İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5290 %-0.02
49,6615 %-0.11
5.739,27 % -0,24
92.631,49 %-1.325
Ara

Türkiye’de Siyasal İslam’ın yükselişi

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Türkiye’de Siyasal İslam’ın yükselişi

Siyasal İslam’ın yükselişi yalnızca bir kültürel değişim değil; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleriyle devam eden sessiz ama derin bir ideolojik çatışmanın güncel halidir.

1970’li yıllarda Türkiye şehirlerinde başörtülü bir kadını kamusal alanda görmek neredeyse imkânsızdı. Bugün ise başörtüsü yalnızca dini bir sembol değil; devlette, siyasette, üniversitede, medya estetiğinde ve ekonomik aktörlükte egemen hale gelmiş bir görsel norm. Bu sadece bireysel bir inanç değişimi değil; Türkiye'nin kamusal alan kodlarının, ideolojik ekseninin ve değerler sisteminin neredeyse tamamen dönüştürülmesinin hikâyesidir.

Ve bu dönüşüm, laik Cumhuriyetin temel ilkeleriyle çelişen bir ideolojik istikameti ifade ediyor.

Burada doğru ya da yanlış tanımı yapmayacağım. Yaşananları kalem izin verdiği şekilde anlatmaya çalışacağım.

Bu nedenle ön yargılarınızdan kurtularak okumanızda fayda var.

 

Cumhuriyet’ten Erbakan’a

Her ne kadar Siyasal İslam, 1970’lerde Erbakan’ın öncülüğünde kurumsallaşmış gibi görünse de, kökleri çok daha derindedir. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Halifeliğin kaldırılması (1924), Tevhid-i Tedrisat ve Tekke-Zaviye yasakları (1925) gibi laikleştirici reformlar İslam’ı devletin dışına itmişti. Ancak bastırılan bu alan, ortadan kalkmadı. Sessiz bir biçimde hem kültürel hafızada hem bireysel pratiklerde yaşamaya devam etti.

1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle dini sembollerin yeniden kamusal alanda görünmesi sağlandı. Ezanın Arapça okunmasına dönüş, imam hatiplerin açılması ve Diyanet’in etkinleştirilmesi, “sessiz İslamcılığın” kamusal alana yeniden sızmaya başladığını gösteriyordu.

1960’larda İslamcı dergiler, yazarlar, fikir adamları sahneye çıktı. Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğusu, Sezai Karakoç’un Dirilişi, kültürel bir İslami direnişin fikri altyapısını kuruyordu. Cemaatler ve tarikatlar ise taşra ve şehir arası yeni muhafazakâr kuşağı örgütlüyordu.

Türkiye’de başörtüsü meselesi tartışılırken çoğu zaman “başörtüsü” ve “türban” kavramları birbirinin yerine kullanılır. Oysa bu iki kavram yalnızca biçimsel değil, siyasal ve kültürel bir ayrıma da işaret eder. Geleneksel başörtüsü, Anadolu’daki kadınların yerleşik dini anlayış ve örf çerçevesinde kullandığı bir örtünme biçimidir; yerel ve apolitiktir. Türban ise özellikle 1980’lerden sonra İslamcı hareketlerin etkisiyle şekillenmiş, modern kentli muhafazakâr kadınlar arasında yaygınlaşmış, kamusal alana yönelik bir meydan okuma ve kimlik ifadesi haline gelmiştir. Türban, bu yönüyle yalnızca bir inanç sembolü değil; Siyasal İslam’ın görünürlüğünün ve ideolojik alan kazanımının da bir aracıdır.

“Ben yazıda başörtüsü ya da türban gibi bir ayrım yapmak istemedim zira devlet politikasında böyle bir ayrım yoktu. Ama yine de bu farkı göz önünde bulundurmakta fayda var. “

Milli Görüş’ten Tarikatlara: Ağ Halinde Bir Siyasal İslam

1969’da Erbakan Milli Nizam Partisi’ni kurduğunda, yalnız değildi. Siyasal İslam, sadece Milli Görüş çizgisiyle değil, çeşitli cemaatler ve dini yapılarla birlikte bir “hareketler ittifakı” olarak yükseldi. 1980’lerle birlikte Gülen-Hizmet Hareketi (sonradan FETÖ), Nurculuk, Süleymancılık ve Menzil gibi tarikatlar da bu sürecin taşıyıcıları oldu.

Bu yapılar eğitim, medya, ekonomi ve bürokraside alternatif bir sistem kurdular. Yatılı yurtlar, özel okullar, burs ağları, STK'lar ve medya kuruluşları aracılığıyla yeni bir muhafazakâr elit yaratıldı. Bu elit, sadece kamusal alanda değil, devlet aygıtında da giderek daha görünür hale geldi.

AKP’nin 2002’de iktidara gelişiyle Siyasal İslam ilk kez bu kadar geniş ve örgütlü bir şekilde devletle bütünleşti. Başörtüsü yasağının kalkması, imam hatiplerin yeniden yaygınlaşması, tarikatların fiilen eğitim ve sağlık politikalarına yön vermesi bu bütünleşmenin örnekleri oldu.

