İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5212 %0.04
49,5823 %-0.03
5.787,95 % 0,61
90.591,58 %-2.426
Ara

Heykelin Sessiz Tanıklığı: Geçmişin Duvarlarından Günümüz Atölyelerine

YAYINLAMA:
Heykelin Sessiz Tanıklığı: Geçmişin Duvarlarından Günümüz Atölyelerine

Sanat tarihi, yalnızca tuvallere ya da kitaplara sıkışmış bir anlatı değildir. Bazen bir apartmanın cephesinde, bazen bir kamu binasının avlusunda, bazen bir caminin mermerinde yankılanır geçmişin estetik hafızası. Türkiye’de heykel ve seramik sanatı, özellikle mimarlıkla iç içe geçmiş dönemlerde gündelik yaşamın bir parçasıydı. Ancak ne yazık ki bu kültürel dokunun birçok parçası, zamanın tozunda unutulmaya yüz tuttu. Bu yazı, geçmişten bugüne taşınan sessiz ama güçlü sanat formu olan heykelin izini sürüyor ve çağdaş üretimin içinden gelen bir sanatçının, Elif Saltık’ın gözünden bu yolculuğa yeniden bakıyor.

Kamusal Alanlarda Heykel: Kayıp Olan Estetik Bellek

Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında, sanat mimarinin ayrılmaz bir parçasıydı. Mimar Vedat Tek gibi isimler, yapıları yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda estetik bütünlüğe sahip alanlar olarak kurgularlardı. I. Ulusal Mimarlık Akımı’nın öncülerinden olan Vedat Tek’in tasarımlarında, cephe süslemeleri, rölyefler, seramik panolar gibi plastik sanat unsurlarına sıklıkla rastlanır. Sanat, binanın bir süsü değil, anlamıydı.

Taksim’deki eski Postane binası, Haydarpaşa Garı’nın iç mekânları, Kadıköy’deki Halide Edip Adıvar apartmanı gibi yapılar, dönemin mimari anlayışının sadece mühendislik değil, estetikle de beslendiğini gösterir. Bu yapılar; mozaik, kabartma, çini ve taş işçiliğinin iç içe geçtiği, birer açık hava sanat galerisi gibidir.

Heykel sanatı da kamusal alanda kendine güçlü yerler bulmuştu. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yaptığı mozaik panolar ve rölyefler, yalnızca şiirleriyle değil, duvarlardaki izleriyle de bu toprakların kültürüne işlenmiştir. Örneğin, 1961 yılında İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nın dış cephesine yaptığı seramik pano hâlâ çağdaşlıkta zamanın ötesinde bir duruşa sahiptir. Heykel ve seramik sanatçıları, şehri yalnızca yaşanacak değil, algılanacak bir alan olarak kurgularlardı.

Tankut Öktem’in devasa Atatürk heykelleri, Kuzgun Acar’ın metal işleri, Hakkı Atamulu’nun kamusal alan yerleştirmeleri… Hepsi bir dönem kamunun kültürel belleğini şekillendiren, iz bırakmayı başarmış heykeltıraşlardı.

Evlerimizdeki Heykel: Bir Zamanlar Vardı

Bir dönem heykel ve seramik işleri sadece müzelerde ya da zengin koleksiyonlarda değil, sıradan insanların evlerinde de bulunurdu. Özellikle 1960-70’lerde Türkiye’de birçok orta sınıf evi, küçük büstler, seramik figürler, duvara asılan rölyeflerle süslenirdi. Apartman girişlerinde, merdiven sahanlıklarında ya da bahçelerde minyatür heykel formlarına rastlamak olağandı. Sanat, gündelik hayatın bir öğesiydi. Çünkü toplum henüz sanatı “lüks” değil, “doğal bir ihtiyaç” olarak görüyordu.

Oysa bugün heykel, yeniden “ulaşılamaz” ve “koleksiyoner işi” gibi konumlandırılıyor. Bu da hem sanatçının kamuyla bağını zedeliyor hem de sanatın toplumsal değerini küçültüyor. Oysa sanat yalnızca fuarlarda, galeri açılışlarında ya da basılı kataloglarda değil; mutfakta, sokakta, apartman boşluklarında ve en çok da hayatın ortasında yer bulmalı.

Seramik ve Cephe Sanatı: Unutulmuş Bir Geleneğin İzinde

Bugün hâlâ İstanbul sokaklarında yürürken, dikkatli gözler geçmişin izlerini görebilir. Kadıköy Bahariye’deki bazı eski apartmanlarda, Nişantaşı’nın ara sokaklarındaki binalarda, Yeşilköy ve Erenköy çevresinde hâlâ duvara gömülü seramik panolar, figüratif kabartmalar ve renkli mozaik parçaları göze çarpar. Kimileri zamanla silinmiş, kimileri ise betonla kapatılmış bu işler, aslında bir dönemin kültür politikasının izleridir.

Bu seramiklerin çoğu isimsiz kalmış ama bazıları Sadi Diren, Jale Yılmabaşar, Füreya Koral gibi sanatçılara ait. Füreya, yalnızca seramik sanatıyla değil, kamusal alandaki sanatın demokratikleşmesiyle de uğraşmış bir öncüdür. Onun “sanat herkesin hakkıdır” yaklaşımı, bugün hâlâ geçerliliğini koruyan bir çağrıdır.

Heykeli Bugüne Taşımak: Elif Saltık’la 5 Soru | 5 Cevap

Bu zengin geçmişten günümüze baktığımızda, hâlâ üretmeye devam eden çağdaş sanatçılar bu geleneği sürdürüyor. Onlardan biri olan Elif Saltık, doğayla kurduğu ilişki, malzeme kullanımındaki özgünlük ve biçimlerin sezgisel diliyle yeni bir heykel anlatısı kuruyor.

Kendisine sorduk:

1. Heykelle ilk temasın ne zaman ve nasıl oldu? Seni bu yola çeken şey neydi?

Mimar sinan üniversitesi gsf sahne görüntü sanatları tiyatro opera ve bale bölümü mezunuyum. Yani bu şu demek biz sanatın neredeyse her dalına ait bilgi ve tecrübe edindik. Gerisi ise uzmanlaştığmız alanda edindiğimiz tecrübe ve deneyimlerden oluşuyor. Senelerce tv ve tiyatrolarda kostüm ve dekor tasarımı ve uygulamaları yaptıktan sonra, meslek hayatıma toprakla devam etmek istediğimi anladım ,elle şekillendirmek yeniden üretmek beni en iyi hissettiren duygu oldu 

2. Türkiye’de heykel sanatının şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsun? Kamusal alanda varlık göstermek neden bu kadar zor?

Türkiye'de heykel sanatı, yaratıcı potansiyeli yüksek ama yapısal destek açısından zayıf bir konumda. Özellikle kamusal alan ve fonlama sistemleri geliştiği takdirde, Türkiye çağdaş heykel açısından çok daha etkili bir üretim merkezi olabilir.

Kamusal alanda varlık göstermenin bu kadar zor olmasının ise birkaç nedeni var. birincisi kamusal heykelin pahalı olması. Malzeme montaj nakliye bakım gibi masraflar söz konusu . Yani sanatçı için üretim yapmak ekonomik olarak sürdürülebilir değil. İkincisi bu alan sadece sanatsal değil aynı zamanda politik, sosyal, kültürel ve ekonomik çatışmaların kesişim noktası. Türkiye’de bu kesişim, sanatı koruyacak ve destekleyecek yeterli altyapıdan yoksun. Sonuç olarak sanatçılar kamusal alana çıkmak istediklerinde ya sansürleniyor ya da görünmez kılınıyorlar.

Şehir planlamasında sanat eserlerine yer ayrılması çok önemli. Kentsel alanları betonlaşmış ve estetikten uzak planlamak yerine,  şehirlerin heykellerle diyalog kurmasına izin verilmelidir.

3.Malzeme seçiminde dikkat ettiğin şeyler neler? Doğal, atık ya da klasik malzemelerle kurduğun ilişki nasıl?

Benim ana malzemem toprak . Ama öyle anlar oluyor ki tasarımım şekillenirken ona eşlikçi olsun istiyorum. Bu bazen kendi topladığım ağaç kökleri,bazen taş,bazen bakır ama hepsi doğadan gelen  malzemeler oluyor. Bir araya geldiklerinde ise aralarında ki uyum zaten hikayesini de destekler nitelikte oluyor. Aslında kendi kendine gelişen ve genişleyen üretim süreci içinde barındırdığı sürprizlerle sonlandığında doğru bir dil kullandığımı görüyorum. Bu da beni mutlu ediyor. 

4.Sanatını üretirken hangi duygular ya da fikirler seni besliyor? Tematik olarak seni etkileyen dönemler, figürler var mı?

  Bu malzemenin yani çamurun benim için bu kadar kıymetli olmasının sebebi üzerne işlenen her türlü dokunun ve katmanın bir iz taşıyor olmasıdır. Duygu ve düşüncelerin dışa vurumu ve forma dönüşmeleri beni sürekli üretimde tetikleyici etkenler oluyor. Tabi aynı zamanda doğaya ve doğala olan saygım yadsınamaz.

Tasarımlarım da bazen postmoderne bazen land art bazen figüratif modern sanat ezgileri görünüyor. Ama duygunun esas olduğu maddeye dönüşmüş hali gördüğüm okuduğum duyduğum herşeyden etkilenmiş olabilir. Tabi bu arada ülkemizin pekçok kıymetli seramik ve heykel sanatçısı var. Füreya koral ,Alev Ebuzziya ,Sadi diren, İİlgi adalan, Beril Anılanmert .Sadi çalık, ilhan koman ve daha nice heykel ve seramik sanatçımız var ki etkilenmemek mümkün değil

5.Duvar panolarıyla da çalışan bir sanatçı olarak, şehirle birebir temas kuran bir üretim yapıyorsun. Sana imkan verilseydi İstanbul’un (veya başka bir kentin) hangi semtlerine dokunmak isterdin? Hangi duvarlara sanatını bırakmak, hangi yüzeyleri dönüştürmek isterdin? Sence modern kentlerde estetik algısının giderek kaybolması neyi temsil ediyor, sana ne hissettiriyor?

İstanbulun sihirli karmaşasında yaşayan bir sanatçı olarak semtlerimizin kendine has sesleri olduğunu düşünüyorum. Ancak kentsel dönüşüm sürecinin hem gerekliliğini önemserken bir yandan da bahsettiğim şesin kısıldığını düşünüyorum. Bu nedenle betonun fazla yükseldiği her semte dokunmak isterim  yüzeyin ise hiç önemi yok ,tek gereken ortamdaki hissiyat.

Estetik kaygısına gelirsekte bu aslında tarihsel ve kültürel bağlarımızın yavaş yavaş kopmasıyla ilgilidir. İşlevselliğin ön plana çıktığı tüketimin bu kadar hızlı arttığı dünyamızda bağlarımızı kopartmamız gerektiğine inananlardanım

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *