Sembollerin Sessiz İktidarı
Orta Çağ’a bakıldığında ilk fark edilen şey karanlık değildir; aksine, güçlü ve göz alıcı bir ışık vardır. Vitraylardan süzülen renkler, altın yaldızlı el yazmaları, göğe uzanan katedraller… Fakat bu ışığın ardında, toplumun okuryazarlığının düşük olduğu bir çağda sembollerin nasıl saf bir inançtan çok bir yönetim aracına dönüştüğünü unutmak kolaydır. Çünkü o görkemin altında başka bir gerçek daha vardır: Bilgi azsa, sembol çok konuşur. Anlatım araçları sınırlıysa, görüntü güç kazanır. Ve bu güç, çoğu zaman yalnızca ruhu beslemek için değil, toplumu yönlendirmek ve itaati pekiştirmek için kullanılır.
Kilise, Orta Çağ boyunca sanatın tüm dilini elinde tutuyordu. İnsanların büyük kısmı okuyamadığı için vitraylar, heykeller ve freskler yalnızca dini hikâye aktaran görüntüler değildi; aynı zamanda davranışı şekillendiren mesajlardı. Cennetin ışığı yukarıda, cehennemin karanlığı aşağıda; kutsallık altınla, günah gölgeyle anlatılırdı. Bunlar sadece teolojik metafor değil, aynı zamanda toplumsal bir hiyerarşi şemasının görsel halidir. İnsanlara “yerini” gösterir, “üstünü” işaret eder, “itaatin doğruluğunu” hatırlatırdı. Bir anlamda sanat, inançla birlikte iktidarın en etkili diliydi.
Pagan sembollerinin dönüştürülüp yeni bir anlamla paketlenmesi de bu mekanizmanın bir parçasıydı. Eski halk inançlarının şekilleri, yeni dinin çerçevesine yerleştirildi. Bu hem tanıdık gelmesi için, hem de halkın eski bağlarını kilise eliyle yeniden yönlendirmek içindi. Gargoyle’lar, güneş ışını motifleri, yaşam ağacı sembolleri… Hepsi hem eskiyi unutturmayan hem de yeniyi kutsayan akıllı bir senteze dönüştü. Böylece insanlar köklerinden kopmadan ama artık kilisenin yorumuyla düşünmeye başladı.
Gerçekçilikten uzak figürler, bilinçli olarak yassı bırakılmış mekânlar, altın fonlar… Hepsi dünyevi gerçekliği azaltıp kilisenin sunduğu manevi gerçekliği tek seçenek hâline getirmek içindi. Çünkü ne kadar az sorgulanırsa, o kadar çok inanılırdı. Sanat bir eğitim değil, bir yönlendirme mekanizmasıydı. Halkın semboller aracılığıyla “doğruyu” hissetmesi, kilisenin otoritesini sorgulamasından daha önemliydi.
Bugünden bakıldığında bu yapı tamamen geçmişte kalmış gibi görünür; oysa mesele sadece mekân değiştirdi. Orta Çağ’da katedrallerin camlarında olan şey, bugün ekranların ışığında sürüyor. Semboller artık taşta ve camda değil; dijital görüntülerde, ritimlerde, sloganlarda, ikonlarda dolaşıyor. Ama temel mantık aynı: Görüntü duyguya dokunur, duygu düşünceyi yönlendirir. İnsan fark etmeden inanır, sorgulamadan kabullenir. Bir sembolün anlamı açıkça anlatılmasa bile zihin onu otomatik olarak yorumlar. Bu, Orta Çağ kilisesinin ustalıkla kullandığı bir yöntemdi. Bugünün dünyasında da aynı yöntem sadece daha hızlı, daha geniş ve daha görünmez çalışıyor.
Zaman değişti, ama konu değişmedi:
Semboller hâlâ gücün en sessiz ama en etkili dili.
Dün kilise bu dili elinde tutuyordu; bugün başka kurumlar, başka yapılar, başka ekranlar… Fakat yöntem aynı: Görüneni değil, görünmeyeni işlemek. İnsanların bilinçaltına sessizce duygular, korkular, umutlar, itaat kalıpları yerleştirmek. Sembol, hâlâ en çok inandıran araç; çünkü zihin sembolle karşılaştığında düşünmeden önce hisseder. Ve hisseden insan, çoğu zaman kimin yönlendirdiğini bilmeden yönlendirilir.
Belki de bu yüzden tarih bize hep aynı şeyi gösterir: Işık nereden gelirse gelsin, gölgeyi de beraberinde getirir. Önemli olan ışığın parlaklığı değil, kimin ışığı tuttuğudur.