
Tutarsızlığın pratiği

Türkiye’nin parlamenter rejimle yönetilen dönemlerinde, hükumet oluşturmak amacıyla bir araya gelen partiler koalisyon kurmak için anlaştıkları zaman belli bir protokol oluşturulur, partiler programları ve halka verdikleri sözler çerçevesinde asgari müştereklerde buluşurlardı. Kurulan koalisyonda yer alan partilerin hiçbiri ne kendi fikirlerinden ödün verir ne de diğer koalisyon üyeleri üzerinde baskı kurmaya çalışırdı. Hükumetteki bakanların sayısı da genelde alınan oy oranına göre belirlenirdi.
Koalisyonların bu şekilde, yani birbirine saygı ve asgari müşterekler çerçevesinde oluşturulması geleneği belki de ilk defa 1996’da kurulan Refahyol hükumetiyle bozuldu. Koalisyon kurmadan önce birbirlerini yolsuzlukla suçlayan ve yüce divana göndermekle tehdit eden Refah Partisi ve DYP, ancak bu tehditlerini geri çekerek, ortak noktalarda buluşma imkânları çok düşük hâlde bir araya gelebildiler.
Bir yıl ayakta kalabilen bu hükumetin ardından belli bir süre daha devam eden koalisyonlu dönem AKP’nin tek başına iktidara gelmesiyle son buldu. Milli görüş gömleğini çıkaran AKP artık muhafazakâr demokrat bir parti olduğunu ilan etmiş, partinin bazı kurmayları bu düşünce üzerine teorik çalışmalar içine girmişlerdi. Toplumun belli bir bölümü de güçlü bir yönetimin iş başına gelmesine sevinmiş, istikrarın geldiğini düşünmüştü. Gerçekten de AKP’nin iktidardaki yükseliş dönemi 10 yıldan fazla bir süre boyunca devam etti.
İktidar partisinin güç kaybetmeye başladığı süreçte referandum yoluyla sistemin değiştirilmesi, referandum öncesi yapılan “koalisyonsuz dönem” propagandasının boşa çıktığını göstermiş oldu. Koalisyon yalnızca isim değiştirmiş ve ittifak adını almıştı. Tek başına iktidarda kalmaya artık gücü yetmeyen Tayyip Erdoğan, tam da bu dönemde Devlet Bahçeli ile bir araya geldi.
Fakat bu ittifak pek de öncekilere benzemiyordu. Ortada ne bir protokol vardı ne de ittifakın MHP kanadı hükumete bakan vermişti. Bu bakımdan, Bahçeli’nin kayıtsız şartsız desteği toplumun ciddi bir kesiminde kafaları karıştırmıştı. Muhafazakâr demokrat olduğunu söyleyen ancak bunun fikri altyapısını yılar geçse de tam anlamıyla oluşturamayan AKP ile milliyetçi MHP’nin ortaklığı 2018 seçimlerinin kazanılmasını sağladı ancak bu aşamadan sonra iki partinin birlikteliğinin de iktidarda kalmaya yetmediği görülmeye başlandı.
2019 yerel seçimleri bunun ilk göstergesiydi. 2023 genel seçimlerinde ise iki partiden oluşan ittifak altılı bir oluşum halini almıştı ve tıpkı yine altı partiden oluşan rakip ittifak gibi birbirlerine hiç mi hiç benzemeyenlerden oluşuyordu. Birliktelikler ilkesel olmaktan çok milletvekili pazarlığına indirgenmiş, hatta bazı partilerin ittifaka katılması için yalnızca genel başkanının milletvekili adayı gösterilmesi yetmişti. İdeolojik tavır, partinin birikimi ve programının gereklilikleri geri plandaydı.
Bu anlayış Erdoğan’a 2023 seçimlerini kazandırdı ancak iktidar kanadındaki topyekûn kan kaybını durdurmak mümkün olmadı. Son çare olarak yıllarca yok sayılan Dem Parti ile bir araya gelindi ve son genel seçimler öncesi bir araya gelenlerin her bakımdan farklılığı bir başka boyut kazanmış oldu.
Bu durum, ittifakı oluşturan AKP ve MHP’nin fikirsel anlamda çöküşünün son göstergesi olarak tarihe geçmiştir. Hem AKP’nin hem de ortağı olan MHP’nin neredeyse kuruluşlarından bu yana tutarlı bir politik çizgi geliştirememiş olmaları, bugün tabir yerindeyse çıkmaz sokağa sapmış olmalarının ana nedenidir. Belli bir program ve fikir çerçevesinde ülkeyi yönetmek yerine, ne şekilde olursa olsun iktidarını sürdürmek amacıyla hareket eden bir iktidarın bundan sonra ülkeye yarar getirmesini beklemek ise ancak saflık olarak nitelendirilebilir.