 

28 Şubat’tan Hegemonyaya

1997’deki 28 Şubat süreci, İslamcı hareketin geçici olarak bastırıldığı bir dönemdi. Fakat bu baskı, tam tersine bir “mağduriyet anlatısı” yaratarak Siyasal İslam’ı daha da güçlendirdi. Başörtüsü yasağı, laiklik adına savunulsa da, bugün geriye dönüp bakıldığında istismar edilen bir otoriterlik örneği olarak hatırlanıyor.

Bu dönemin sembolik anlarından biri de, 1999 yılında başörtülü olarak milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın TBMM’de yemin ettirilmemesi ve dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in “Burası devlete meydan okunacak yer değildir!” diyerek onu Meclis’ten adeta kovmasıydı. O görüntü, sadece İslamcı kesimde değil, geniş muhafazakâr halk kitlelerinde de devletin dinle, inançla, başörtüsüyle kavgalı olduğu inancını pekiştirdi. Siyasal İslamcı hareket, bu olayı yıllarca bir travmatik hafıza olarak yeniden üretti.

AKP iktidarında bu yasak kaldırıldı. Ancak bu kaldırılış, bireysel özgürlüklerin genişlemesiyle sınırlı kalmadı; muhafazakâr değerlerin hegemonik hale gelmesinin zeminini de oluşturdu. Başörtüsü artık yalnızca ibadetle ilgili bir tercih değil; siyasi aidiyetin, toplumsal statünün ve ideolojik hizalanmanın sembolü haline geldi.

 

Cumhuriyet ile Hesaplaşma mı?

Bu dayatmanın bazı somut biçimleri de vardır: Anadolu liselerinin kapasitesi azaltılıp yerine imam hatiplerin açılması; eğitim müfredatının “değerler eğitimi” adı altında dini içeriklerle şekillendirilmesi; seküler yaşam tarzı benimseyen bireylerin sosyal medyada hedef gösterilmesi ya da kamuya açık alanlarda alkol tüketenlerin alenen kınanması… Hatta laiklik ilkesine göre tarafsız kalması gereken devlet, resmi törenlerde ya da açılışlarda dinî söylemleri olağanlaştırarak kamusal alanın simgesel haritasını tek bir inanç çerçevesine göre yeniden çiziyor. Hukuken zorunlu olmasa da bu uygulamalar, “kamuda görünür olmanın şartı” gibi algılanarak seküler vatandaşta dışlanmışlık hissi yaratıyor.

Bu dönüşüm yalnızca kurumlar ya da sembollerle sınırlı değil; gündelik dilin kendisine kadar uzanıyor. Türkçede yüzyıllardır kullanılan, dinî değil toplumsal bir selamlaşma kalıbı olan ‘merhaba’, giderek daha fazla ‘selamün aleyküm’ ile ikame ediliyor. Dizilerde, filmlerde de bu dönüşüm açık biçimde görülüyor. Bu sadece bir selamlaşma biçimi değil; kamusal alanda hangi kültürel kodların ağırlık kazandığının göstergesidir.

KONDA’nın 2021 araştırmasına göre kadınların %59’u bir biçimde örtünmektedir. Görünürlük çoğunluğa dönüşmüş, sekülerlik ise geri çekilmiş bir pozisyona itilmiştir. Siyasal İslam, artık muhalif bir duruş değil; iktidar sahipliğinin yeni normudur.

Dücane Cündioğlu’nun ifadesiyle “Siyasal İslamcı olmayan İslamcı yoktur; AK Parti’ye 'İslamcı' dememek için 'muhafazakâr' dediler.” Bu ifadenin altını çizmek gerekir: asıl sorun tanımlarda değil, kamusal alanın yeniden dini esaslara göre biçimlendirilmesindedir.

Türkiye bugün “laik bir devlet yapısıyla muhafazakâr bir toplumu nasıl bir arada tutarız?” sorusuyla yüzleşmek zorundadır. Ve belki de daha acı olanı şudur: bu soru artık tartışmaya açılmıyor bile. Çünkü tartışma alanı, yani kamusal alanın sekülerliği, çoktan el değiştirmiş durumda.

Ancak bu dönüşüm yalnızca kültürel bir kaymayla açıklanamaz. Türkiye'nin bugün içine girdiği otoriter yönetim biçiminin altında da Siyasal İslamcı zihniyetin izleri vardır. Siyasal İslam için demokrasi çoğu zaman bir amaç değil, bir araçtır. Seçim, sandık ve oy kavramı bir kez iktidarı tesis ettikten sonra meşruiyeti mutlaklaştırmak için kullanılır.

Bu yaklaşımda eleştiri kültürü neredeyse yoktur. Liderin sözü, dini bir öğreti gibi algılanır; lidere karşı çıkmak, neredeyse inanca karşı çıkmak gibi kodlanır. Bu nedenle Siyasal İslam, çoğulculuğu, ifade özgürlüğünü ve denge-denetleme mekanizmalarını içselleştiremez. Biat kültürüne dayalı bu yapı, uzun vadede demokratik refleksleri boğar; toplumun yalnızca nasıl inanması değil, nasıl yaşaması gerektiğini de tarif eder.

Tam da bu yüzden, Siyasal İslam’ın yükselişini sadece başörtüsüyle ya da görünürlükle açıklamak eksik kalır. Bu, aynı zamanda bir zihniyet dönüşümüdür. Ve bu zihniyet, Türkiye’yi sadece kültürel olarak değil, siyasal olarak da daha kapalı, daha itaatkâr ve daha az özgür bir ülkeye dönüştürmektedir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *