Muhalefetin Yaz Karnesi
Son zamanlarda Türkiye’de siyaset, iktidarın kan kaybını durdurabilmek için muhalefete topyekûn bir yargı hücumu başlatmasıyla kargaşalı bir görünüme büründü. İktidar, asimetrik bir güçle saldırdığı muhalefetin direncini tamamen kıramazken muhalefet, Saraçhane olaylarının ardından iktidarı geri adım atmaya zorlayacak politik baskıyı yaratamadı. Bütün bu süreçlerin sonucunda taraflar, sonraki genel seçimlere kadar sürecek bitemeyen bir bilek güreşine tutuşmuş vaziyette yollarına devam ediyorlar.
19 Mart’ın AKP iktidarı ve Türkiye için bir dönüm noktası olduğu çok konuşuldu, tartışıldı. Bununla beraber belediye başkanlarının inandırıcılıktan uzak gerekçelerle tutuklanarak hapse atılabildiği bir ortamda muhalif olabilmenin, muhalefet yapabilmenin ve siyasette varlık gösterebilmenin de herhangi bir güvencesi kalmadı.
Öte yandan Türkiye’de politik bir konu hakkında yazı yazmanın, fikir üretmeye çalışmanın veya genel eğilimin aksine bir düşünceyi ifade etmenin her zaman bir maliyeti olmuştur. Ancak bugünkü AKP iktidarının yarattığı baskı ikliminin türevleri muhtemelen savaş ya da darbe dönemlerinde görülmüştür.
Anlayacağınız üzere bu yazının girişinde iktidarın kontrolden çıkarak siyasetin görünmeyen sınırlarını aştığını kısaca tekrar etmek istedim. Evet, hepimiz biliyoruz ki kurumsal muhalefet görülmemiş bir baskıyla karşı karşıya. Hatta tabiri caizse kelle koltukta siyaset yaparak söz konusu otoriterleşmeye karşı direnmeye, hayatta kalmaya çalışıyor. Peki bu gerçekliğin ne kadar farkındayız? Dünyada da Erdoğan benzeri popülist otoriter liderlerin yükseliş trendinde olduğunu düşünürsek, Türkiye’deki kurumsal muhalefet bu siyaset yapma tarzıyla baskılara ne kadar daha karşı direnebilecek? Ve belki de beni son zamanlarda en çok düşündüren soru, muhalif mahalle karşı karşıya kalınan tehlikenin boyutlarından haberdar mı?
Komisyon Hakkında
Genel kanaatin aksine, Cumhuriyet Halk Partisi’nin komisyona katılma kararını geri dönüşü olmayacak bir hata olarak görüyorum. Ayrıca partinin neden bu komisyona katıldığını bırakın kamuoyuna, kendi örgütünün tabanına bile yeterince izah edemediğini düşünüyorum. Hatta Özgür Özel’in bu kararı eleştirenleri ikna edebilmek için kullandığı dilin haddinden fazla sert olduğunu ve argümanlarının temel kaygıları gidermekten oldukça uzak olduğuna inanıyorum.
Türkiye’de on yıllardır süregelen eşitsizlik, adaletsizlik ve otoriterleşme sorunlarından bağımsız bir Kürt sorunu olmadığını düşünenlerdenim. Kürtlere kimi dönemlerde veya devlet kurumlarında ikinci sınıf yurttaş muamelesi uygulandığının, bazı temel haklardan mahrum kaldığını düşünüyor ve Türkiye’nin bu konuda yeni politikalar üretmesi gerektiğini elbette savunuyorum. Lakin bu kadar baskıcı bir politik iklimin içerisinde, yurttaşların hiçbir devlet kurumuna güveninin kalmadığı bir gerçekliğin içerisinde; bu komisyonun toplanmasını samimi bulmuyor, bulmadığım gibi de hedeflerini ve yaratılmaya çalışılan suni pozitifliğin birilerinin siyasi hesaplarına uymaması durumunda aniden terse dönebileceğini düşünüyorum. Ayrıca toplumsal hafızada ciddi travmalar bırakmış terör örgütlerinin ve örgüt yöneticilerinin meşru sivil siyasi aktörmüş gibi pazarlanırken, gerçekten Kürt sorununun meşru seçilmiş sivil siyasetçilerinin hapislerde tutulmasının da konu özelinde hiçbir izahının olmadığını düşünüyorum.
