Kemalist misin?
Kıymetli Muhalif okurları. Öncelikle konuk yazar olarak sizlerle olmaktan çok mutlu olduğumu ifade etmek istiyorum.
Ilk yazılar her zaman zordur. Ne yazacağımı düşünürken aklıma kavramsal bir yazı yazma fikri geldi. Nitekim PKK’nın silah bırakması sonrasında hem iktidar kanadından hem de Kürt siyasetinin bazı temsilcilerinden Kemalizm’e sözlü saldırılar gelince ben de biraz kavramsal açıklama yapmakta fayda gördüm.
Bugün Türkiye’de "Atatürkçülük" ve "Kemalizm" kavramları hem düşünsel hem de duygusal bir gerilim hattında yer alıyor. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan bu iki terim, aslında hem tarihsel hem de ideolojik düzlemde ayrı anlam evrenlerine ait. Fakat bu ayrım yalnızca kuramsal bir meseleden ibaret değil; aynı zamanda toplumsal algının, siyasal retoriğin ve karşıtlık üretme biçimlerinin de konusu.
“Atatürkçülük”, laiklik, modernleşme, bilimsellik, kadın hakları ve ulusal egemenlik gibi ilkelere dayanan, geniş kesimlerce benimsenebilen bir değerler bütünü olarak öne çıkar. Siyasal yelpazenin farklı noktalarında duran insanlar bile bu ilkeler etrafında Atatürk’e saygı duyarak Atatürkçü kimliğiyle özdeşleşebilir. François Georgeon’un ifadesiyle, Atatürk “Türkiye’de yalnızca bir devlet kurucusu değil, kolektif bilinçte şekillenmiş kurucu bir mite dönüşmüştür.”
Kemalizm ise bu değerlerin daha sistematik ve ideolojik biçimde kurumsallaşmış halidir. 1931’de CHP programında tanımlanan Altı Ok — Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık — bu ideolojinin omurgasını oluşturur. Ahmet İnsel’in tanımıyla, Kemalizm bir “kurumsallaşmış modernleşme ideolojisidir.”
Devlet eliyle toplumun dönüştürülmesini, ulus inşasını ve laikleşmeyi amaçlayan bir kurucu akıl olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
Bu noktada “devlet eliyle toplumu dönüştürmek diktatörlüktür” cümlesi aslında Kemalizm eleştirisi yapanların temel argümanlarından biridir.
Bu eleştiri ilk bakışta demokratik hassasiyet gibi görünse de, tarihsel bağlamdan koparıldığında indirgemeci bir hükme dönüşüyor.
Her modernleşme projesi özellikle sanayi öncesi toplumlardan ulus-devlete geçiş aşamasında olanlar, belli ölçülerde devlet müdahalesini zorunlu kılmıştır. Max Weber'in deyimiyle modern devlet, “meşru şiddet tekeline sahip bir kurumsal yapı”dır. Dolayısıyla bir devletin toplum üzerinde düzenleyici rol oynaması, onu doğrudan diktatörlükle eşitlemez.
Kemalist devrimler, 1920’lerin ve 30’ların koşullarında, cehalet oranının yüksek, eğitimli kadroların az, halkın çoğunun kırsalda yaşadığı bir toplumda gerçekleştirilmiştir. Böyle bir zeminde, toplumsal dönüşümün “organik olarak” gelişmesini beklemek, modernleşmeden fiilen vazgeçmek olurdu. Atatürk’ün öncülüğünde yapılan devrimler, tepeden inmeci değil; halkı eğiterek, ona yeni bir yurttaşlık bilinci kazandırarak yapılan müdahalelerdir. Bu yönüyle Kemalizm, bir zorbalık değil, bir “kurucu müdahale”dir.
Zaten Kemalist kadroların nihai hedefi, kendi kendini yöneten, düşünen, eleştiren ve hak talep edebilen bir yurttaş kitlesi yaratmaktır. Bu, otoriterliğin değil, aydınlanmacı siyaset geleneğinin bir uzantısıdır. Michel Foucault'nun “iktidar her yerde ama her zaman aynı şekilde işlemez” dediği gibi, her iktidar ilişkisini baskı olarak kodlamak, toplumsal dönüşümün doğasını anlamamaktır.
Elbette Kemalizm’in uygulamalarında sertlikler, dışlayıcı refleksler ve hatalar olmuştur. Ancak bu, onun tümden “diktatörlük” olarak yaftalanmasını meşru kılmaz. Bir ideolojiyi yargılamak için niyetine değil, tarihsel koşullar içindeki eylemine ve sonuçlarına bakmak gerekir. Ve bu açıdan bakıldığında, Cumhuriyet devrimi, baskıcı değil; dönüştürücü bir aydınlanma projesidir.
Ne var ki, özellikle 2000’li yıllardan itibaren Siyasal İslam ideolojisi ile hareket eden AKP iktidarında Kemalizm’e dair kamusal tartışmalar çoğu zaman indirgemeci, hatta düşmanca bir çerçeveye oturdu. Bazen askerî vesayetin ideolojik örtüsü, bazen de jakoben bir seçkinci projenin adı olarak sunuldu. Bu tür okumalar, Kemalizm’in tarihsel bağlamını göz ardı eden, onu yalnızca bir otoriterlik temsili gibi yansıtan dar bir yaklaşımdır.
Oysa Kemalizm’in tarihsel zemini, yıkılmış bir imparatorluğun ardından bağımsız bir ulus-devlet kurma çabasıdır. Aynı dönemde Mussolini’nin faşist İtalya’sı, Hitler’in yükselen Almanya’sı ya da Stalin’in Sovyetler’i düşünüldüğünde, Türkiye’nin laik, seküler, eğitim odaklı bir cumhuriyet kurma başarısı daha berrak biçimde görülür. Kemalizm, sadece yukarıdan aşağı bir reform projesi değil, aynı zamanda halkı eğiterek, yurttaşlık bilinci oluşturarak bir ulus inşa etme çabasıdır.
Bu noktada Şerif Mardin’in “merkez-çevre” analizini hatırlamak yerinde olur. Mardin’e göre Kemalist kadrolar, merkezî bir modernleşme vizyonunu temsil ederken, bu vizyonla geleneksel çevre arasında sürekli bir gerilim yaşanmıştır. Bu gerilim, bugün hâlâ süren Kemalizm tartışmalarının da köklerini oluşturur.
Bugün bu kavramların algısı sadece tanımsal değil, karşıtlık üretimiyle şekillenen siyasal retorik içinde de belirleniyor. Özellikle "Kemalist" ifadesi, bazı kesimlerce neredeyse bir hakaret olarak, "faşist", "dayatmacı", "laikçi elit" gibi çağrışımlarla kullanılıyor. Bu dil, Kemalizm’i savunmayı bir tür suç gibi göstermeye çalışıyor.
Bu nedenle birçok kişi, daha yumuşak, daha kapsayıcı görünen “Atatürkçü” ifadesini tercih ediyor. Ancak bu bile artık bir savunma refleksiyle yapılıyor. Çünkü "Atatürkçüyüm" dediğinizde bile bazen alayla, küçümsemeyle karşılaşıyorsunuz. Hatta size şöyle deniliyor: “Sen zaten Kemalist’sin!” Sanki bu kelimeyle sizi köşeye sıkıştırmak, düşünsel olarak mahkûm etmek istiyorlar.
İşte ben o anlarda şunu diyorum:
“Evet, Kemalist’im. Bir itirazın mı var?”
Çünkü bu kelimeye yapıştırılmak istenen tüm olumsuz anlamlar, onu savunanların değil, onu karalayanların niyetini gösterir. Kavramların kirletilmesi, onların içeriğinden çok, kimin elinde nasıl bir siyasal araç haline getirildiğiyle ilgilidir.
Bugün Kemalizm’i yalnızca bir "geçmişin ideolojisi" olarak görmek, hem Türkiye’nin siyasal kültürüne hem de Atatürk’ün tarihsel rolüne haksızlık olur. Kemalizm’in içinde otoriter izler olduğu kadar, anti-emperyalist, halkçı, bilimsel ve kamucu unsurlar da vardır. Ve bu unsurların çoğu, bugün hâlâ güncelliğini koruyor.
Nasıl ki Aydınlanma düşüncesi yalnızca 18. yüzyıla ait bir entelektüel hareket değilse, Kemalizm de yalnızca 1930’ların devlet politikası olarak anlaşılamaz. Onu tarihsel bağlamından koparmadan, ama bugünün ihtiyaçlarıyla ilişkilendirerek yeniden okumak gerekiyor.
Bu yüzden "Kemalist misiniz, Atatürkçü mü?" sorusu, sadece adlandırma tercihi değil; Türkiye'nin laiklik, modernleşme ve kamusal alanla olan ilişkisine dair nerede durduğunuzu da gösteren bir pusuladır.
Ben bu soruya artık şöyle yanıt veriyorum:
Hem Atatürkçüyüm hem Kemalist’im. Çünkü biri değerleri, diğeri bu değerlerin nasıl inşa edileceğini anlatıyor. İkisini birbirine düşman gibi göstermek, geçmişle gelecek arasında sahte bir çelişki kurmaktır.
Ve evet, her çağ Atatürk’ü yeniden okur. Ama bu yeniden okuma çabası, bazı kavramları gözden düşürmek değil; onları daha adil, daha bağlamsal ve daha sahici biçimde ele alma sorumluluğunu beraberinde getirir.