İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5214 %0.04
49,5618 %-0.07
5.780,88 % 0,48
91.122,63 %-1.574
Ara

Görünenin ardındaki görünmeyen

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Görünenin ardındaki görünmeyen

Otuz beş yaşıma girerken, John Berger’in Portreler kitabını elime aldım. Ne yazayım diye düşünürken, hafta sonu için aklıma kendim geldim. Oturdum, aile DVD’lerimi yeniden izledim. Eski kasetler, çocukluğum, sesim, bakışlarım, kayıtlara düşmüş o anlık gülüşler… Kendimi ve geçmişimi sorguladım. Geleceğe baktım. Sonra Elif’in portrelerini inceledim; onun bakışlarında, büyüyen yüzünde, zamanın kaydını buldum.

Oturup dedim ki, aslında hayatın belli bir noktasından sonra insan sadece başkalarının portrelerine değil, kendi portresine de bakmaya başlıyor. Aynadaki yüz, eskiden yalnızca bir görüntüydü; artık zamanın kaydına dönüşüyor. Çizgiler, gölgeler, gülüşün kenarındaki izler… Bunların her biri, bir “anı yaşadım”ın sessiz imzası. Zamanı yönetmeye çalışırken onu hep hesaplarla ölçtük: saatlerle, programlarla, yapılacaklarla. Oysa zaman yönetilmez. Zaman yaşanır. Berger’in dediği gibi, bir yüz yaşanmışlığın aynasıdır; zamanın en gerçek kaydı da işte oradadır.

Ama biz çoğu kez unutmayı seçiyoruz. Unutmak, bizim kültürümüzde neredeyse alışkanlık. Bazen yaralar kabuk bağlasın diye, bazen “geçmişin yükü ağır” diyerek… Oysa unuttuğumuz her şeyle birlikte kendimizi de biraz kaybediyoruz. Eski kasetlere bakarken fark ettim: Çocukluk anıları, aile sofraları, gündelik haller… Hatırladıkça yeniden doğuyor. Hafıza, insanın en derin portresidir. Unutmak bazen rahatlatır ama hatırlamak kök salar. Belki de bu yüzden Berger’in portrelerine bakarken sadece bir yüz değil, bir çağın bütün duygusu üzerimize çöker.

Zekâ çoğunlukla hızlı problem çözmek, mantıklı düşünmek ya da akademik başarıyla özdeşleştirilir. Ama bu tanım, zekânın yalnızca küçük bir yüzünü gösterir. Gerçek zekâ, çok daha geniş bir manzaradır. Bir çocuğun merakla sorduğu “neden?” sorusunda, bir ressamın hayalini tuvale aktarmasında, bir bilim insanının yıllarca süren sabırlı deneylerinde… Hepsinde zekânın farklı yüzleri vardır. Zekâ sadece öğrenmek değil; aynı zamanda hissetmek, empati kurmak, başkasının gözünden dünyaya bakabilmektir. Berger’in Görme Biçimlerinde hatırlattığı gibi, görmek de bir zekâdır. Ama sadece gözle görmek değil, gönülle de görmektir.

Ve işte burada gönül devreye giriyor. Hayatın belli bir noktasından sonra aklın terazisi hafifler, gönlün sesi ağır basmaya başlar. Akıl bize olanı gösterir; gönül ötesini sezdirir. Bir melodideki hüzün, bir bakıştaki umut, bir sessizliğin ardındaki anlam… Bunları akıl tek başına kavrayamaz. Gönül gözü açıldığında, insan artık yalnızca bakmaz, görür. Yalnızca düşünmez, hisseder. Berger’in portreleri de bu yüzden sarsıcıdır: Çünkü görünenin ardındaki görünmeyeni bize duyurur.

Otuz beş yaşın eşiğinde şunu anlıyorum: Hayat, zamanı yönetmeye çalışırken aslında zamanı kaybetmek, unutarak hafiflerken köksüzleşmek, zekâyı daraltırken gönül gözünü kapatmaktır. Ama tam tersi de mümkündür. Zamanı yaşamak, hafızayı taşımak, zekâyı genişletmek, gönülle bakmak… İşte bu, insanın kendi portresini çizmesidir. Belki de en güzel portre, tam da budur: Kendi yüzümüzde zamanı, hatıraları, merakı ve gönlü bir araya getiren portre. Berger’in kitabını kapatırken anladım ki, bir yüz yalnızca bizi değil, bütün bir hayatı taşır.

Ve burada bir şey daha görüyorum: İçinde yaşadığımız toplumda derin bir boşluk var. Sadece siyasette değil, sokakta da, gündelik konuşmalarımızda da, hatta evlerimizin içinde bile. Yozlaşma artık sıradanlaşmış durumda; rüşveti “işin kolay yolu” sanıyoruz, liyakatsizliği “kader” diye kabulleniyoruz, değerlerin eriyişini sessizce izliyoruz. İnsanlar birbirine yabancılaşıyor, dostlukların yerini çıkar ilişkileri, komşulukların yerini duvarlar alıyor. Hafızamız siliniyor; dün yaşanan haksızlığı bugün unutuyoruz, dün dökülen gözyaşını bugün görmezden geliyoruz. Bu unutkanlık, bu kayıtsızlık, ruhumuzu kemiren en büyük hastalık.

Toplum, derin bir boşluğun içinde savruluyor. Sanki herkes aynı hızla koşuyor ama nereye koştuğunu kimse bilmiyor. İçimizdeki boşluk, dışarıdaki gürültüyle örtülmeye çalışılıyor: sosyal medyada sahte mutluluklar, siyasette bitmeyen kavgalar, gündelik hayatta sığ hevesler. Ama gerçekte herkes daha yalnız, daha yorgun, daha umutsuz.
İşte tam da bu yüzden sanat bizim kaçış yolumuz değil, son sığınağımızdır. Sanat, unuttuğumuz değerleri hatırlatır; yozlaşmanın karşısında vicdanın sesi olur. Bir şiir, bir resim, bir melodi… Bize hâlâ insan olduğumuzu hatırlatır. Çünkü sanat olmadan yalnızca tüketen, yalnızca hesaplayan, yalnızca unutan varlıklara dönüşürüz.



Bugün bu direnişi popüler müzikte bile görmek mümkün. Mabel Matiz’in son şarkısına yöneltilen “dejenere” eleştirileri, aslında toplumun sanata bakışındaki yüzeyselliği gösteriyor. Oysa Matiz tam tersine, modern zamanların bir ozanı. Şarkılarındaki mecazlar, dilemmalar, tesbihler, derin göndermeler; bunlar yozlaşmanın değil, aksine edebiyatın, kültürün ve ironiyle harmanlanmış bir dilin işaretleri. Eleştiri adı altında yapılan saldırılar, sanatın gücünü anlamaktan uzak bir kayıtsızlıktan ibaret.

Sanatçıya “dejenere” demek kolaydır; zor olan, onun bize tuttuğu aynada kendi çarpıklığımızı görmek. Berger’in portrelerinde olduğu gibi, Mabel Matiz’in şarkıları da zamanımızın portresidir. Modern bir halk ozanı gibi, toplumun çelişkilerini, arzularını, kırılmalarını kelimelerle işler. Onu anlamak için kulak değil, gönül de gerekir.

Ve belki de işte tam bu yüzden sanat, hâlâ en büyük ışığımız. Çünkü yozlaşmanın gölgesinde, toplumsal boşluğun karanlığında bize insan kalmayı hatırlatacak olan şey, sanatın o derin, sarsıcı ve sahici dilidir. Dejenere olan sanat değil; sanatı anlamaktan vazgeçen toplumun ta kendisidir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *