türkiye’yi Nazım’dan daha gerçekçi anlatıyorsunuz. Kitabınız çok ‘Türk’, keşke biraz ‘Fransız’ olsaydı.” demektedir.

Beauvoir ayrıca İlhan’a kitabı hakkında görüşmek için randevu vermiştir. 

“Beauvoir, asildi”

Nehir söyleşi olarak Selim İleri tarafından kaleme alınan, nam-ı diğer kaptan, Attila İlhan’ı Dinledim kitabında, Attila İlhan, Beauvoir ile görüşmesini ve onun hakkındaki izlenimlerini şöyle anlatır:

“Tabi telaşa kapıldım, Fransızcamın yeterli gelip gelmeyeceğinden endişeleniyorum yine. Randevu verdiği kahveye gittim. Simone de Beauvoir acuze kılıklı bir kadınla oturmuş, masada sohbet ediyor. Önce o görüşmenin bitmesini bekledim. Kadın kalksın gitsin diye bekliyorum, giden yok. Sonunda baktım, başka çare yok, başına dikildim. Baktı, ‘Aaa, siz o musunuz?’ dedi. ‘Oturun,’ dedi. İşte orada konuştuk. ‘Bu roman,’ dedi, ‘Fransa’da rahatlıkla yayımlanır, mesele de olur. Romancılığınızdan hiç şüphe etmeyin. Üstelik bir üslubunuz da var. Fakat bana sorarsanız Gallimard’ı tavsiye etmem…’ Şimdi burada gereksiz bazı şeyler söyledi Gallimard Yayınevi için. ‘Başka bir yayınevine bakalım,’ dedi ve ‘Ve eğer burada kalıp bundan sonraki romanınızı Fransızca yazarsanız, iyi olur…’ Böyle diyor. Ben çok teşekkür ettim ve kadından ayrıldım.”

“Simone de Beauvoir iki ayrı izlenim bıraktı bende. Bir profesör edasıyla konuşuyordu. Bir tarafıyla hoşuma gitti, bir tarafından rahatsız oldum. Hoşuma giden tarafı, asildi. Margot’tan farklı bir asil. Öyle yukarıdan bakan bir edası yoktu, kesinlikle yoktu. Dolaysız, direkt bir insan. Hoşuma gitmeyen tarafı, aşırı bir rasyonalizm gördüm onda. İşin duygusal, coşku yanı onu hiç ilgilendirmiyor. Basılır mı basılmaz mı, ona bakıyor. Pek de sanatkarca bir yaklaşımı yok."

Attila İlhan, bunlar olurken bir yandan da Fransa’da sürekli oturma izni almak için çabalamaktadır; tam o sırada babasının ölüm haberi gelir ve Türkiye’ye kesin dönüş kararı alır. 

Fransızca Düşünme Korkusu  

Attila İlhan'ın, bunun öncesinde de Türkiye’ye dönüşü ciddi olarak düşünmeye başlamasının başka bir nedeni daha vardır:

“Dört beş mısralık bir şiir söyleyeceğim, belli, geliyor, mısralar oluşuyor. Ezberlemeye çalıştım. Ben öyle yaparım, ezberde tutarım. Eve gelince, vahameti fark ettim. Fransızca! Şiir Fransızca geliyor! Buna çok üzülmüştüm. Sonra onu Türkçe yazmaya kalktım. Orada da başka bir sorun çıktı karşıma: Türkçeye çevrilmiyor. Yani bir şiiri başka bir dile çevirmek zor, hele şairin kendisi için. (…) Olay beni çok rahatsız etmişti. Babamın vefatı bu dürtüyü, dönmek dürtüsünü kesinleştirdi, hakikate çevirdi. Anneme telgraf çektim, geliyorum diye.”

“Türk Şiir İmparatorluğu”

İlhan’ın, Türkçe yazamama korkusu, Türkçeye bağlılığı dışında, onun Türk şiiri ile ilgili, “Türk şiir imparatorluğu” tanımını yapan biri olmasının da etkisi vardır.

