İstanbul
Parçalı bulutlu
10°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,8044 %0.17
50,1756 %-0.07
5.972,23 % 0,28
88.275,17 %0.02

Taşın İçindeki İnsan: Michelangelo’nun Yalnızlığı, İnancı ve Davut’un Sessizliği

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Taşın İçindeki İnsan: Michelangelo’nun Yalnızlığı, İnancı ve Davut’un Sessizliği

Floransa sabahının taş sokaklarından yürürken insan ister istemez başını kaldırır.

Katedrallerin kubbeleri, dar sokaklardan süzülen ışık ve bir yerlerde Michelangelo’nun gölgesi.

Beş yüz yıldır hâlâ oradadır o: keskiyi eline almış, mermerle konuşan, Tanrı’yı sorgulayan, insanın içindeki ilahi kıvılcımı taşın içine hapsetmeye çalışan adam.

Bir mermer çocuğun hikâyesi ; Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni, 1475 yılında Toskana’nın Caprese köyünde doğdu. Babası Lodovico, köklü ama fakirleşmiş bir bankerdi. Soyluluk iddiasına sıkı sıkıya sarılır, sanata ise “geçici bir heves” olarak bakardı.

Annesi Francesca Michelangelo henüz altı yaşındayken öldü.

O, Carrara mermer ocaklarının yakınlarında yaşayan bir süt annenin yanında büyüdü.

Yıllar sonra şöyle diyecekti:

“Eğer taşa bu kadar düşkünsem, sebebi sütümledir; sütüyle beraber mermeri içime çekmişimdir.”

Belki de o yüzden Michelangelo, insanları değil, taşları anlamayı seçti. Çünkü taşlar susar, ama yalan söylemez.

Tanrı’nın atölyesi

Genç yaşta çizim yeteneği fark edildi. Ressam Domenico Ghirlandaio’nun atölyesinde çırak olarak başladı.

Orada perspektifi, renkleri, fresk tekniğini öğrendi ama onu asıl büyüleyen şey, taşın içinde gizli duran formlardı.

Kısa süre sonra Lorenzo de’ Medici’nin sarayına girdi. Orada antik heykellerle, Platon’un felsefesiyle ve hümanizmin doğuşuyla tanıştı.

Floransa, o dönemde Tanrı’nın değil insanın yüceltildiği bir laboratuvardı.

Michelangelo’nun zihninde o dönemde bir fikir filizlendi:

“Tanrı insanı kendi suretinde yarattıysa, insanı anlamak Tanrı’yı anlamaktır.”

Taşın içindeki dev: Davut

Floransa Katedrali için yıllar önce ayrılmış, devasa ama kusurlu bir mermer blok vardı.

Heykeltıraşlar taşın kötü olduğunu, işe yaramayacağını söylemişti.

Ama Michelangelo o taşa baktı ve “İçinde bir kahraman var,” dedi.

Üç yıl boyunca neredeyse hiç dinlenmeden çalıştı. Gündüzleri güneş ışığında, geceleri mum alevinde mermeri yonttu.

1504’te heykel tamamlandığında Floransa nefesini tuttu.

Beş metrelik bir genç, çıplak, güçlü ama kırılgan.

Ne zırhı vardı ne kılıcı. Sadece omzuna atılmış bir sapan kayışı.

Çünkü Michelangelo, Davut’u zaferin değil, mücadeleye hazırlanışın anında betimlemişti.

Kaslarında gerginlik, bakışlarında kararlılık, alnında insanın içindeki korkunun gölgesi.

Bu heykel, Floransa Cumhuriyeti için bir güç simgesiydi ama aynı zamanda insanın kendi kaderine meydan okuyuşunun da sembolüydü.

Rönesans’ın ruhu artık taştaydı.

Michelangelo’nun Davut’u, Tanrı’nın değil insanın büyüklüğünü anlatıyordu.

Tanrı’ya uzanan ama dokunamayan eller

1508’de Papa II. Julius onu Roma’ya çağırdı. Sistine Şapeli’nin tavanını boyamasını istediğinde Michelangelo “Ben bir ressam değilim,” dedi ama emri reddedemedi.

Yıllarca tek başına çalıştı.

Tavana asılı, başı yukarıda, sırtı ağrılar içinde, boynuna düşen damlalarla, neredeyse delilikle mücadele etti.

Dört yılın sonunda ortaya çıkan manzara, insanlık tarihinin en güçlü görsel duasıydı.

“Âdem’in Yaratılışı” sahnesinde Tanrı’nın parmağı, Âdem’in parmağına neredeyse dokunur ama tam değmez.

O küçük boşluk — Tanrı ile insan arasındaki sonsuz mesafedir.

Michelangelo’nun hayatı da o boşlukta geçti: Tanrı’ya yaklaşmak isterken, hep biraz eksik kalmak.

Michelangelo’nun yaşamı boyunca dostu az, düşmanı çoktu.

Rönesans’ın en tanınmış sanatçısıydı ama iç dünyası karanlıktı.

Obsesif çalışkanlığıyla bilinir, günlerce yemek yemeden çalışırdı.

Uzun yaşamak için yıkanmazdı — gerçekten de 88 yaşına kadar yaşadı.

Kendine iyi bakmaz, ama eserlerine Tanrı’ya ibadet eder gibi bakardı.

Yalnızlığı, dindarlığı ve sanat tutkusu birbirine karışmıştı.

“Sanat, Tanrı’ya giden en sessiz duadır,” diyordu.

Mektuplar ve gizli bir aşk

Michelangelo’nun en derin duygularını mektuplarında buluruz.

Özellikle Floransalı genç soylu Tommaso de’ Cavalieri’ye yazdığı mektuplar, onun ruhunun en çıplak hâlidir.

Bu mektuplarda hem hayranlık hem aşk vardır; hem Tanrı’yı arayan bir inanç hem de insana duyulan sevgi.

“Eğer güzellik Tanrı’nın yansımasıysa, sende Tanrı’yı görüyorum,”

diye yazmıştı Cavalieri’ye.

Michelangelo hiçbir zaman evlenmedi. Hayatı boyunca sanatına ve iç dünyasına bağlı kaldı.

Onun aşkı bedenden çok ruha aitti, ama eserlerine bakan herkes, o tutkuyu taşın içinde hisseder.

1564 yılında, 88 yaşında Roma’da öldü.

Son günlerinde hâlâ elinde keskisi vardı. “Pietà Rondanini” adlı son heykelinde artık kaslar yoktu, güç yoktu — sadece kırılganlık.

Kendini Tanrı’nın önünde çaresiz bir kul gibi betimlemişti.

Belki sonunda Tanrı’ya ulaşabilmişti, çünkü o heykelde artık insan değil, yalnızca ruh kalmıştı.

Floransa’da bugün hâlâ Davut’un gözlerine bakan herkes, Michelangelo’nun yalnızlığını hisseder.

O taşın içinde sadece bir kahraman değil, insanı anlamaya çalışan bir insan vardır.

Michelangelo bize hâlâ fısıldar:

“Tanrı seni taş gibi yarattı. Ama kim olacağını, senin yontman gerek.”

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *