İstanbul
Parçalı az bulutlu
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,2646 %0,23
49,1030 %0,44
5.744,52 % 0,82
103.093,75 %-1.894
Ara

Floransa Bienali’nde Bir Sanat Yolculuğu

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Floransa Bienali’nde Bir Sanat Yolculuğu

Floransa’ya ilk gidişimdi. İçimde tarifsiz bir heyecan vardı. 39 kiloluk bir valizle, parçalanmış haldeki şaseleri taşımak bile başlı başına bir mücadeleydi. O kadar hazırlık, emek, stres… Hepsi o anın içindeydi. Ertesi gün Almanya’dan çok yakın arkadaşım, moleküler biyoloji ve DNA uzmanı Dr. Cevza Esin tunc geldi. Onunla birlikte fuar alanına gidip şaseleri monte ettik, resimleri yerleştirdik, alanı hazırladık. Her detayla ilgilenmek gerçekten yorucuydu ama sonunda işlerimizin orada, o büyük sahnede yerini alması bütün yorgunluğu unutturdu.

 

Fuarın başladığı gün heyecanım birkaç kat arttı. Çünkü bu sergiye aylarca hazırlanmıştım. Bienal’in merkezine kendi resimlerimizi koymak, o emeği dünyanın sanat başkentlerinden birinde temsil etmek benim için çok anlamlıydı. İnsanların gösterdiği ilgi ise inanılmazdı. Herkesin telefonunda artık bir Elif Erdem tablosu, bir mücevher fotoğrafı vardı. O an hissettiğim gururu tarif etmek zor.

 

Ama en ilginç kısmı şuydu: kimse elbisemin yağlı boya tuvalet olduğunu anlamadı! İnsanlar dokunana kadar kumaş sandılar. Bir noktadan sonra o kadar çok kişi elbiseme dokundu ki, artık sayamadım bile. O sahnede yer almak, insanlarla birebir temas etmek, onların merakını görmek çok güzeldi.

 

Her şey gayet iyi gidiyordu… ta ki ikinci gün Bienal turuna çıkana kadar.

O zaman fark ettim ki seçki artık eskisi gibi değil. Bienal biraz fazla genişlemiş. Amatör denilebilecek ressamlarla aynı karede, aynı duvarda yer almak tuhaf bir histi. İstanbul Bienali’ni her zaman “Şampiyonlar Ligi” gibi görmüşümdür. Orada sergilenen her iş belirli bir çizginin üzerindedir. Ama Floransa’da maalesef aynı kalite standardını göremedim. Çok iyi işler vardı elbette, ama düşük işler hiç olmamalıydı…. Bienalsin sen !;))

 

Asıl şaşkınlığımı ise ödül töreninde yaşadım. Amerikalı bir ressam, Frida Kahlo’nun neredeyse birebir aynı resmini — sadece erkek versiyonu olarak — yapmıştı. Ve ödül aldı. Bu benim için büyük bir hayal kırıklığıydı. Çünkü eğer mesele “hikâye” anlatmaksa, o zaman bu bir hikâye yarışması olmalıydı, Bienal değil. O mantıkla ben de Edvard Munch’un Çığlık tablosunu Gazzeli bir çocuk olarak yeniden çizebilirdim. O da “karanlığın içindeki aydınlık” olabilirdi belki…

Ama mesele sanat olmalıydı, sembol değil.

Ve bizden siyasi resim yapmamamız istendiği için, maalesef bu hakkımı daha sonrasına saklayabilirim dedim…

Yine de bu deneyim benim için çok değerliydi. Dünyanın dört bir yanından gelen sanatçılarla tanışmak, fikir alışverişi yapmak, farklı ekolleri görmek çok ilham vericiydi.

Ama bir gerçeği de göz ardı edemem: sanat dünyası artık bir “sanatçı havuzu” gibi işletilmemeli. Çünkü herkesin bir arada olduğu o büyük havuzda, gerçekten yüzebilenlerle yüzemeyenler aynı suda buluştuğunda, o suyun berraklığı bozuluyor.

 

Ve elbette, dünyanın değişmeyen tek kuralı burada da geçerliydi: kim büyük sponsorsa, ödüller onun etrafında toplanıyor.

Bu yıl Çin’in aldığı ödül sayısı bunun en açık göstergesiydi.

****

Tüm bunların yanında, 

Tim Burton ile tanışmak benim için gerçekten harikuladeydi. Özellikle elbisemi beğenmesine bayıldım; çünkü onun fikri benim için çok değerliydi. “Gerçekten yaratıcı,” dedi — ve bu sözü duymak, o anı benim için unutulmaz kıldı. Kısa ama çok keyifli bir sanat sohbeti yaptık. Orada tanıştığıma çok memnun oldum.

 

Ayrıca Lavinia de Rothschild ile tanışmak da harikulade bir deneyimdi. Onunla sohbet ederken sanatın uluslararası dilinin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha hissettim.

İtalya bana çok güzel dostluklar, çok değerli tanışıklıklar kazandırdı. Bu konuda gerçekten müteşekkirim.

 

Ama ne olursa olsun, Bienal’in sistemini hiç beğenmedim.

Sanatın hakkaniyetli, özgür ve liyakate dayalı bir biçimde temsil edilmesi gerektiğine inanıyorum. Belki de bu yüzden Floransa Bienali benim için hem bir dönüm noktası, hem de sanat dünyasına dair önemli bir yüzleşme oldu.

süreç şöyle ilerliyor: Önce bir seçici kurul sizi belirliyor. Aslında ilk adımı onlar atıyor; sizi bir yerlerde keşfediyorlar. Beni de Paris’teki sergimden bulmuşlardı. Ardından portfolyonuzu gönderiyorsunuz ve değerlendirme süreci başlıyor. “Seçici kurul” tarafından seçildiğiniz söylendikten sonra, size bir sözleşme gönderiliyor. Bu sözleşmeyi imzaladığınız andan itibaren geri dönüş pek mümkün olmuyor; dolayısıyla belirli koşulları ve yönlendirmeleri kabul etmeniz gerekiyor.

Ancak burada en dikkat çekici kısım, organizasyonun belirli bazı konularda sizi yönlendirmesi — hatta kimi zaman mecbur bırakması. Örneğin, nakliye konusunda sadece onların önerdiği lojistik firmasıyla çalışmanız isteniyor. Bu durum, sanatçı için hem seçenekleri daraltıyor hem de ciddi ek maliyetler yaratabiliyor. Normalde 70–80 Euro’ya mal olabilecek bir gönderim, bu sistem içinde 600 Euro’ya kadar çıkabiliyor. Eğer şasenizi orada yaptırmak isterseniz, buna benzer bir ücret daha talep edilebiliyor.

Bu uygulamaların temelinde, eserlerin aynı depoda toplanması ve sergi düzeninin kolaylaştırılması fikri var elbette. Ancak sanatçı açısından bu sistemin daha adil ve şeffaf bir biçimde yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Neyse ki benim şase ustam olağanüstü bir özveriyle çalıştı — gerçekten minnettarım.

Hatta şunu da fark ettim: Türkiye’den bazı sanatçılar, bu yıl çeşitli sebeplerle Bienal’e bizzat katılamamış. Sadece eserlerini göndermişlerdi. Ne yazık ki bazı çalışmaların üzerinde sanatçının adı bile yer almıyordu.

Bu manzara beni gerçekten üzdü. Çünkü bir sanat eserinin ardındaki imza, sadece bir isim değil; emeğin, kimliğin ve ruhun temsili. O imzanın eksikliği, sanatçının görünmez kılınması demek.

Ve bu, sanat adına gerçekten çok acı.

Biz Türk sanatçılar, özellikle sanat söz konusu olduğunda, daima hakkaniyetli bir anlayışı benimseriz. Hiç kimsenin emeğine gölge düşürmemek bizim kültürümüzün bir parçasıdır. Bu süreç bana, uluslararası organizasyonlarda bile sanatçının haklarını ve sınırlarını dikkatle koruması gerektiğini bir kez daha hatırlattı.

Gelelim Floransa’ya…

Floransa, sanatın kalbi. Rönesans’ın doğduğu şehirde her köşe başı bir tablo gibi. Sokağa adımınızı attığınız anda tarihin ve estetiğin içinden geçiyorsunuz. Adeta zaman, Michelangelo’nun ellerinde yeniden şekillenmiş gibi.

