İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5171 %-0.02
49,6234 %-0.14
5.748,37 % -0,08
92.326,85 %-1.225
Ara

Michelangelo’nun Tavanında Çınlayan İnsan Sesi

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Michelangelo’nun Tavanında Çınlayan İnsan Sesi

Sistine Şapeli’nin tavanına bakan her ziyaretçi, ilk anda Tanrı’nın kudretiyle insanlığın kırılganlığı arasında gerilmiş bir hikâyeye tanıklık ettiğini sanır. Oysa tavanın içinde, fresklerin kıvrımında, gerilen kas çizgilerinin ardında ve peygamberlerin bakışlarında, tarih kitaplarında adı “Michelangelo Buonarroti” olarak geçen adamın görünmez varlığı dolaşır.

Hem sanat tarihinin hem insan ruhunun en karanlık koridorlarından geçerek…

Bir Siparişin Arka Yüzü

1508’de Papa II. Julius tarafından Michelangelo’ya verilen tavan siparişi, yalnızca bir sanat projesi değildi; Papalık Devleti’nin gücünü yeniden kurma çabasının bir parçasıydı.

Rönesans İtalya’sı, Fransız istilalarının, Medici ailesinin devrilip yeniden yükselişinin, şehir devletleri arasındaki güç savaşlarının ortasında çalkalanıyordu.

II. Julius’un “Terribile” lakabının boşuna olmadığını biliyoruz; savaşçı bir papa olarak ün kazanmış, Vatikan’ın sanatsal programını bir güç gösterisi hâline getirmişti.

Sistine Tavanı, işte bu politik güç gösterisinin merkezindeydi.

Ancak tarih bize şunu da söyler: Michelangelo bu siparişi coşkuyla değil, neredeyse bir mecburiyet duygusuyla kabul etmiştir.

Bunun nedeni yalnızca Papa’nın buyruğu değil, Michelangelo’nun gençlik yıllarında Medici sarayında edindiği itibar, ardından yaşadığı sürgün ve bağımlılık ilişkileridir.

Sanatçının kardeşine yazdığı mektubunda geçen şu cümle, bu durumun tarihsel ağırlığını hissettirir:

“Bu benim mesleğim değil. Ama reddedemem.”

Bu reddedemeyiş, yalnızca sanatsal değil, yapısal bir kaderdir.

Fresk Tekniğinin Zorlukları ve Sanatçının Çilesi

Sistine Tavanı’nı anlamak için fresk tekniğini bilmek gerekir.

Bu teknik, antik Roma’dan beri kullanılan bir yöntemdi: yaş sıva üzerine, sıva hâlâ taze ve ıslakken boyanın kimyasal olarak yüzeye işlemesi.

Dolayısıyla Michelangelo’nun önünde;hızla çalışan bir zaman,sürekli boyanan ve yeniden sıvanan yüzeyler,kendi fiziksel sınırlılıkları vardı.

Giorgio Vasari, Michelangelo’nun tavanı boyarken çektiği acıyı ayrıntılarıyla anlatır.

Sanatçının kendisi de bunu şiirlerine taşır:

“Karnım göğsüme dayanmış, boynum kaskatı, yüzümde damlalar…

Ve burada sanat benim için işkenceden farksız.”

Bu satırlar, dönemin sanatçısının bedeninin aynı zamanda bir çalışma aracı olduğunu ve Michelangelo’da bu bedenin neredeyse çarmıha gerilmiş bir heykel gibi kullanıldığını düşündürür.

Antik Dünyanın Hayaletleri;

Michelangelo’nun kendi acısını bağlamsallaştırmak için antik edebiyata başvurması da tarihsel açıdan anlamlıdır.

Rönesans, antik dünyanın yeniden doğuşudur; sanatçıların gözünde Homeros, Virgil, Ovidius neredeyse kutsal referanslardır.

Bu nedenle Michelangelo’nun, yüzüne damlayan boyayı Virgil’in Aeneid’indeki Harpilerin lanetiyle ilişkilendirmesi bir tesadüf değildir.

Aeneas’ın çektiği çileler, Michelangelo’nun gözünde kendi yaratıcı acısının alegorisine dönüşür.

Herkül’ün Stymphalos kuşlarını öldürmesi ise sanatçının kendi mücadelelerinin mitolojik izdüşümüdür.

Yani Michelangelo, bedenine sinen yorgunluğu mitolojik çerçeveye oturtarak, acısını kültürel açıdan meşru bir anlatıya dönüştürür.

—Ailenin Gölgesi Floransa’nın Aristokratik Yapısında Bir Sanatçının Yeri

Michelangelo’nun mektuplarında sıkça tekrarlanan aile meselesi, sosyopolitik bağlamda kritik bir öneme sahiptir.

Buonarroti ailesi, her ne kadar köklü Floransalı bir soydan gelse de, ekonomik olarak son derece kırılgandı.

Michelangelo’nun sanatını bir aile mücadelesi hâline getirmesi, Rönesans aristokrasisinin yükselme ve düşme döngülerinin bir sonucudur.

Bu nedenle şu satırlar yalnızca bir sızlanma değil, bir tarih belgesidir:

“Evimize yeniden bir itibar kazandırmak için on iki yıldır çabalıyorum.”

Bu ifade, Michelangelo’nun yaşamını belirleyen ekonomik zorunluluk + sanatsal tutku + sosyal hırs üçgeninin özeti gibidir.

İkonografik Bir Evren

Tavanın ikonografisi, o dönemin en büyük teolojik bildirilerinden biridir.

Michelangelo, Hristiyan kozmogonisini Yaratılış’tan Nuh Tufanı’na, peygamberlerden sibyllere, Musa’nın hikâyelerinden pagan bilicilerin kehanetlerine kadar geniş bir çerçevede işler.

Bu programın zihinsel ağırlığını anlamak için 16. yüzyıl Vatikan teolojisinin karmaşıklığını hatırlamak gerekir. Pagan bilicilerin (sibyllerin) freskte yer alması, Rönesans hümanizminin klasik kültüre verdiği değeri gösterir.Peygamberlerin devasa bedenleri, insan aklının Tanrı sözünü taşıma kudretinin metaforudur.Yaratılış sahneleri, insanın ontolojik kökenine dair kültürel tartışmalarla paraleldir.

Michelangelo bu programı işlerken yalnız bir sanatçı değil, aynı zamanda bir teolog ve bir düşünür gibi çalışmıştır.

Bir Devrimin Sessizliği

1512’de fresk tamamlandığında, tarihin gördüğü en büyük sanatsal programlardan biri sessizce sonuçlanır.

Ne bir kutlama vardır, ne bir şölen; günümüze ulaşan tek şey Michelangelo’nun bitkinliği ve şu cümlesidir:

“Papa memnun, ama zamanlar sanatımız için çok kötü.”

Bu cümlenin arkasında,Medici ailesinin Floransa’ya dönüşü,Julius II’nin ölümü,Papalık projelerinin değişen yönü,ve sanatçının en büyük hayali olan Julius mezarının ertelenmesi gibi tarihsel kırılmalar vardır.

Sanatın tarihinde Michelangelo’nun Sistine Tavanı’nı anlatırlar, renklerin kudretinden, kompozisyonların büyüklüğünden, Tanrı’nın Adam’a uzanan dokunuşundan bahsederler.

Ama kimse o tavanın üzerine düşen o görünmez yükü anlamaz: bir sanatçının içindeki fırtınayı, o yalnız geceleri, o sessiz çırpınışı…

Benim için Michelangelo’nun hikâyesi sadece bir başyapıtın yapılış süreci değil; insanın kendi kaderiyle boğuşmasının resmi. Çünkü hiç kimse şunu söylemez ama ben söyleyeyim:

Sanatçı olmak hiçbir dönemde kolay olmadı.

Ne Rönesans’ta oldu, ne bugünde oluyor.

Siyasi baskılar vardı o zaman da.

Toplumun yargısı vardı, “böyle yapma, şöyle yap” diyen sesler.

Aile yükü vardı, “sen yaparsın, sen kurtarırsın” diye omzuna çöken sorumluluklar.

Eksik hissetmeler, dışlanmışlıklar, kendini değersiz sanmalar…

Bugünün diliyle konuşacak olsam, Michelangelo’nun yaşadığı şeyleri “travma” derdim.

Kendini kanıtlamak zorunda bırakılmak, yalnız hissetmek, kimseye yük olmak istememek ama yine de taş gibi bir yükü tek başına omuzlamak…

Bedenin günlerce aynı duruşta kalıp isyan edişi, ruhun o bedene yetişmekte zorlanışı…

Sanatçı dediğin insan, sadece eser üretmez.

Kendiyle savaşır, dünyayla kavga eder, sonra o kavganın izlerini bir tuvale, bir mermer bloğa, bir tavana bırakır.

Michelangelo’nun tavandaki figürleri ne kadar güçlü görünürse görünsün, arka planda titreyen bir yalnızlık var.

O kaslar gerilmişse, Michelangelo’nun içindeki yükten gerilmiştir.

O yüzler acı doluysa, Michelangelo’nun kendi acısından doğmuştur.

Ben bu hikâyeye baktığımda Tanrı’nın hikâyesini değil, bir insanın iç yangınını görüyorum.

Çünkü o tavanı boyamak Tanrı’ya hizmet etmek değil, kendi ruhunu taşımaktı.

O boya damlaları sadece renkti belki ama aynı zamanda bir adamın içindeki ağırlığın dışarı sızmasıydı.

Ve işte bu yüzden, bu hikâyenin en doğru cümlesi bana göre şudur —

hem tarihsel hem duygusal hem insani ağırlığıyla.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *