Téléphone d'Imamoğlu (Alain Delon – 2025)
Aksiyon tadındaki “Kayıp Telefon” haberi şöyle:
“İstanbul Büyükşehir Belediyesine (İBB) yönelik yolsuzluk soruşturması kapsamında kayıp olarak aranan Ekrem İmamoğlu'nun cep telefonu, bir eve düzenlenen operasyonda ele geçirildi.”
***
Telefon (1977), Don Siegel’in yönettiği bir Soğuk Savaş gerilim filmidir. Başrollerde Charles Bronson (KGB ajanı Grigori Borzov), Lee Remick (Barbara) ve Donald Pleasence (Nikolai Dalchimsky) yer alır.
Hipnotize edilmiş “uyuyan ajanlar”, bir telefonla aktive edilip programlandıkları eylemleri gerçekleştirmeye başlarlar. Halbuki Soğuk Savaş bitmiş, dünya başka bir yere evrilmiştir. Ama telefon çaldığında emir hala geçerlidir.
Bu eylemleri durdurmak için, KGB Binbaşı Grigori Borzov (Charles Bronson), ABD’ye gönderilir.
***
Telefon (1977) filminde telefon sadece bir araçtır. Cümle kurmaz, karar almaz, eylemde bulunmaz. Gramerde özne değil, nesnedir.
Ama İmamoğlu’nun telefonuna ilişkin haberde telefon, özneleşmiş gibidir.
“Kayıp olarak aranan” bir telefondan bahsediyoruz. Adeta izi sürülen bir şüpheli gibi.
Ve nihayet “ele geçirilmiştir.”
“Bulundu” denseydi, kafam bu kadar karışmazdı. Ama “ele geçirildi” denince gözümün önünden bir aksiyon sahnesi geçiyor. O telefon, saklandığı evde saatlerce direnmiş midir? Kapılara pencerelere barikat kurmuş mudur? Perde arkasından bakıp, baskın ihtimaline karşı sessizce hazırlanmış mıdır? Rehine almayı denemiş midir?
Bilmiyoruz. Bu konularda detay yok.
Ama haberin veriliş biçimi, bütün bu ihtimalleri meşrulaştırıyor. Ve bu yüzden bu telefondan söz edildiğinde akla küçük dikdörtgen bir cihaz değil, ellerini ensesinde birleştirip dizlerinin üstüne çökmüş bir insan geliyor.
İşte bu yüzden “İmamoğlu’nun Telefonu” adında bir film çekilecekse, başrolde bir iPhone oynamaz. Alain Delon oynar:
Téléphone d'Imamoğlu (Alain Delon – 2025)
***
Başrol için tek adayım Delon değildi. Jean Reno, Al Pacino, Robert De Niro, Charles Bronson da listeye girmişti. Ama Delon’un gençliğindeki o keskin hatları, gizemli bakışları, her an geçmişiyle yüzleşecekmiş gibi duran hali; "saklanan", "sessizce tanıklık eden" ve “bilgiyi içinde tutan” bir telefon için biçilmiş kaftan.
Telefon fazla konuşamayacağı için, oyuncunun tüm hikayeyi mimikleriyle taşıması gerekiyor. Bu da Delon’un uzmanlık alanı.
Jean Reno’dan vaz geçemezdim tabii. O, İmamoğlu’nun halen cebinde taşıdığı ama “kaybolmamış olan” telefonu. Reno, o rol için ideal. Sakin, soğukkanlı, ama sahada. Delon bir apartman dairesinde perdeleri hafifçe aralayıp sokağı izlerken, Reno sahada, İmamoğlu’nun sağında solunda deviniyor.
İki telefon.
Biri kayıp, biri kayıp olmayan.
İki karakter.
Biri saklanan geçmiş, diğeri elde taşınan gelecek.
***
Alain Delon’un nasıl ele geçirildiği şu başlıkla da basına yansır:
“Ekrem İmamoğlu'nun sır telefonu nasıl bulundu? Kasa içinde ele geçirildi. İmamoğlu telefonun şifresini vermedi.”
Filmde Delon sorgu odasındadır. Tepeden sarkan tek bir ampul aydınlatır yüzünü. Masanın üzerinde sessizce durur. Sorgucu bir adım atar ve sorar:
— “Şifre ne?”
Süleyman Soylu’nun yıllar önce söylediği o meşhur cümle geçer Delon’un aklından:
“Bak, o telefonu asit kuyusuna atsan da içindekileri çözebilecek teknolojiye ulaştık biz. Amerika’da yok, Amerika’da…”
Delon gözlerini kaldırır. Düşünür sadece:
“Madem asit kuyusuna atılan telefonu bile çözebiliyorsunuz, neden bana şifre soruyorsunuz?”
Ama söylemez. Sadece bakar. O donuk, melankolik, mağrur bakışıyla.
Sorgucu tekrar sorar:
— “Son bir kez. Şifre?”
Delon fısıltı gibi bir sesle cevap verir:
“Benim şifrem yok… Ben zaten çözülmüş bir hafızayım.”
***
Benim senaryom burada bitiyor. Sonuç bölümünün eksik olduğunun farkındayım. Yani “Telefon ele geçirilince” hikaye bitmiş olmaz. Yeni başlar.
O telefon çözülecek. İçindeki dosyalar açılacak. İsimler, tarihler, koordinatlar… belki de çete yapıları… Basına sızdırılacak. Her gün küçük küçük.
Eğer bir yere varılırsa, ben de senaryomu revize ederim.
Gerekirse Jean Reno'ya yeni sahneler yazarım.
Delon’un flashback'lerini uzatırım.
Final sahnesine bir monolog eklerim.
Ama şimdilik, film kararırken perdeye şu yazı düşüyor:
“Hiçbir şey çıkmadıysa bile bir şey çıktı.”