9 EYLÜL’den 15 EYLÜL’e CHP
Yaklaşan Mahkeme ve Yapılmakta Olan Delege Seçimleri
9 Eylül 1923’te, Kocatepe’nin, Sakarya’nın, Dumlupınar’ın rüzgârıyla, 30 Ağustos Zaferi’nin ardından doğan CHP… Aradan bir asır geçtikten sonra, 15 Eylül 2025’e doğru, o yurtsever kadroların mirası nasıl oluyor da mahkeme koridorlarında, skandallarda ve iç kavgaların gölgesinde savrulup duruyor…
CHP içindeki hesaplar, mühendislikler, ittifaklar ve kırılmalar şimdilik 15 Eylül tarihine endekslenmiş durumda. Bu sırada mahalle kongreleri yavaş yavaş tamamlanıyor, Eylül boyunca ise ilçe kongrelerinin gündemde olması bekleniyor…
Özgür Özel ve ekibi kongreleri hızla öne çekmek suretiyle, baskın bir seçim süreci başlatarak parti içindeki muhalefetin belini kırmayı, hepsini tasfiye etmeyi, böylelikle üstünlüğü sağlamayı hedeflemişti. İlk sonuçlara bakıldığında gerçekten de parti içi muhalefetin elinin zayıfladığı, Özel (ve İmamoğlu) yönetiminin üstün geldiği okunabiliyor.
Öte yandan başka bir gerçek var; mahalle delege seçimlerine katılım yüzde 25–30 bandını aşamıyor. Yani örgütün yüzde 70’i kenarda, seyrediyor. Bir başka deyişle umudu kesmişler mevcut gidişata karşı. Sessiz bir tepki… Örgütte ciddi bir ilgisizlik, tabanda ise belirgin bir güvensizlik söz konusu. Büyük çoğunluk, sürecin dışında kalmayı tercih ediyor. Böyle bir ortamda yönetim kendi içinde bir oyun kuruyor, adeta kendi çalıp kendi oynuyor.
Son kurultayda alınan bir kararla belediye çalışanlarının il ve ilçe teşkilatlarında seçilme hakkı kaldırılmıştı. Son derece doğru bir karar. Aynı şekilde belediyeyle çalışan müteaahitlerin, taşeronların da görev almaları söz konusu olmamalı. Çünkü belediyelerin sahip olduğu maddi güç ve imkanlar sayesinde mahallelerden başlayarak pek çok kademede etkili ve yönlendirici olmak mümkün. Bu durum özgür iradeyi gölgeleyen; siyaseti, ekonomik çıkarın, yetki/mevki sahibi olma hırsının gölgesine mahkûm eden bir tablo yaratıyor. Elbette istisnalar var; CHP’nin tarihinde her zaman kendi emeğiyle ayakta duran, siyasetin soylu bir iş olduğuna inanan onurlu, namuslu insanlar her zaman olmuştur, bugün de var. Alınıp satılmayacak, iradesini kimseye ipotek ettirmeyecek kadrolar…
Ancak siyasetin zemini, paranın, rantın ve çıkar ilişkilerinin ağırlığı altında ezildikçe onların sesi de duyulmaz hale geliyor.
CHP İçinde Sorgulamalar, Bölünmeler, Parçalanmalar…
Mahalle kongrelerinden çıkan sonuçlar, yönetimin planladığı tabloyu doğruluyor gibi görünse de ortada daha kaygı verici bir gerçek var:“Ne oluyor bu partide ve bu partiye?” sorusu, salonların dışına taşarak sokaktaki seçmene çoktan ulaştı. Çünkü belediye başkanları, müdürler, daire başkanları peş peşe gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, yargılanıyor. En inanmayan insanlar bile “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” demeye başladı bir süredir. Tüm bunları doğal olarak takip eden kaygı ise şu: “Bu insanlar gerçekten partiyi yönetmeye ehil mi?”
Kamuoyunda ise güçlü bir beklenti dillendiriliyor: 15 Eylül’den sonra mahkeme haklı olarak Kılıçdaroğlu’nun dönüşünün önünü açarsa bu, partinin kurtuluş kapısı olabilir. “Güvenli liman” metaforu burada yeniden öne çıkıyor. Böyle bir durumda Kılıçdaroğlu yalnızca siyasete değil, itibarına da iade isteme hakkını ortaya koyacak. Ardından da CHP’nin evini yeniden güvenli limana çekme, partiyi derleyip toparlama hedefiyle sahneye çıkacaktır. Çevrimiçlerinde iş çevirenlerin, kurultayın iradesine gölge düşürenlerin, akçeli ilişkilerden beslenenlerin, hançeri saplayanların, haksızlık edenlerin, bugün Kılıçdaroğlu’nun direğe asılacağını söyleyenlerin, yüzüne tüküreceklerini söyleyenlerin, onu ve onunla hareket eden, onu destekleyen, kendilerinden olmayan kim varsa hepsini ihanetle suçlayanların, günahkar ilan edenlerin, lanetleyenlerin, ona ateş edenlerin yüzleşmek zorunda kalacağı bir ihtimal… O gün geldiğinde, nasıl bir çıkış yolu arayacaklarını, hangi sözlerle kendilerini savunacaklarını düşünmeliler.
Zaten pek çok parti içi muhalifin, hatta onunla hiçbir biçimde politika yapmamış isimlerin Kılıçdaroğlu’nun yanında durmasının sebebi onun bu mağduriyet çizgisidir. Satın alınmış kurultay delegelerinin iradesiyle gönderilmesine bir karşı çıkış, bir sessiz direniştir. Dün karşısında olan birçok ismin bugün onun hakkını savunması, CHP’deki siyasetin aynı zamanda bir adalet arayışı olduğunun da göstergesi…
Bu arada İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi, CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik’in 8 Ekim 2023’te seçildiği il kongresine ilişkin davada tensip zaptı düzenledi; İstanbul İl Seçim Kurulu ve Sarıyer İlçe Seçim Kurulu’ndan belgeleri istedi. CHP’den savunma bekleniyor. Ön inceleme 21 Eylül’de yapılacak…
Bu tablo, parti içi hesapların artık mahkeme gündemleriyle iç içe geçtiğini gösteriyor.
CHP yönetimi ise paralel evrende “sorunsuz ilerleyen kongreler”, “partide birlik” ve “yükselen umut” söylemleriyle ağır sorunları gölgelemeye çalışılıyor. Yönetimin sunduğu manzara bu nedenle tabanda “yalancı bahar” hissi uyandırıyor: Sorunlar kabullenilmiyor; inkâr, her türlü suçlama için “iftiradır” iddiaları çözüm üretilmesini geciktiriyor…
Kılıçdaroğlu Cephesi Bildiğiniz Gibi…
Kılıçdaroğlu hala çok cepheli saldırıların hedefinde. Sadece siyasi rakiplerinden değil, uzun yıllar “CHP’ye yakın” sayılan isimlerden de eleştiriler yükseliyor. Uğur Dündar’la sosyal medyada yaşanan “tarih onu affetmeyecek - kepazelik/ıslah olmaz muhteris” polemiği bunun en güncel örneği.
Toplumdaki kutuplaşmadan beslenmesiyle bilinen, medyada her daim “güçlü” konumunu garanti eden Uğur Dündar bugün çıkıp Kılıçdaroğlu’na sert sözler yöneltiyor. Oysa Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında, 12 Mart ve 12 Eylül gibi ağır baskı dönemlerinde sol kesim büyük bedeller öderken, Dündar’ın her nasılsa konumunu korumayı başarmış olması unutulmuyor… Bu geçmiş, bugün Kılıçdaroğlu’na yönelttiği ağır eleştirilerin inandırıcılığını da doğrudan tartışmalı hale getiriyor…
Ayrıca CHP’de genel başkanlık makamının bir ağırlığı, bir teamülü, bir kutsiyeti vardır, bilhassa da Mustafa Kemal Atatürk’ün aynı koltuğu şereflendirmiş olmasından doğan… O koltuk, yalnızca bir “görev” değil, partililerin gözünde sembolik bir değerdir. Kendisini CHP’ye yakın hissedenler, bu makama saygı göstermeyi hep bir ilke sayagelmiştir. Bugün o çizginin kaybolduğunu, bilhassa Kılıçdaroğlu’na yönelik hakaretlerin sıradanlaştığını görüyoruz.