Attila İlhan, 1980 sonrası yazılarında sık sık şiir okuyanların azalmasından, birçok şairin unutulmasından yakınır. Türk şiirinin edebiyatta her zaman koruduğu tahtının sarsılmaya başladığını görmekten büyük üzüntü duymaktadır. Bugünleri görse kim bilir ne derdi.

Hangi Edebiyat kitabında yer alan bir yazısında, kendince adeta, “N’olur şiir okuyun!” diye yalvarır.

“Doğru söyleyin, vallahi bir şey yapmayacağım: Elinize şiir kitabı almayalı kaç yıl oldu? Kaç yıldır, iyi kötü bir şairin, herhangi bir şiir kitabına, cigara parasına kıyıp, üç beş kuruş ödemediniz? Kaç yıldır şairleri, radyo reklamlarında katledilen mısralarından; sözüm ona bestelenmiş, -aslında canına okunmuş- şiirlerinden izliyor; üstelik hâlâ kendinizi, ‘ilerici’ bir aydın sanıyorsunuz?

“Yeryüzünün en büyük şiir imparatorluklarından birisi olan Türk Şiir İmparatorluğu bu kadere, bu muameleye layık mıdır?”

“Öyledir de niye paraya kıyıp şiir kitaplarını almaz; buhranlı saatlerimizde bir türlü ad koyamadığımız duygulara, şairlerin nasıl ad koyduğunun tadına varmayız? Birkaç şair istisna edilirse, ülkemizde şiir kitapları, en az satılan kitaplar arasındadır. Nice büyük armağan kazanmış şairler, kazandıkları armağanın bile, kitaplarının sürümünü artıramadığını hayret ve dehşet içinde görürler. Oysa ceddimiz, o ince el yazılarıyla şairlerin divanlarını göz nuru dökerek kopya etmiş, nesilden nesile aktarıp, günümüze kadar gelmesini sağlamıştır. Bizdeki bu sağırlık niye, şiire karşı bu vefasızlık?

Batıya mı benzedik?

“Bazı açıklamalar denenebilir. Batı ülkeleri (gelişmiş dediklerimiz), şiire ilginin kaybolmasını, sanayi toplumundaki sert yaşama biçimine bağlıyorlar. Çıkarlardan duygulara yer kalmıyormuş ki, şiire kalsın. Ayrıca, görsel sanatların aşırı gelişmesinin, (sinema ve televizyon kastediliyor) okuma sanatlarını gerilettiği ileri sürülüyor. Bilmem bu gerekçeler bizim toplumumuz için geçerli sayılabilir mi?”

“Bana sorarsanız, halkla şiir arasındaki kopuklukta kabahatin yarısı halkın tembelliğiyse, yarısı şairlerin tutturdukları havada. Acaba şöyle anlatabilir miyim? 

“Türkçe her haliyle somut bir dildir, öteki dillere oranla, her şeyini somutça anlatır. Türkçede biz kızdık mı ‘küplere biner’, sevindik mi ‘bir kol çengi’ oluruz, ‘eteklerimiz zil çalar’. Ağlarsak, ‘iki gözümüz, iki çeşmedir’. Ayrılırsak, ‘ciğerimiz yanar’, vs. Zaten halk şiiri Türkçesi, bütünüyle bu somutluk üzerine kuruluyor.”

“Demek Türk şiir geleneği, somut Türkçenin somutluğu üzerine kurulmuştur. Oysa epeycedir Türk şairlerinin önemlice bir kısmı, alafrangalık olsun diye, soyut bir şiir geliştiriyorlar. Halk buna alışmamış, alışacağı da yok. Hele bu soyut şiir anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın uydurma kelimelerle yazıldı mı, okura takılabilecek hiçbir kancası olmuyor. Soğumanın bir sebebi bu. Millet sanki kendi şiirini okumuyor, kefere şairlerinden pek de tadına varamadığı çevirileri okuyor.”

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *