
Vedayı unutanlar için: Görüşürüz...

Birini ardımızda bırakmak için illa kapıyı çarpıp gitmemiz gerekmez. Bazen sessizce, bazen gülümseyerek, bazen de bir sözcükle terk ederiz birbirimizi. “Görüşürüz” demek de öyle bir sözcük işte. Ne zaman, nerede, nasıl... Hiç bilinmez.
Sadece bir ses, bir yankı kalır içimizde.
Ne kesin bir vaat ne de tam bir yalan. Sadece bir ihtimal. Belki de yalnızca, o anı daha fazla yüzleşmeden terk edebilmenin nazik kurtarıcısı. Oysa terk edilişlerin sesi çoğu zaman sessizliktir. Birinin arkasını dönüp gitmesinden çok, artık geri dönmeyeceğini anlamaktır acıtan. Bir eylem değil, bir eksikliktir. Eksildikçe büyüyen, sustukça içimize yerleşen o kırılgan boşluk.
Melisa Kesmez, Nohut Oda eserinde “Görüşürüz” adlı öyküsüyle, bu eksikliği en sade ve dokunaklı haliyle anlatır. Öykü, babası tarafından terk edilen bir kız çocuğunun, yıllar sonra hala “görüşülmemiş” bir vedanın içinde yaşamasını konu alır.
O kız elbet büyür.
Rüyasında babasını görür. Bir rüya diyoruz. Belki bir yüzleşme, belki de geç gelen bir helalleşme hayalidir bu. Kız rüyasında bir konuşmacı olarak davet edildiği yere gider. Sahnede ona yöneltilen ve hiç beklemediği bir soruyla karşılaşır:
“Aşk sizce ne demek? Nasıl tanımlarsınız bu duyguyu?”
Cevap, geçmişin içinden gelir:
“Ayaklarımızın altında bir zemin yok artık. Bir çatımız da. Gelecek yok. Geçmişin izleriyse çoktan silinmeye başladı. Aşk, bize bu sonsuz boşlukta ev olacak tek şey.”
Tüm salon bu cevap karşısında onu alkış yağmuruna tutar. Aniden kapı açılır ve bir yakışıklı girer salona. Babasıdır bu; rüyadır bu. En çok da o alkışlar. Bütün birikmiş zamanların ve anların alkışlarıdır, uyandığında bile duyduğu. Alkışlar, yaşanılan gayret süreçlerinde değil; her şeyi kendi halletmişken bir kürsüde gelir.
Baba, tüm salonun yabancılığına ortaktır artık. Ve “Alkışa yetiştim,” der. Alkışa... Son’a. Rüya, geçmişin telafisizliğini göz önüne sererken, alkışlarla bastırılan “geciken şahitliği ve desteği” açığa çıkarır.
Kadın elbet uyanır.
Babasının bir gece aniden bir bavula sığarak gittiği ve bir daha dönmediğini anımsar. Nereye? Aşkına... Sessizce...
Bu öyküde terk edilen yalnızca bir çocuk değil, bir sözcüğün arkasına gizlenmiş duygulardır da: “Terk ediş” bazen yalnızca “Hoşça kal,” demeye cesaret edemeyenlerin kaçış kapısıdır. Bu noktada şair Adnan Özer’in dizesi koşar, gelir ve oturur; buse kondurulmayan alınlara:
“Zalim kahramanı olmalı bütün terk edişlerin.”
Terk eden her zaman yalnız gitmez; ardında bir enkaz, bir suskunluk ve çoğu zaman da kendine yazılmamış bir suç bırakır. Belki de terk eden, gerçekten kahraman değil, zalimdir. Çünkü sessizliğiyle cezalandırır. Vedasıyla değil, veda etmeyişiyle...
Adnan Özer, bizden esirgenen o vedayı şiir diliyle görünür kılar:
“Ah bir dedikodudur hayat
sıkıntı verip huzuru vaadeden:
Tek armağan uğurlanış sözleri.”
Zamanın kucağında onları ısıtanlara bu armağanı bile çok görür terk edenler. Ne bir açıklama ne bir özür... Yalnızca veda kılığına girmiş bir kaçış. Belki “Görüşürüz” demek onlara göre tesellilerin en kurnazıdır. Nihayetinde bir tilki olmak istemezler. Bu kadar dürüst kalmayı yeğlerler; gelmeyeceklerini bilerek gidenler.
Bir çocukluğun güveni, bir annenin duası, bir genç kadının bekleyişi, bir oğlun sorusu da böylece terk edilir. Yüzleşme günü gecikir ama nihayetinde gelir. Belki bir rüya belki de tüm gerçekliğin ortasında. Yıllar sonra, hikâyedeki kadın da bu sessiz vedayla yüzleşir. Arkadaşı Güneş'in “Baban nerede yaşıyor,” sorusuyla birlikte. Karşı kıyıyı işaret ederek “Orada,” der. Ne acı değil mi? Babasıyla aralarında yirmi dakikalık bir vapur yolculuğu vardır. Karşı kıyıdaki ışıklardan biri babasının evidir. Vedanın mavi kıyılarında...
Kadının, ablasının düğününe yabancı gibi uğrayan babasına “Görüşürüz” demesiyle devam eder bu sorgulama. Fakat bir daha görüşmezler.
Kararlaştırılarak değil ertelenerek.
İnsan bazen bir vedanın içinde yıllarca yaşar. “Görüşürüz” dendiği gün, gerçekten de görüşülmeyeceğini bilerek. Ancak o sesi duymak bile bazen bir teselliye dönüşür. Terk edilişleri sorgulayarak...
Yüksek sesle yapılan bir eylem değildir çoğu zaman. Biri kalkar, kapıyı sessizce çeker ve hayatının ortasından geçip gider. Geriye bir sandalye kalır, boş bir masa, son yudum çay. Giden gitmiştir, ama kalanın alnında bir buse değil yük kalmıştır: O eksik cümleyi tamamlamak.
“Küçük defterlerin adamıydı babam,” diyor kadın. “Gelirler, giderler, rakamlar, sayılar.” Oysa aşkı için terk etmişti evini. Ailesini, küçük bir çocuğun yüreğini... O defteri biraz daha kurcaladığında bir gül çizimiyle birlikte duran birkaç dize, geçmişin sessiz ama ağır bir itirafıdır. Ülkü Tamer’in şiiri, bu suskun vedaya yıllar sonra gelen bir dokunuş gibi düşer sayfaya:
“Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün…”
Babasının aşık olduğu kadına yazdığı dizeler... Sessizce terk edenler, alnımıza bir buse değil, suskunluk kondurur. Budur bizi inciten. Bazen bir terk ediş, zamanın içinden fısıldayan bir ölüm gibidir. Ne günü bellidir ne de nedeni. Ve yine Ülkü Tamer’in dizeleri, bu zamansız yok oluşa en güzel ifadeyi verir:
“Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.”
Veda bile etmeden giderler.
Çünkü veda cesaret ister.
Göz göze gelmek, bir hikâyeye saygıyla nokta koymak.
Bazıları da giderken yalnızca bir şey söyler.
Ve bilin ki:
En çok o kelime terk eder bizi: Görüşürüz...