Daha da vahimi, bu linç kampanyasına parti içinden de sesler katılıyor. “Direğe asarız”, “tükürükle boğarız” gibi sözler, ailesine kadar tehdit etmeler, siyasetin değil, şiddetin dilidir. Üstelik saldırılar bizzat genel başkan yardımcılarından, milletvekillerinden geliyor. Kılıçdaroğlu’na ve ailesine tehditler havada uçuşuyor. Buna rağmen genel merkez adeta üç maymunu oynuyor, hiçbir tepki vermiyor, görmezden geliyor.
Tüm bu atmosfer içinde Kılıçdaroğlu yıllardır katıldığı Hacı Bektaş anmalarına bu yıl gidemedi. Kılıçdaroğlu gitmeme gerekçesinin davet edilmemiş olması olduğunu dile getiriyor… Bu açıklama, kırgınlığının da, dışlanmışlığının da kanıtı niteliğinde aslında. Bir yandan örgüt içinde saygı teamülleri çökerken, diğer yandan eski genel başkan kendi partisi tarafından sessizce yalnız bırakılıyor.
23 Mart’a Dönersek…
İmamoğlu tutuklandığında, beklenenin aksine Amerika ve Avrupa Birliği, Sosyalist Enternasyonel, İngiltere İşçi Partisi güçlü bir tepki göstermemişti. Hatta Özgür Özel, o dönem İngiltere İşçi Partisi’yle yaptığı görüşmede bu sessizliğe açıkça sitem etti; Sosyalist Enternasyonal toplantısında da Avrupalılara “Bizi yalnız bıraktınız” mesajı verdi. Batı dünyasının bu cılız tepkisi sessiz bir onay olarak, Özgür Özel’in sözleri ise sadece bir sitem olarak değil, CHP’nin giderek daha yalnız bırakıldığına dair bir işaret olarak okunabilir.
Bu süreçte Özel ve İmamoğlu’nun kurduğu denklem üzerine de farklı yorumlar yapılıyor. İmamoğlu’nun içeri alınacağı ihtimalinin önceden sezildiği, buna karşılık aceleyle adaylaştırıldığı çok konuşuldu. Böylece ya içeri girmekten kurtulmasının sağlanacağı ya da içeri girse bile en azından partinin oylarının diri tutulacağı umulmuştu. Ancak bugün, bu senaryoların hiçbirinin karşılık bulmadığı görülüyor. Ortada resmi bir adaylık olmadığından hukuki bir koruma da getirmedi; yani İmamoğlu dokunulmazlık kazanmadı. Hatta Erdoğan’la bu şekilde bir bilek güreşine girilmesi belki de İmamoğlu’nun Silivri’ye kapatılmasındaki etkenlerden biri oldu… Denklem çürütüldü. Geriye sadece halkın gözünde sembolik bir adaylaştırma algısı kaldı. Bu da partiyi reel bir çözüm yerine psikolojik bir çıkmaza sürükledi… CHP, bu denklemle birlikte başka potansiyel adayların yolunu fiilen kapatmış oldu.
Süreç, öngörülemez bir rotada ilerledi. İmamoğlu bugün “Benim dışımda aday olabilir,” der hale geldi. Henüz açıklamadığı ama günü geldiğinde açıklayacağı bu isim ortaya çıktığında, CHP içinde yeni bir kaotik dalganın patlak vereceğini öngörmek ise hiç de zor değil.
Bu Saatten Sonra İmamoğlu Serbest Bırakılır mı?
İmamoğlu’nun serbest bırakılıp bırakılmayacağı konusu hala düşündürüyor… Eğer diploma meselesi kesin bir karara bağlanır ve İmamoğlu için cumhurbaşkanı adaylığının önü kesinkes kapatılırsa, (artık iktidara tehdit olmaktan çıkacağı için) serbest bırakılma ihtimali olacaktır. Bu da iktidarın, “Bakın mahkemeler(im) demokrasiye uygun davranıyor,” mesajı eşliğinde kamuoyuna servis edilebilir.
Nitekim diploma konusundaki itirazlar, idare mahkemesinde sonuçsuz kaldı. Yürütmeyi durdurma taleplerinin reddedilmesi, hukuki zeminin zayıflığıyla açıklanıyor. İmamoğlu tarafında sorumluluk dönemin fakülte yönetimine atılsa da, sürecin bilerek ve isteyerek, üstelik “para karşılığı” yürütüldüğü, bu nedenle “masum hata” sayılamayacağı görüşü öne çıkıyor…
Bir diğer mesele ise İmamoğlu döneminde parti örgütlerinin, neredeyse personel haline getirilmiş olması… Kâğıt üzerinde belediye başkanı, partinin kararlarını uygulayan kişidir. Denetim ve yönlendirme görevi genellikle il ve ilçe örgütlerindedir. Grup toplantılarında il ya da ilçe başkanı, belediye başkanının üzerinde kabul edilir. Ama bu artık sadece tüzükte yazılı kalan bir kural. Gerçekte olan, bunun tam tersi. Belediyelerin imkânları, kongre süreçlerinden delege belirlemeye kadar siyasetin bütün alanını belirler hale gelmiş. Örgüt, bağımsız bir siyasi güç olmaktan çıkıp belediyelerin bir personeline dönüşmüş durumda. Bu tablo, siyasetin emeğe dayalı rekabetini bozar, özgür iradeyi ipotek altına alır. Eğer gerçekten “hakkı yenilenlerin ve alın terinin mücadelesi” verilecekse, buradan başlanmalı. Belediyelerin kaynaklarıyla delege satın alınmadığı, herkesin kendi emeğiyle mücadele ettiği bir düzen kurulmadan CHP’nin özgür iradeye dayalı örgütlenmesi mümkün olmayacaktır.
Özel Neden Her Hafta Silivri’de?
Özgür Özel’in neredeyse her hafta Silivri’ye gitmesi parti içinde de, kamuoyunda da birtakım soru işaretleri yaratıyor. “Bu partinin, bu ülkenin başka sorunu yok mu?” diyenlerin sayısı günbegün artıyor. Halkın gündemine, ekonomik krizden işsizliğe kadar pek çok acil meseleye harcanabilecek enerji, sürekli aynı fotoğrafın etrafında dönüp duruyor. Bu durum, iletişim tekniği açısından da ciddi bir sorun: Tek bir konuya sürekli vurgu yapıldıkça, haklı olunan yerde bile haksız pozisyona düşülüyor. Mesaj her tekrarlandığında çember genişliyor: Önce duymayanlar duyuyor, sonra sormayanlar ‘ne oluyor?’ diye sormaya başlıyor; görünürlük artıyor; tahammül azalıyor, şüphe büyüyor. Seçmenin nezdinde, kamuoyunda, gündelik hayatın içindeki sade yurttaşın gözünde… Ortada bir kriz var ve bu kriz yönetilemiyor. Kriz yönetimi, önce gerçeği doğru tespit etmeyi, sonra da doğru zamanda doğru dili kurmayı gerektirir; iletişimde en hayati başlık budur.
Sürekli yapılan mitinglerle birlikte ziyaretlerin arkasında farklı hesaplar vardır elbette. CHP örgütünü diri tutma çabası örneğin. İmamoğlu’nun, kitlesel etkisi sayesinde örgütü hâlâ konsolide eden bir “zamk” işlevi gördüğü düşünülüyor. Fakat bu zamk giderek zayıflıyor. Çünkü partide çözülme süreci hız kazanmış durumda; herkes yoruldu, umut ve sabır tükeniyor. Altılı masa formülleri artık işlemiyor, zaten o bileşenlerin bir araya gelmesi de gerçekçi görünmüyor. Bugün ortak aday çıkararak seçim kazanmak çok daha güç hale geldi. Dahası, o masanın mimarına ihanet edilmiş olması, bu yolun yeniden kurulmasını neredeyse imkânsız kılıyor.
Mansur Yavaş cephesinde ise uzun süredir partinin dokusuyla uyuşmayan bir mesafe söz konusu. CHP örgütüyle arasındaki kronik mesafeye, son dönemde Kılıçdaroğlu’yla açılan mesafe de eklendi. Bu şartlar altında Yavaş’ın aday gösterileceği yönündeki beklentiler pek güçlü değil. Çünkü Yavaş öncelikle garantici bir siyasetçi; seçilme ihtimali olmayan bir yarışa girmesi zor. Girse bile kazanması kolay değil.
Yavaş, genel olarak sessizliğini koruyor. “İmamoğlu içerideyken cumhurbaşkanlığı adaylığı konuşulmaz,” diyor. Biraz da halkın sessizliğine oynuyor; toplumsal sessizliğin bir karşılığı, bir sembolü gibi konumlanıyor. Nihayetinde, tablo ne olursa olsun Mansur Yavaş da denklemin içinde kalmaya devam edecek gibi görünüyor. Özel kendisini aday hissetse de, İmamoğlu kendi adayını açıklasa da, Yavaş bir ihtimal hep masada olacak.
CHP’nin ise kendi adayını seçtirebilmek için diğer muhalefet partilerinin desteğini, açık ya da gizli, mutlaka almak zorunda olduğu ortada. CHP de bunun farkında, Zafer Partisi de, İYİ Partililer de… Bu yüzden “muhalefet ortak bir cumhurbaşkanı adayı belirlemeli” görüşü giderek güç kazanıyor. Adeta bir “ben sana mecburum” durumu…
Öte yandan sokakta CHP için konuşulanlar da dikkat çekici. “CHP Erdoğan’a çok şey borçlu” diyenler var. “Partiyi hırsızlıktan, yolsuzluktan, yozlaşmadan, mafyavari müteahhitlerden, çeteleşmelerden kurtarmaya çalışıyor” diye konuşuluyor. Ama aynı zamanda, CHP’nin mahkeme kapılarından ayrılamaması, ihaleler, yönetilemeyen şehirler, bitmeyen skandallar… Bunlar partinin sırtına ağır bir yük olarak bindikçe biniyor. Bir zamanlar “CHP’de asla olmaz” denilen şeylerin birer birer yaşanması, “CHP yapmaz” denilenlerin gözümüzün önünde gerçekleşmesi, bunların konuşulması bile bu partiye zuldür ve sebep olanların tarih önünde hesap vermesini gerektirir. İşte asıl acı olan da bu. Yalnızca hatalar değil, kaybolan bir güven duygusu, sarsılan bir inanç var ortada. Bu tablo, gerçek partililer için öfkeyle karışık derin bir hayal kırıklığı anlamına geliyor.
İstikrarlı Silivri ziyaretlerinin başka boyutları da olabilir. İmamoğlu’nun çıkamayacağını, mevcut yargının hali ortadayken, özgürlüğünün yakın zamanda mümkün olmadığını Özel’in de görmemesi mümkün değil. O halde bu ısrar neden? Bir ihtimal, “Ben elimden geleni yaptım” diyebilmek; yani gelecekteki konumunu koruyacak bir mazeret üretmek.
Belki de Özel’in her adımı, kendi vicdanına karşı verdiği bir özürdür. Çünkü ortada cumhurbaşkanlığı seçimi dahi yokken, İmamoğlu’nu 15,5 milyon oyun sırtına bindirip erken adaylaştırarak onun üzerine gidişin taşlarını döşeyen de kendisiydi. Bugün Silivri’ye yapılan ısrarlı ziyaretler, belki de sessiz bir “Tanrım beni affet” itirafının sahneleri olarak da okunabilir.
Bir başka ihtimal ise çok daha kritik: İyiden iyiye “gölge başkan” olarak anılan Özel’in, artık “rüştünü ispat ederek” İmamoğlu taraftarlarını yavaş yavaş kendi arkasına alması, onun siyasi mirasını sahiplenecek bir zemin kurması. Fakat burada da şu soru beliriyor: Kılıçdaroğlu’na uygulanan vefasızlığın bir benzeri bu kez İmamoğlu’na mı uygulanacak? Onun üzerine beton dökülüp, hem vesayetinden kurtulmak hem de geride bıraktığı tüm bakiyeye sahip olmak mıdır bilinçdışı niyet? Bugün İmamoğlu için atılan her adım, yarın onun boşalttığı alanı devralma hamlesine dönüşebilir. (Anadolu’da bir laf vardır: Ev kaldı Hıdır’a, Hıdır yiye, kudura…)
Tüm bu ihtimaller, Silivri ziyaretlerinin basit bir dayanışma fotoğrafı olmadığını; parti içi hesapların, güç mücadelelerinin ve iktidar karşısındaki konumlanışın bir parçası haline geldiğini gösteriyor.
Tam da bu noktada, Özel döneminde iktidarın nasıl bir kazanç sağladığı sorusu artık daha yüksek sesle soruluyor.
Özel Döneminde İktidarın Kazancı
Özgür Özel’in “normalleşme” adı verilen yumuşama siyaseti, ilk bakışta toplumsal tansiyonu düşürmeyi hedefliyor gibi sunulmuştu. Ancak bu süreç, iktidarın küllerinden doğmasına yardımcı olan, elini güçlendiren bir tabloya dönüştü. Oysa normalleşme masalı başlamadan birkaç ay önce iktidar partisi ciddi bir seçim yenilgisi yaşamıştı. 31 Mart yenilgisi… CHP’nin yerel yönetim seçimlerindeki başarısı tarihi bir zaferdi. Fakat CHP, bu yenilgiyi unutturma fırsatını bizzat iktidara sunmuş oldu.
Normalleşme, yumuşama adımlarıyla çıkılan bu yol, yanlış bir zamanda ve yanlış bir aktörle kurulan bir masa oldu. Karşıda demokrasiye bağlı bir muhatap yokken uzlaşma zeminleri aramak, CHP’yi yalnızca edilgen bir pozisyona itti. Partinin oyları düşerken, AKP bu süreci kendi meşruiyetini pekiştirmek için kullandı. Erdoğan’ın “dünya liderliği” imajını güçlendirmek için biçilmiş kaftan oldu.
Bu yolun devamında yeni bir “çözüm süreci” de gündeme girdi. CHP, bu kez bizzat komisyonun ve sürecin parçası haline getirildi. Siyaset mühendisliği yine iktidar lehine işletildi: Süreç öyle ya da böyle tamamlanacaktır; çünkü ucunda Erdoğan’ın yeniden seçilebilmesi ihtimali duruyor. Kürtlerin desteğini kazanmak, iktidarın hesabında artık zorunlu bir eşik haline gelmiş durumda. O yüzden bu oyunun kazananı çoktan yazılmış gibi…
Kürt oyları da yavaş yavaş iktidara doğru kaymaya başladı bile. DEM Parti’nin bu sürece teşne olması, iktidarın önünü açtı. Yarın Selahattin Demirtaş’ın, görevden alınan DEM’li belediye başkanlarının yeniden görevlerine gönderilmesi gündeme gelebilir. Hatta Öcalan’la ilgili yeni hukuki tartışmalar, haklar, özgürlük istemleri kapıda olabilir.
