Avrupa’nın atık plastiği Amerika’nın atık gemisi; hepsi Türkiye’ye geliyor

Her sabah uyandığımızda temiz bir nefes aldığımızı düşünürken o nefesin içinde hangi ülkenin çöpü olduğu aklımıza bile gelmez. Türkiye, son yıllarda sadece kendi plastik atıklarıyla değil, Avrupa’nın “geri dönüştürülmesi zor” çöpleriyle de boğuşuyor. Ve bu çöplerin hikayesini yazan bir gazetecinin gözlemlerine yer veriyorum bu hafta. Üstelik hikayenin en şok edici kısmı da ülkemizde geçiyor.
Türkiye plastik ürünlerde dışa bağımlı bir ülke: Ham petrolden türetilen bakir plastik hammaddesi pahalı ve o yüzden ithal ediliyor. Sanayici, ithal ettiği ürünün maliyetini de düşürmek için geri dönüştürülmüş plastik kullanarak üretim maliyetini düşürmek istiyor. Ancak ülkemizdeki atık plastikler ayrıştırtılmamış, kirli ve düzenli toplanamadığı için ülkemizin atıkları sanayicimize yetmiyor. O da kalkıp atık plastikleri Avrupa’dan almayı tercih ediyor. Hatta çoğu zaman Avrupa kurtulmak istediği çöpleri para vererek gönderiyor ülkemize.
AMA BİR SORUN VAR,
İthal edilen plastik atıkların büyük kısmı, kirli, çok katmanlı, geri dönüştürülemeyen türlerde oluyor. Yani amaç geri dönüşüm olsa da sonuçta bu atıkların bir kısmı yakılıyor, doğaya atılıyor ya da kaçak gömülüyor. Bu da: Çevre kirliliği, Halk sağlığı tehditleri, Uluslararası itibar zedelenmesi gibi sonuçlar doğuruyor.
Sadece bizim ülkemiz değil dünyanın dört bir yanında yoksul ülkelerde görüyoruz bu çöpleri. İşte bu çöplerin yolculuğunu kendine dert eden bir Amerikalı gazeteci Alexander Clapp, iki yıl boyunca bir sırt çantası ile Venezuela’dan Türkiye’ye kadar bir çok çöp dağına tırmanarak Avrupalının çöpünün kirli yüzünü “Waste Wars:The Wild Afterlife of Your Trash” adlı kitapta ortaya döktü.
İşte o kitapın yazarı Clapp ile Scientific American dergisi için yapılan röportajdan bir kesit;
İhraç edilen çöplerin ve geri dönüştürülmeyen malların nereye gittiğini söyleyebilir misiniz?
“Son 30-40 yıldır küresel çöplerin çoğu, geri dönüştürüldüğü bahanesi ile yoksul ülkelere gidiyor.(Bu ülkeler arasında biz de varız Türkiye olarak). Bu çöpler parçalanacak veya birileri bundan faydalanmaya, kar elde etmeye çalışacak. Bu her türlü kirleticinin ve kalıcı kimyasalın yerel eko sistemlere girdiği son derece tehlikeli ve çoğu zaman ölümcül bir süreç. Havaya karışıyorlar, suya karışıyorlar ve orantısızı bir şekilde dünyanın en savunmasız topluluklarına büyük zarar veriyorlar.”
Bir ülke hangi koşulda olursa olsun başka bir ülkeden çöp satın alır? Birisi dolandırılıyor mu, yoksa biyolojik, teknolojik veya toksik atıklarla dolu gemiler satın almanın meşru bir nedeni var mı?
“Atıklarımızı, kendi evsel atıklarını idare edemeyen ülkelere gönderiyoruz.(Yine bizden söz ediyor) Atık ticaretinde akılda tutulması gereken ikilemin, bunun illa zengin ülkeler ile fakir ülkeler arasında olmaması olduğunu düşünüyorum; fakir ülkelerde, atıkları birkaç kuruşa satın alan ithalatçılar var ve onlar sorunun büyük bir parçası. Atık ticareti hakkında anlaşılması gereken en önemli şey, 1980'lerde birçok fakir ülkenin, sözde küresel kuzeyden atık ithal etmekten başka seçenekleri olmadığını hissetmeleriydi. Ağır borçları vardı; fabrikalara, limanlara, her türlü sanayiye muhtaçlardı. Bu yüzden atık ticaretinin nasıl ve neden başladığına dair gerçekten tatsız, rahatsız edici bir tarih olduğunu düşünüyorum.”
Bu da şu soruyu akla getiriyor; Küresel atık ekonomisinde ne kadar para söz konusu?
“Diyelim ki bir ton eski plastiği çöp sahasına atmanın maliyeti 140 dolar. Bir atık komisyoncusu, o plastiği gömmek için çöp sahasına ödeme yapmak zorunda kalır. Peki ya bu plastiği Malezya'daki bir ithalatçıya birkaç dolara satabilseydiniz? O zaman 140 dolar ödemezsiniz; aslında 2-3 dolar kazanırsınız. Bununla birlikte, atık ticaretinin büyük bir kısmı, doğası gereği yeraltında gerçekleşir. Başka bir ülkeye atık gönderiyorsanız, hiçbir ihracat belgesinde ona çöp demiyorsunuz; geri dönüştürülebilir malzeme diyorsunuz. Kitabımın insanları teşvik etmesini veya sorgulamaya yönlendirmesini umduğum bir şey de, atıklarımızın ne kadarının aslında dünya çapında dolaştığıdır.
Bu kitap için araştırma yaparken karşılaştığınız en şok edici hikaye neydi?
“Muhtemelen en şok edici hikaye Türkiye'deki kruvaziyer gemisi söküm sektörüyle ilgiliydi. Türkiye'nin Ege kıyısında, Amerikan kruvaziyer gemisi şirketlerinin orantısız bir şekilde gemilerinin çoğunu söküm için gönderdiği Aliağa adında bir kasaba var. Bir kruvaziyer gemisini sökme sürecinin mekanik olarak rafine edilmesi gerektiğini düşünebilirsiniz, ancak aslında neredeyse tamamen elle yapılan, miğferli adamlardan oluşan orduların kruvaziyer gemilerine doluşup içindekileri parçaladığı çılgın bir süreç. Fark ettiğim bir şey de, bu işe alınan adamların çoğunun ne yaptıkları hakkında çok az fikirleri olmasıydı. Daha önce hiç okyanus görmemişlerdi. Türkiye'nin ortasından işe alınmışlar ve bir haftalık eğitim almışlardı. Gerçekten dayanılmaz bir deneyimdi.”
”Clapp “Miğferli adamlardan oluşan ordular” derken, Fabrikasyon değil, neredeyse savaş alanı gibi, “Daha önce okyanus bile görmemişlerdi” derken de, Hem trajik hem metaforik; insanların bilmedikleri, tanımadıkları bir dünya düzeninin yükünü sırtladıklarını anlatmak istemiş olsa gerek. “Ne yaptıklarından habersiz” olmaları ise, yetersiz eğitim, iş güvenliği eksikliği, insan sağlığı riski anlamına geliyor.
Türkiye sadece Avrupa’nın değil, Amerika’nın da çöp yükünü taşıyor. Üstelik bu yük gemi büyüklüğünde, üstelik ucuz işçilik, insan gücünün ve doğanın hoyratça kullanılması ile birlikte.