Bu noktada önce Kürt hareketinin bugünkü sivil siyasetçilerini birkaç soruyla muhatap bırakmak gerekiyor. Siz gerçekten oyunu aldığınız toplumun taleplerini mi savunuyorsunuz, yoksa bulunduğunuz veya gücüne sığındığınız Kürt toprak ağalarının, fabrikatörlerinin, tüccarlarının ve siyasal elitlerinin mi haklarını savunuyorsunuz? Kendinizi iki üç koltuk, dört beş makam üzerinden yapılacak bir siyasi pazarlığın elçisi olarak mı görüyorsunuz ya da gerçekten bu ülkedeki kardeşliğin, birliğin yarınlara ulaşabilmesi için çaba mı harcıyorsunuz? Eğer bu konuda samimi olduğunuzu iddia ediyorsanız, toplumsal kutuplaşma üzerinden varlığını sürdürebilen, baskı ve otoriterleşmeyle siyasal sahneye düzenli olarak el ense çeken bir iktidarla hangi “adaleti” kime getireceksiniz? Ve son olarak, toplumsal muhalefetin direnci gayrimeşru yollarla kırılmaya çalışılırken, siz kime ve neye güvenerek yaşananları işlevsiz kınamalarla geçiştiriyorsunuz?
Terörsüz Türkiye’nin bir devlet meselesi olduğu ve bunun dış politikadan bağımsız olarak okunamayacağını iddia etmekte bana ayrıca ciddiyetsiz geliyor. Nedense 2023 seçimleri öncesinde ülkenin yarısını terörist ilan edilirken veya YPG, Birleşik Devletler desteğiyle Kuzey Suriye’de güçlenirken böyle bir açılımı yapmaya gerek yoktu; ne tesadüf ki AKP’nin anayasa değiştirmek istediği ve iktidar bloğunun 50+1’e ulaşmakta zorlandığı bugünlerde böyle bir zorunluluk hasıl oldu. Farz edelim ki bu süreç gerçekten dış politikada kamuoyundan saklanan bir gelişme sebebiyle “devlet” tarafından işletiliyor; neden bütün bu politik yüke rağmen sürece destek vermeye hazır ana muhalefet partisinin üzerine gidilmeye devam ediyor? Ülkenin yarısını insandan saymayalım, seçtiklerinin de canına okuyalım ancak yıllarca sistematik olarak düşmanlaştırdığımız diğer bir kesime barıştan, demokrasiden, hukuktan bahsedelim, yerseniz.
CHP Kartlarını Doğru Oynuyor Mu?
Cumhuriyet Halk Partisi’ne geri dönelim. Belediye başkanları düzenli olarak tutuklanmaya devam ediyor, parti örgütünde canına dişine takarak çalışan gençler gözaltına alınmaya devam ediyor, iktidar çeşitli kumpaslarla CHP’li belediyelere çökmeye çalışıyor, partili bazı belediye başkanları bitmiş siyasi ömürlerine birazcık daha eklemek ve soruşturmalarla uğraşmamak için iktidar partisine geçmeye razı oluyor, önceki genel başkana yakın olduğu iddia edilen bir grup tamamen iktidar propagandasından çıkmış bir dille genel merkezi eleştiriyor, mitinglerde hala ciddi kalabalıklar toplanabilse de Saraçhane olaylarındaki gençlerin dinamizmi kaybediliyor ve bütün bunlara ek olarak bir kurultay süreci işletilmeye çalışılıyor. Ne yalan olsun, zor iş. Zor olmasına zor ama böylesine kritik bir dönemeçte eleştirmeden durabilmek de zor.
Belki yanılırım ama, Cumhuriyet Halk Partisi’nin MHP-AKP arasındaki ayrışmaları kaşıyarak bir sonuç çıkarmaya çalışmasını oldukça anlamsız buluyorum. MHP’yi bugünkü otoriter rejimden ayrı tutarak bu rejimin ana kolonlarından biri değilmişçesine davranmanın amacını ben pek anlayamıyorum. Evet bu tarz rejimlerin çözülümü için iktidar içi gerginlikler hayati öneme sahip ama muhalefetin bunu kaşımasının söz konusu uyuşmazlığı artıracağını sanmıyorum. Hatta bu siyaset tarzının, terörsüz Türkiye meselesindeki yükü nedeniyle baskı altında olan MHP’yi meşrulaştırmaktan ve kendilerine zaman kazandırmaktan başka hiçbir işe yaramayacağını düşünüyorum. Şunu da kabul etmek gerekiyor, mevcut rejim şartları içerisinde MHP’nin iktidarın hareket alanını bırakıp muhalif saflara katılması pek mümkün ve mantıklı görünmüyor. Ayrıca eğer iktidar bloğu arasında bir çözülme olacaksa bu CHP’nin bu uyuşmazlığı kaşıması nedeniyle değil, aksine iktidarı bütün olarak sıkıştırması ve toplumsal desteğini artırması vesilesiyle yaşanacaksa yaşanacak.
Kurumsal muhalefetin artık siyasetin eski kurallarına göre hareket etmeyi bırakması gerekiyor. Oyunun eski kuralları bizzat iktidar tarafından çiğnendi ve askıya alındı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve muhalefet partilerinin tek bir güvencesi kaldı; örgütüne destek veren seçmen kitleleri. Hayatta kalınabilmesi ve direncin sürdürebilmesi için hızlı bir şekilde muhalif kitlelerin anlamlı şekilde örgütlendirilmesi gerekiyor. Parlamentonun ferah salonlarındaki siyaset zeminin iyice daraldığını ve hatta işlevsizleştiğini bir şekilde sindirmemiz gerekiyor.
Kitlesel iletişim araçlarının iyice yaygınlaştığı bir dönemde kitlesel mitinglerin işlevini de tekrardan gözden geçirmek gerekiyor. Haftada iki mitingin devamlılığını destekliyor olsam da bu mitingler, yeni protesto biçimleriyle desteklenmediği sürece bir sonuca ulaşamıyor. Bu noktada kurultay nedeniyle bugünlerde tekrardan içine kapanan CHP örgütlerinin hızlıca aralarındaki diyalogları geliştirecek yeni yapılar inşa etmesi ve 19 Mart’tan sonra partiye üye olmuş insanları örgütlerine eklemlemesi gerekiyor.
CHP’nin Yaz Karnesi
19 Mart’tan bugüne gelinen süreci düşünerek Cumhuriyet Halk Partisi’ni değerlendirelim dilersiniz. Soruşturmanın başlatıldığı günlerde partili olmayan üniversiteli gençler, hızlı bir şekilde örgütlenerek kendi inisiyatifleriyle eylemler başlatmıştı. Açık konuşmak gerekirse partinin genel merkezi ve örgütleri, gençlerdeki bu dinamizmin ruhunu anlamlandıramadı ve bu eylemsellik dalgası iktidar sopası karşısında yalnızlaşarak zaman içerisinde dindi.
Haftada iki mitingle toplumsal muhalefetin direnci korunmaya ve iktidar üzerinde baskı sürdürülebilir hale getirilmeye çalışıldı. Ancak oluşan direnç sadece tek tip kitlesel mitinglerle sınırlı bırakıldığı ve imza toplama gibi farklı pasif direniş yöntemlerinde yeterince ısrar edilmediği için yavaşça sönümlendi. Gerçekleştirilen mitingler ise yapıldığı bölgedeki örgütlerin durumunun test edilerek gündeme dair iki kelam edilen kitlesel deşarj alanlarına dönüştü.
19 Mart’tan sonra yakalanan rüzgâr ve partinin yükseliş yönlü trendi, kurultay davası sürecinde eski genel başkanın koltuğunu kaybetmesinin ardından işsiz kalmış bazı şahısların, parti tabanının yoğun tepkisine rağmen, iktidarla kol kola gelerek partiyi karıştırmasıyla kaybedildi. Alım gücündeki düşüşe, terörsüz Türkiye sürecini yöneten partilerin çelişkili tavırlarına ve iktidarın otoriterleşmeye hız kesmeden devam etmesine rağmen CHP’nin oy oranı, 18 Mart’takiyle hemen hemen aynı kaldı.
Ana muhalefet konumunda olan CHP’nin, cezaevi koşulları altında hayati tehlikesi bulunan Mehmet Murat Çalık’ın tahliyesi için bile gerekli kamuoyu baskısını oluşturamaması ve belediye başkanlarının gündemde çok yer işgal etmeden tutuklanmaya devam etmesi genel merkezi düşündürmesi gereken bir diğer konu.
Sonuç itibariyle 19 Mart’ta Cumhuriyet Halk Partisi’yle iktidar arasındaki başlayan bilek güreşi, adaletsiz şartlar altında devam ediyor. Muhalefet, hala daha iktidardan gelen ciddi baskıya karşı direnebiliyor, siyasette varlık gösterebiliyor ve gündemi etkileyebiliyor. Ancak örgütlerin “bir şekilde bu devran döner” mottosuyla girdiği anlamsız rahatlığı ve mevcut rejim içerisinde iktidarla herhangi bir konuda ortak siyasal zemin bulunabileceği inancını biraz anlamsız buluyorum.
Kabul ediyorum, bütün dünyada popülistliğin, şovenliğin ve otoriterleşmenin yükseldiği bir dönemde muhalefetin işi gerçekten zor.
Ve bugün, dünün siyasetinin alışılmış formülleri, bu otoriterleşmeyi durduramıyor.
Gelecek dönemlerde Cumhuriyet Halk Partisi başta olmak üzere bütün muhalif unsurlar konfor alanlarını terk ederek yaratıcı ve cesur aksiyonlarda bulunmak zorunda.
Ve eğer bugün iyi kötü sürdürülebilen mevcut direnç kırılırsa yarın işimiz daha zor, umudumuz daha basit olacak.
Sonunda aydınlığa ulaşmak dileğiyle.