Bu adımların hepsi son kertede Erdoğan’ın seçilebilirliğini garanti altına almak için… Referanduma gerek kalmadan Meclis’te yapılacak bir anayasa değişikliğiyle üçüncü döneminin önünü açma olasılığı yüksek…
***
Ülkede tüm bunlar olup biterken muhalif belediyeler artık kamu hizmetinden çok yolsuzlukla, ihale rantıyla, imar oyunlarıyla anılır hale geldi. Şehirler susuzlukla boğuşurken, sokaklar düzensiz ve güvensizken, yeşil alanlar azalırken; belediyeler diploma sahtecilikleriyle, rüşvetle, adam kayırmayla, imar adaletsizlikleriyle gündeme geliyor.
İktidar “silkeleme” gücünü her geçen gün daha fazla kullanıyor. Elinden geleni ardına koymuyor, koymayacak da. Çünkü iktidarını kaybetmemek için her türlü mühendislik oyununu devreye sokmaya hazır. Gözümüzün önünde, devletin kuruluşuna önderlik etmiş, kurtuluş mücadelesinin mirasını taşıyan, kurtuluş ve kuruluşa liderlik etmiş bir parti, saygın kimliğini yitirir hale geliyor. Artık CHP, tarihiyle değil; yukarıda saydığımız tüm o yolsuzluk iddiaları, akçeli ilişkiler, belediye gücünün örgütü kuşatması ve kendi iradesini personel haline getirmesiyle, ne acıdır ki Atatürk’ün koltuğuna oturmuş bir yöneticinin icazetle hareket eder hale gelmesiyle anılır oldu. Tüzel kişiliği yara alan, kendi geleneğine gölge düşüren bir parti manzarası var ortada. Belki de en yakıcı soru burada beliriyor: Bunca emek, bunca tarih, bunca umut bunun için mi? Eğer CHP bu enkazın altından kalkamazsa, kaybolacak olan yalnızca bir parti değil; Türkiye’nin demokratik umudu olacaktır.
Türkiye’nin mevcut siyasal tablosunda CHP, mitinglerle sokakta görünürlük sağlarken, AKP’nin görece sessizliği dikkat çekiyor. Bu durgunluk, aslında erken ya da baskın bir seçim hazırlığının işareti olabilir. Hatta 2026’nın ikinci yarısında böyle bir ihtimalin gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz. Önümüzdeki günlerde AKP’nin daha güçlü hamleler yapması muhtemel. Devlet imkânlarını ve iktidar gücünü arkasına alarak rüzgârı büyütmeye çalışacaktır: Enflasyonda düşüş anlatısı, faizlerin aşağı çekilmesi “rezervler güçleniyor” vitrini, içeride “barış/çözüm” başlıklarında adımlar, dışarıda arabuluculuk, “dünya liderliği” pozları, muhalefetin kendi kendini yiyip tüketmesi… Tüm bunlar iktidarın “biz yönetiyoruz” iklimini besleyecektir. Daha başka neyi beklesin ki… Bu yüzden 2026’nın ikinci yarısına dönük baskın seçim ihtimali şaşırtıcı olmaz.
Bu tabloda CHP’yi daha çetin günler bekliyor. Derlenip toparlanmak artık bir tercih değil, mecburiyet. Bunu sağlayacak olan da günübirlik, reel gerçeklikten uzak çıkışlar değil; parti içi barışı kurabilecek, bütünlüğü koruyabilecek olgun, erdemli, akil, tecrübeli isimler ve hâkim bir yönetim anlayışı. Aksi halde, ergen tavırlarla, çocukça yaklaşımlarla bu dönemi taşımak da, başarıya ulaşmak da, partinin bütünlüğünü muhafaza etmek de, olası seçimlerde hezimete uğramamak da zor görünüyor.
Sadık ÇELİK