 

Uffizi Galerisi’nin koridorlarında yürümek, sanki yüzyıllar öncesine bir kapı açmak gibi. Venus’ün Doğuşu tablosunun karşısında kalakalmak, Caravaggio’nun ışık ve gölgeyle yarattığı o dramatik etkiyi yakından görmek… bunlar tarif edilemez duygular.

Ve tabii Michelangelo’nun Davut heykeli… Gerçekten insanın nefesini kesiyor. Sadece bir heykel değil; insan bedeninin, emeğin ve zarafetin birleştiği bir mucize gibi. Karşınızda, mermerden yaratılmış bir insanın ruhu var adeta.

Floransa’da sanatın ne kadar yaşadığını, müzelerin sadece eserleri değil, bir dönemin ruhunu taşıdığını hissediyorsunuz. Her sokakta Rönesans’ın izi, her binada tarih var.

 

Ama küçük bir tavsiye:

Uffizi biletinizi sakın Booking’den almayın.

Çünkü Booking üzerinden alınan biletlerle doğrudan içeri giremiyorsunuz. Uffizi’nin resmi bilet sisteminde İtalyanca, oldukça küçük bir yazıyla bir uyarı bulunuyor: Biletinizi belirtilen adresteki ofiste onaylatmanız gerekiyor.

Ve bu işlemi mutlaka ziyaret saatinizden en az bir saat önce yapın.

Çünkü onay süreci zaman alıyor; sadece on dakika bile gecikirseniz, sizi içeri almıyorlar.

Bir de güvenlik kısmı…

Paris’teki Louvre Müzesi’nde yaşanan hırsızlıklardan sonra, Uffizi’deki güvenlik önlemleri oldukça sıkılaştırılmış. Sanki bir banka kasasına giriyorsunuz. Çift aramadan geçiyorsunuz, kimliğiniz kontrol ediliyor, çantalar X-ray’den geçiriliyor.

Sanatın kalbine ulaşmak için bu kadar prosedürden geçmek ilk anda biraz garip gelse de, içerideki güzellikleri gördüğünüzde hepsine değdiğini hissediyorsunuz.

Bir de Yeme-İçme Meselesi…

 

Floransa’da sanat kadar gastronomi de iddialı. Şehirde çok sayıda Michelin yıldızlı restoran var; her biri İtalyan mutfağını modern dokunuşlarla yeniden yorumluyor.

Ama içlerinden bir tanesine gitmemenizi kesinlikle tavsiye ederim: Loccal

 

Menüde yöresel tatlar sunuyorlar. Ben de menüdeki seçeneklere göz gezdirirken “pigeon” yazısını gördüm ve açıkçası çok üzerinde durmadım. Bizdeki “kadınbudu köfte” ya da “dilber dudağı” gibi yöresel bir isimdir diye düşündüm. Ama masaya gelen tabak… hayatımda gördüğüm en şaşırtıcı manzaraydı. Gerçekten bir güvercin, neredeyse dokunulmamış halde, tabağın ortasında kanlı duruyordu.

Şefin niyeti elbette “lokal mutfak” deneyimi yaşatmakmış ama benim için bu, sanatla değil cesaretle ilgili bir performanstı sanırım. Katliam

 

Garson büyük bir nezaketle, “Güvercin yemiyor musunuz?” diye sorduğunda sadece gülümseyebildim. İçimden “Yani, ha köpek yemişsin ha güvercin,” diye geçirdim — çünkü bana göre bu tür hayvanlar yemek değil, yaşamın parçası.

O anda yaşadığım şaşkınlığı tarif etmem zor.

Gerçekten bugüne kadar birçok Michelin restoran deneyimim oldu ama böylesine tuhaf bir tabakla ilk kez karşılaştım.

Şaka bir yana, o akşam restoranın şefine “Bu kadar güzel sunumla böylesine trajik bir tabak hazırlamak da bir tür yetenek olmalı,” dedim.

Garson biraz bozuldu ama ben yine de gülümseyerek teşekkür ettim.

Yine de Floransa’nın genelinde geçirdiğim 15 gün çok keyifliydi.

Şehir hem estetik hem tarih açısından büyüleyici bir yer. Fakat bir daha gider miyim?

Sanırım çok iyi bir teklif almam gerekir.

Açık konuşmak gerekirse, Floransa yerine Amalfi kıyılarında bir tatili tercih ederim.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *