İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5250 %0.05
49,6577 %0.12
5.776,09 % 0,40
92.313,50 %-1.025
Ara

Mukayeseli kriz tarihi

YAYINLAMA:
Mukayeseli kriz tarihi

Bu yazıyı yazarken attığım başlık bile ne kadar “eskidiğimi”, okuyacak olan gençlerin bu kocamış adamın kelamını okumaktansa daha yenilikçi düşünceleri tercih edecekleri endişesini aklıma getirmedi değil. Ben ne ekonomistim ne de tarihçi. Ancak bugünün sorunlarını anlamak için biraz geçmişe dönük bazı çıkarımları yapmanın önemine inanan kendi çapında bir yazar olarak aşağıdaki satırları kaleme almanın önemine inanıyorum.

Benim kuşağım sürekli krizler yaşayan bir kuşak. Darbelerle büyüdük, ekonomik krizlerle bir arada yaşadık, olanı biteni tevekkülle karşılayanlar, “bunlarda geçer yahu!” diyerek seyirci kalmayı tercih ettiler. Ancak sadece seyirci kalmak içinde yaşadığımız kısır döngünün ortadan kalkmasına ne yazık ki yetmedi ve yetmeyecek.

Bir vesileyle tanıştığım ve dostluğundan büyük keyif aldığım Prof. Dr. Ali Akarca ile muhabbetimiz sırasında krizlerden, özellikle içinde bulunduğumuz krizden nasıl çıkmak gerektiği, eksik olanın özellikle muhalefet cephesinde ne olduğu konusunda bazı düşünceleri arka arkaya yazmanın önemli olduğu sonucuna vardım.

Çok eskiye gitmeden “2000 krizi ile günümüz krizinin farkı ne?” sorusunu sormak önemli. Hatırlayalım, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, dönemin Başbakanı merhum Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlattığı bahanesiyle başlayan finansal kaynaklı ekonomik kriz büyük bir yıkıma yol açmıştı.  Yine aynı dönemde yaşadığımız 1999 Ağustos depremi sosyal afetle doğal afeti bir araya getirmiş, krizin daha da büyümesinin nedenlerinden biri olmasını beraberinde getirmişti.

Çıkış yolu hiçbir siyasi iktidar tarafından arzulanmasa bile IMF kaynaklarına baş vurmak (o sırada krizde bulunan Arjantin için IMF red cevabı verirken, bize kaynaklarını açmış, neden Türkiye sorusu sorulduğunda, Türkiye’nin dostlarının baskısıyla bu kararın verildiği sonucuna varılmıştı), uluslararası güvenirliği kabul edilen bir Türk’ün Türk ekonomisinin başına getirilmesi şeklindeydi. Kemal Derviş 2000’li yılların başında üçlü koalisyonun (DSP-ANAP-MHP) adeta dördüncü ortağı olarak devreye giriyor, bir yandan özellikle bankacılık sektöründe gecikmiş yapısal reformlar yapılırken, öte yandan Türkiye’nin önüne çoktandır unutulmuş AB tam üyelik hedefi yeniden konuluyordu.

Bu gelişmeler koalisyonun üçüncü ortağı MHP’nin canını ziyadesi ile sıkıyor, 4 Ağustos 2002 hukuk reformlarına evet diyen ya da en azından karşı çıkmayan MHP lideri Bahçeli 2 Kasım 2002 erken seçimlerin önünü açacak girişimlerde bulunuyordu. Türk siyasi hayatının radikal şekilde değişimine yol açan bu kararın perde arkası fazlası ile tartışmaya açık. Ancak sonuçta o dönem için iki partili bir sürecin başladığını (AKP/CHP), meşruiyet sorununun ön plana çıktığını unutmamak gerekiyor.

Peki bu süreç ekonomiyi nasıl etkileyecekti?

Örneğin yakından tanıdığım bir iş insanı, tam kriz öncesinde gelen talep üstüne 100 milyon ABD doları fiyat biçtiği fabrikasını, bankalara olan borcunu derhal kapatmak için 10 milyon ABD dolarına satmak zorunda kalmış, borcunu kapatabildiği için mutlu olmuştu. Bir diğer anlatımı ile süreç içinde Türkiye ucuzlamış, yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi haline gelmişti.

Peki cazibe merkezi haline gelmek sadece ucuzlamakla anlatılabilir bir şey miydi? Biraz yukarıda bahsettiğimiz AB hedefi, 1993 Kopenhag kriterlerine, yani başta hukukun üstünlüğüne saygılı devlet olmak üzere, demokrasiye ve insan haklarına saygının kurumsallaştırılacağına olan güvenceyi beraberinde getiriyordu. Diğer ifadesiyle AB’ye katılma arzusu ön planda olduğu ölçüde, hangi hükümet olursa olsun güvenceler teminat altındaydı.

AKP’nin ilk yıllarında özellikle bu hedefin canlı tutulması, özelleştirmelerin de etkisiyle Türkiye’ye yoğun yabancı sermaye akışına nadan oldu.

Peki ya sonra?

AB hedefi giderek ortadan kalktı, Kopenhag kriterlerinin yerini hala içeriğini anlamakta güçlük çektiğimiz Ankara kriterleri aldı, Türkiye siyasi ve ekonomik krize tekrar sürüklendi.

Peki Türkiye yabancı yatırımcının gelmesi için ucuzladı mı?   

Görünüşe bakılırsa hayır. Sıcak parayı çekmek adına kur üstüne yapılan bunca baskı ucuzlamak bir yana pahalılaşmayı beraberinde getirdi.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bir Kemal Derviş etkisi yaratabildi mi? Herhalde cevap çok açık. Maalesef hayır.

Peki Özgür Özel bütün koşturmasına ve siyasi rüzgarları (şimdilik olmak kaydı ile) arkasına almasına rağmen önümüze peşinden gidilesi gerçekçi yeni bir hikaye koyabildi mi?

Gelecek günlerde tartışmaya devam edeceğiz...

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *