İstanbul
Parçalı az bulutlu
25°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
40,7015 %0.02
47,2204 %1.43
4.395,45 % 2,23
113.512,83 %-1.435
Ara

30 Haziran; CHP’yi Kıran Kurultayın Hesap Günü

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
30 Haziran; CHP’yi Kıran Kurultayın Hesap Günü

30 Haziran’da bir karar verecek mahkeme ya da kararı erteleyerek belirsizliği büyütecek. Ama ne olursa olsun, o duruşma günü sadece bir yargı sürecini değil, aynı zamanda CHP’nin kaderini de masaya yatıracak. Çünkü söz konusu olan yalnızca bir kurultayın iptali değil; bir siyaset anlayışının, bir yapı biçiminin, bir ilişki sisteminin yargılanmasıdır aslında.

Türkiye’de, dünyanın diğer pek çok ülkesinde olduğu gibi, siyaset, sadece fikirle değil, finansla yapılır. Herkesin bildiği ama pek de yüksek sesle dile getirmediği bir gerçektir bu. Ama bizde bu gerçek, en çok yerel yönetimlerin kapısında yankılanır. Çünkü belediyeler, siyasetin hem kasası hem laboratuvarı, hem de demokrasinin ilk adımıdır. Bütçeleri, ihaleleri, personel alımları, bağışları, taşınmaz satışları, hizmet alımları, imar izinleri, imar düzenlemeleri, rant alanları… Liste uzun, kullanılabilir işlev çoktur. Ne var ki bu işlevlerin çoğu, kamu yararına değil, kişilere, çıkarlara ve siyasal kurgulara hizmet eder hale gelmiştir.

CHP’nin 2019’daki yerel seçim başarısı, sadece bir sandık zaferi değil; aynı zamanda bir imkanlar zaferiydi. Kazanılan belediyeler, halk için değil, siyasetin kendisi için fırsat alanlarına dönüştü. Bugün partiyi yöneten birçok ismin siyasi geleceği o belediyelerin kaynaklarıyla şekillendi. Zira Türkiye'de belediyecilik, yalnızca kaldırım döşeme işi değil; aynı zamanda kader çizme sanatıdır. Kimin önünün açılacağına, kimin dışlanacağına, kimlerin yükseleceğine orada karar verilir.

Peki bu güç, nasıl kullanılıyor? Eş, dost, akraba, ekip arkadaşları... Aynı çemberin içinden, aynı isimler dönüp dolaşıyor. Dışarıdan kimse alınmıyor. İçeridekiler de sistemi sorgulamıyor. Çünkü beytülmala el koymuş gibi bir konfor alanı yaratılmış durumda. Oraya erişenler, o kaynağı bir hak gibi görmeye başlıyor. Bu konfor, zamanla bir siyasal refleks değil, kişisel bir alışkanlık haline geliyor.

***

Bu yapının aktörleri, yalnızca belediyeciler de değil, il başkanları ve aşağıdan yukarıya “zıplamak isteyen” diğer herkes… En büyük hedefler ortak: Meclis. Emeklilik hakkı kazanmak, ömür boyu maaşa bağlanmak ve  “yan gelip yatmak.” Ne acıdır ki, Türkiye’de siyasetin özeti büyük oranda bu cümleyle yapılabilir: Bir dönüm bostan, yan gel yat Osman.

Peki, bu tarif edilen koşullar içinde özgür iradeden gerçekten söz edilebilir mi? Karar veren kimdir? Kendi inancı, kendi vicdanı, kendi aklıyla hareket eden mi, yoksa geçim ve gelecek kaygısının, sadakat borcunun ve terfi beklentisinin içinde boğulmuş olan mı? Bugün özellikle muhalefet partisinin birçok kademesinde alınan kararlar, kişisel ekonomik gelecek ile siyasal sadakat arasındaki dar bir koridorda sıkışmış durumda. Bu koridorda özgürlük değil, mecburiyet konuşur.

İnsan ancak korkmadığında özgürdür. Kendisini riske atabildiğinde, doğruyu söyleyebildiğinde, konforunu terk ettiğinde… Oysa siyasetin mevcut yapısında, irade çoğunlukla bir tercih değil; bir teslimiyet biçimidir. Ekonomik bağımlılık, ahlaki bağımsızlığın önüne geçmiştir.

Gerçek siyaset, işte bu zincirin kırıldığı yerde başlar. Ne zaman ki iktidar, kişisel çıkardan daha büyük bir değer haline gelir; ne zaman ki çıkar değil, ilke esas olur, işte o zaman, adına siyaset denebilecek bir şeyden söz etmeye başlayabiliriz.

Ama biz henüz o eşiğe gelmiş değiliz. Belki de en büyük siyasal açığımız, ahlaki bir çoğunluk oluşturamamış olmamızdır.

Bizde seçimi kazanan kişiler değil; partidir ve liderdir. Toplum sandıkta politikacılara değil, genel başkana ve/veya partinin ismine oy verir. Bir parti destekleniyorsa onun gölgesindeki adayın ceketini koysanız kazanır. Kişilerin bireysel özellikleri, başarıları, deneyimleri değil partinin ve liderin enerjisi, karakteri, kimyası belirleyici olur.
Siyaset, kişilere değil; karizmaya, hikâyeye ve güvene endeksli işler.

Menderes’ten Ecevit’e, Süleyman Demirel’e, Özal’dan Erbakan’a, Türkeş’e, Mesut Yılmaz’a, Tansu Çiller’e, Erdal İnönü’ye, Murat Karayalçın’a, Erdoğan’a, Baykal’dan Kılıçdaroğlu’na ve bugün Özgür Özel’e…
Hep aynı gerçek: Toplum ya partiye ya da onun vitrinindeki isme yöneliyor. Seçim yaparken bundan daha fazla bireyselleşemiyor. O ismin taşıyabildiği kadar büyüyor ya da küçülüyor her şey.

İtirafların Gölgesinde…

Ekrem İmamoğlu’yla ilgili her gün yeni bir iddia, yeni bir kirli ilişki ağı ortaya saçılıyor. Üstelik bu kez yalnızca karşıtlar değil, birlikte yol yürüdükleri konuşuyor. Bir zamanlar onunla omuz omuza çalışanlar şimdi tek tek “etkin pişmanlık” diliyle itiraflarda bulunuyor.

Beylikdüzü Belediyesi’nden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne uzanan dosyalar… İnşaatlardan çıkan zarflar, toplantı odalarından çıkan valizler… Hatta sıvacı başlarının tanıklığına kadar uzanan bir “ifşaat zinciri.”

Kurultayların ruhunun sandıktan değil, sandık dışı dinamiklerden beslenir hale gelmesi…

Peki gerçekten bunların hepsi iftira mı? Yüz tane iddia varsa, içinde hiç mi hakikat kırıntısı yok? Hepsi mi kurgu, hepsi mi düşman icadı?

Delegeler konuşuyor. Akçeli işler yumağı tiftik tiftik… Kimileri, partinin daha fazla zarar görmesini istemediği için susuyor. Ama gün geliyor, sessizlik yük oluyor. O yük ağırlaştıkça, vicdanlar konuşmaya başlıyor.

Siyasi etik, yalnızca ne söylediğinizle değil, neyi meşrulaştırdığınızla da ölçülür. Bugün bu kadar çok insan konuşuyorsa, asıl susanlar şüphe üretir ve suskunluk bazen en yüksek sesli itiraftır.

CHP’de bugün siyasi rekabetin zemini kaymış durumda. Kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar, dolaşan çantalar, alınan ve verilen sözler, dağıtılan görev vaatleriyle yürüyen bir kurultay süreci… Oysa demokrasi, açıklıkla var olur. Ne kadar kapalıysa bir yapı, o kadar savunmasızdır.

Kılıçdaroğlu’na her seferinde “kasetle geldi” dendi yıllarca, hiçbir ilgisi olmamasına rağmen. Peki ya Özgür Özel ve İmamoğlu? Onlar nasıl gelmiş olacak? Çevrimiçleriyle, akçeli-dalavereli işlerle, kurultay “mühendisliğiyle”… İşte bu da onların üzerinde bir gölge, bir leke gibi asılı kaldı, hep de kalacak.

Şimdi 30 Haziran bekleniyor. Mahkeme, kurultayı “mutlak butlan” gerekçesiyle iptal ederse ne olacak? Özgür Özel, “Kılıçdaroğlu ve ekibini partiye almayacağız” diyor. Almayacak mısınız? Hangi hakla? CHP sizin babanızın malı mı? Partinin tapusu cebinizde mi? Hangi demokratik anlayışla, hangi siyasal etikle bir partilinin partiye girmesini engelleyebilirsiniz?

***

Geçtiğimiz hafta CHP’nin 81 il başkanı Ankara’da toplandı. Ortak bir açıklama yayınladılar: “Adına kayyum da deseler, butlan da deseler, bu kararı tanımayacağız.”

Peki kime karşıydı bu haykırış? Hukuka mı, rakibe mi, eski genel başkana mı?

Açıklama bir noktadan sonra siyasi mesajdan çok bir sadakat beyannamesine dönüşüyordu zaten. Tıpkı “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz” sloganı gibi. Bu cümle ne kadar tanıdık değil mi? Sanki bir muhalefet partisi değil de, emir komuta zinciriyle çalışan bir yapıdan söz ediliyor.

Oysa solun doğasında özgürlük, bireysel tutum, eleştiri vardır. Tek seslilik değil, çok seslilik erdemdir. Fikir ayrılığı korkulacak bir şey değil, demokrasinin ta kendisidir.

Ama bugün CHP, adeta bir tür siyasal kışlaya dönüşmüş durumda.
Partililer asker, genel merkez karargâh, sadakat emir komuta zincirinde yürütülüyor.

Özgür Özel diyor ki, “Mutlak butlan kararı çıkarsa, biz Kılıçdaroğlu ve ekibini tanımayacağız.”
Hem de Kılıçdaroğlu için… Bu partinin 13 yıl boyunca genel başkanlığını yapmış bir lider için. Sandığı, sokağı, saldırıları göğüslemiş; partiyi dar koridorlardan bugüne taşımış biri için.

Dün “genel başkanım” dedikleri kişiye bugün “tanımayız” diyorlar. Bir partide hafıza bu kadar mı çabuk silinir? Sadakat bu kadar mı çabuk şekil değiştirir? Sanki Kılıçdaroğlu dışarıdan biriymiş gibi… Sanki o masa hiç onun eliyle kurulmamış gibi… Sanki o geçmiş, hiç yaşanmamış gibi… Sanki 2019’daki ve devamında gelen 2024’teki zafer, başka bir aklın ürünüymüş gibi… 

Oysa CHP’nin yükselişi, Kılıçdaroğlu’nun sağ seçmeni ikna etme cesaretiyle başlamıştı. Alevi kimliğiyle, nezaketiyle, vakur duruşuyla… Bu ülkede “makbul” sayılmayan bir kimlikle, toplumun yüzde 70’inin sağcı olduğu bir düzende…

İmamoğlu’nun önü Kılıçdaroğlu sayesinde açıldı. Sizi bu yola sokan da oydu. Ama siz ne yaptınız? O emekle döşenmiş yolu hızla silip geçtiniz. Gemi güvenli limana yanaşsın istiyordu ama siz limanı değil, kaptanı tartışmaya açtınız. Kılıçdaroğlu’nun hayal ettiği o liman, Türkiye’nin bu otoriter rejimden kurtulduğu yerdi belki de. Çünkü o, bu ülkenin kurumlarının nasıl dağıtıldığını, hukukun nasıl guguka dönüştüğünü çok iyi biliyordu. Bu yüzden derinden, sessizce, sabırla yürüyordu. Ama o sabra, o stratejiye tahammül edemediler.

Eğer bu ülkede gerçekten sağlıklı işleyen bir hukuk ve adalet sistemi olsaydı, belki de bir şafak vakti gözaltına alınmayacaktı kimse. Mahkemelerin vereceği kararlara da, hukuka da saygı duyulacak bir süreç olacaktı. Kılıçdaroğlu tam da bunu hayal etmişti belki de. Bireysel özgürlüklerin, hakların, hukukun korunduğu bir ülke… Kurumsallaşmayla, kurumların doğru işlemeye başlamasıyla birlikte çalınamayan, çaldırılamayan bir düzen… Ne belediyede ne devlette keyfiliğin barınamadığı bir yapı…

Ama o fırsat verilmedi. O güvenli limana varılamadı. Bugün gelinen noktada, adaletin eksikliğinden şikâyet edenler, dünün o sabırlı yürüyüşüne taş koyanlardı.

Kılıçdaroğlu’nun döneminde belediyeler bu kadar taşmamıştı. “Dizginliyordu…” Çünkü liyakatin önemini biliyordu. Adamına göre iş değil, işe göre adam anlayışını savunuyordu…

Ona o çelmeyi takanlar, aslında kendi ayaklarına kurşun sıkmış oldular.

Kılıçdaroğlu son olarak, partiyi kayyuma bırakamayacağı yönünde bir açıklama yaptı. Mutlak butlan kararı çıkarsa, sorumluluk almayı bir tercih değil, bir mecburiyet olarak görüyor. Çünkü biliyor ki, geri durursa “partiyi kayyuma teslim etti” denecek. “Ben bu yükü taşıyamam,” diyor. Haklı. Çünkü gerçek liderlik, enkazdan uzaklaşmak değil, enkazın başında kalmaktır.

***

Yargının siyasallaştığını yıllardır söylüyoruz. Erdoğan’ın yargı üzerindeki etkisine hep birlikte isyan ettik ve haklıydık. Bu ülkede adalet, iktidarın en büyük aparatlarından biri haline geldi.

Peki şimdi CHP ne yapıyor?
30 Haziran’daki mahkeme kararını etkilemek için 81 il başkanını aynı hizaya sokmak, bir tür aba altından sopa göstermek değil mi?Bu bir yargı baskısı değil mi? Doğmamış çocuğa don biçmek değil de ne?

“Mutlak butlan kararı çıkarsa, kurultayda seçilmemiş hiç kimse CHP’yi temsil edemez,” diyor Özel.  Peki güzel. Ama o seçilmişlerin seçimi, ne kadar temizdi?

İstanbul İl Kongresi nasıl kazanıldı? Diğer illerdeki kongrelerde neler yaşandı? Kurultayı almak için hangi yöntemlere başvuruldu?Delegelere ne vadedildi, ne dağıtıldı, hangi çantalar kimlerin önüne kondu? Aşağıdan yukarıya, mahalle delegesinden kurultaya kadar teşkilatlar, belediye kaynaklarıyla, kamu imkanlarıyla adım adım örgütlendi mi? Para gücüyle şekillendirilen yapılar, en sonunda kurultay salonuna kadar taşındı mı? Bütün bunlar meşru sayıldı; “irade” olarak tanındı mı?

Üçkâğıtla, yolsuzlukla, menfaatlerle, parasal güç kullanımıyla döşenmiş kaldırım taşları bir hakka, bir zafere, bir temsile dönüşebiliyor… O şaibelerle kirlenen bir kurultayda seçilen genel başkan, bugün partiyi temsil edebiliyor; genel merkeze girip çıkabiliyor ama Kılıçdaroğlu giremeyecek, öyle mi?

Bu mudur sosyal demokratlık? Bu mudur hak, hukuk, adalet?

Kurultay delegeleri diyor ki: “Para teklif edildi. Kabul edenler oldu.” Bu parayla irade etkilenmişse, o seçimin meşruiyeti nerede kalacak?

CHP eğer bu ülkenin vicdanıysa, önce kendi içindeki hesapları dürüstçe görmelidir. Yoksa o meşhur reklam sloganı gelip yerleşiyor akıllara: “Yok aslında birbirimizden farkımız, biz Osmanlı Bankasıyız.”

Ne acı… Ama gerçek. Çünkü fark yoksa umut da yoktur!

***

30 Haziran öncesi Muharrem İnce’nin CHP’ye dönüş sinyali vermesi tesadüf değil. Manisa ziyareti, Özel’le mezar başı buluşması, Memleket Partisi’ne yapılan iade-i ziyaret…
 

Tümü, hem dava öncesi bir “güç gösterisi” hem de olası B, C planlarının işareti. Kulislerde konuşulan senaryo şu: Eğer mahkeme mutlak butlan kararı verirse, bu ekip Memleket Partisi’ne geçebilir. Yahut da yeni bir parti kurulabilir… İnce’nin yeniden kabulü, o partiyi “yedek kulüp” olarak hazır tutma hamlesi olabilir.

Dün partiye ve genel başkana hakaret edenlerle bugün aynı masaya oturulmasının nedeni belki de budur: Bir plan değilse de bir ihtimal…

***

CHP adeta telef olmuş durumda. Bir yanda ihaleye fesat, irtikap, akçeli ilişkiler… Diğer yanda kendi içinden taşan sessizlik ve bölünmüşlük. Sıradan yurttaşın aklında bile "bir şey dönüyor" duygusu var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde bürokrat kalmamış; parti, gövdesinden çok gölgesiyle anılır olmuş.

Tüm bunlara rağmen, hâlâ meydanlarda kitleleri bulabiliyorlar. İnsanlar olan biteni anlamıyor ya da anlamak istemiyor. Çünkü hakikatin yıkıcılığına hazır değil hiçbir zihin.

***

Diyelim ki mahkeme 30 Haziran’da mutlak butlan kararı verdi. Eski yönetim döndü. Ne olacak? Kan mı dökülecek, gövde mi gidecek?

Hayır. CHP bir savaş alanı değil, bir ev. O evin duvarları kırıldıysa, yeniden örülebilir.

Bugün “tanımayız” diyenler, yarın Kılıçdaroğlu’yla görüşmek için sıraya girebilir…

Siyaset böyledir: Güç nereye dönerse, yüzler de oraya döner ama mesele güç değil; ilke meselesidir. Çünkü bir partiyi ayakta tutan şey, kazananlar değil; kaybettiğinde bile yoldan sapmayanlardır.

Sadık ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com