İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5444 %0.06
49,6681 %0.03
5.770,25 % 0,30
91.962,65 %-1.177
Ara

Harim-i İsmet ve Yanlış Hesap: CHP’de Kuvayı Milliye Ruhu Yeniden Doğmazsa, O Ayna Hep Kırık Kalacak

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Harim-i İsmet ve Yanlış Hesap: CHP’de Kuvayı Milliye Ruhu Yeniden Doğmazsa, O Ayna Hep Kırık Kalacak

CHP Genel Merkezi'nin koridorlarında artık sadece siyaset değil, tedirginlik dolaşıyor. Özgür Özel’in CHP Genel başkanı seçildiği kurultaya dava açıldı. Kılıçdaroğlu mağdur; İmamoğlu ve Özgür Özel ile Özgür Çelik, Cemil Tugay, Rıza Akpolat gibi isimler şüpheli sıfatıyla…

Kurultayın iptali, olasılık değil, ihtimal değil, gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel bir senaryo artık. Bu yüzden de gözler yeniden aynı isme çevriliyor: Kemal Kılıçdaroğlu.

Kurultayın iptali davası 30 Haziran’a ertelendi ki yeni yasama yılına sarkması da muhtemel…

Görünüşe göre 38. Kurultay, mutlak butlan ile iptal edilecek. CHP Genel Merkezi’nde de mahkemeden mutlak butlan kararı çıkacağına dair güçlü bir beklenti var. Pek çok isim de pozisyonunu bu olasılığa göre belirliyor, şimdiden hazırlık yapıyor.

Kurultay delegelerinin iradeleri sakatlanmış sayılacak ve 38. Kurultay öncesine dönülecek. (Bilindiği gibi kurultayda, Kılıçdaroğlu ile Özgür Özel arasındaki oy farkı yalnızca sekizdi. Dolayısıyla böyle bir kararın çıkabilmesi için, en az sekiz delegenin iradesinin hukuken geçersiz sayılması gerekiyor.)  Eğer mahkeme bu kararı verirse eski yönetim geri dönecek. Yani Kılıçdaroğlu. Yani onun MYK’sı, onun Parti Meclisi. Özgür Özel dahil… O da o MYK’nın bir parçasıydı çünkü. Ne ironidir ki, bugün Kılıçdaroğlu'na karşı "değişim" bayrağını çeken birçok isim, o günlerde onun gölgesinde serinliyordu… Mahkeme böyle bir karar verirse, bu kişilere, görevleri hukuken iade edilecek ve görevi iade edilmiş yönetim de partiyi bir buçuk sene içinde bir sonraki kurultaya taşıyacaktır…

Mutlak butlan için gerekçe belli: Delegelerin “iradesinin sakatlanması.” (Bu, evrensel siyasal literatürde çok da rastladığımız bir kavram değil; ama Türkiye'de hukuk, çoğu zaman siyasetin “yaratıcı” kaleminde şekillenir.) Olağan şüpheliler Özgür Özel, Özgür Çelik ve Ekrem İmamoğlu olarak gösteriliyor savcılık tarafından. Meclis üyeliği ve diğer çeşitli görev vaatleriyle ikna edilenler, doğrudan para verildiği iddia edilen delegeler ve daha diğer irade sakatlayıcı, akçeli işler, nedenler…

Bu kişilerden bazıları şimdi dönüp “biz kandırıldık” diyerek ihbarda bulunuyor. Kandırılanların mağduriyetinin güce evrildiği bir ülkede yaşadığımızı biliyorlar ne de olsa…

Peki ya Kılıçdaroğlu geri dönerse, sırtına hançer indirenleri tanıyacak mı? Dün onun tarafından görevlendirilip, onun sofrasında oturup bugün ona en galiz küfürleri savuranlar, o sofraya bir daha oturacak mı?

Gariptir, Kılıçdaroğlu’na yöneltilen suçlamaların çoğu onun yapmadığı şeyler üzerinden kurulu. Bugün CHP’de yaşananların faili Kılıçdaroğlu değil. Mahkemeye gitmedi, dava açmadı, kurultayı iptal ettirmek için uğraşmadı. Ama hedef tahtasına yine o yerleştirildi. Olaylar onun dışındayken, suçlamalar adeta onun etrafında kurgulanıyor. Kılıçdaroğlu’ndan beklenen ise açık: Mahkemeye gidip, “Kurultayın iradesi sakatlanmamıştır” demesi. Onun ağzından çıkacak tek cümleyle bu süreci meşrulaştırmak istiyorlar. Bugün Kılıçdaroğlu’na, “Çık konuş,” diyenler, dün ona “Sus be adam” diyenlerle aynı insanlar. Ne garip değil mi? Sessizken konuş dedikleri adam, konuşunca da susturulmak isteniyor. Konuşsa sorun, sussa yine sorun.

Şimdi sorulmalı: Bu insanlar o gün -görev vaadiyle, makam umuduyla- Kılıçdaroğlu'na yakın dururken, bugün neden ve nasıl onun aleyhine en ağır sözleri savurabiliyorlar? Yanıt basit ama yakıcı: Çünkü güç değişti. Çünkü bir biçimde güç sahibi olanın (hangi biçimde olduğunun önemi yok) yanında olmak meziyet sayılıyor bu topraklarda.

Bazı insanlar “size değil, size olan ihtiyaçlarına” sadıktır. İhtiyaçları değiştiğinde sadakatleri de değişir… Bugünkü CHP tablosu, bu sözü ne acıdır ki siyasal bir afişe dönüştürüyor.

Kılıçdaroğlu’nun en büyük suçu gerçekten de kurultayın şaibesiz olduğunu savunmaması mı? Bu yüzden mi partisine zarar vermekle suçlanıyor? İyi de bu adamın öyle olduğunu düşünme hakkı yok mu? Ortada hukuki bir süreç var. Delegelerin kendi beyanlarıyla ortaya saçtığı şaibeler. Yargıya yansıyan ciddi iddialar…

Kılıçdaroğlu bu karmaşık tablo içinde üç kez tanık sıfatıyla ifadeye çağrıldı; gitmedi. “Bu iddiaların muhatabı ben değilim,” dedi. Hatta, “Bu süreci Erdoğan yargısı çözsün, madem onların iddiaları var, onları çağırın,” diyerek siyasetin yargıya dönüşen yüzünü işaret etti. Bu suskunluk, yalnızca hukuki değil; aynı zamanda ahlaki bir tercihti.

Dün adını anmaktan imtina edenler, onunla yürüyenleri dahi hedefe koyanlar, bugün hangi yüzle Kılıçdaroğlu’ndan geri adım atmasını bekliyor? Kaldı ki, Kılıçdaroğlu böyle bir tavır sergilese bile, ortada kişisel değil kamusal bir dava var; süreç artık onun tutumuyla değil, yargının vereceği kararla şekillenecek.

Ancak bugün Kılıçdaroğlu’na dönük sistematik ve organize bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütüldüğü açık. Her gün başka bir cepheden, başka bir mecradan, aynı merkezden beslenen karalama dalgaları yükseliyor. Siyasi eleştirinin ötesine geçen, kişilik haklarına saldıran, yaşamsal tehditlere varan bir linç mekanizması bu. Onun “dönmemesi” için gösterilen çaba, aslında bir tür panik halidir.

Şimdi bir de deniyor ki: “Mutlak butlan kararı çıkarsa, Kılıçdaroğlu partinin kapısından giremez.” İyi de, siz o kapılardan nasıl giriyorsunuz? Eğer o kurultaylara dair ortaya saçılanların yüzde biri bile doğruysa, sizlerin CHP Genel Merkezi’nde bir dakika kalması bile başlı başına bir vicdan krizi değil midir.

İşin trajik yanı şu: Dün onun gölgesinde büyüyen, onun sayesinde makam ve mevki sahibi olanlar, bugün onun ismini silmeye çalışıyor. Önce yok sayarak, şimdi de en ağır hakaretlerle, aşağılamalarla… İhanetin dili çok hızlı öğreniliyor bu ülkede.

Asıl korku neye dair? Kurucu bir partinin, şeffaflık ve örneklik iddiasını yitirme tehlikesine dair mi? Yoksa o iddianın peşinden yürüyebilecek bir figürün hâlâ hayatta ve etkili olmasından mı?

Bağışlarla imar, iskan izinleri, akçeyle oylar, yakınlara kadrolar, adam kayırmalar, fesatlar, saltanat kayıkları… Bunlar sıradan partilerin günahları olabilir. Ama CHP’nin bu günahlarla anılması, sadece bugünü değil, geçmişi de, geleceği de zehirler.

TEHDİT, NASIL SİYASETİN DİLİ OLABİLİYOR?

Türkiye siyasetinde muhalefet olmak zordur. Ama muhalefetin içinden muhalif olmak, çoğu zaman hayati tehlike sınırına yaklaşmak demektir. Kemal Kılıçdaroğlu şu an tam da bu sınırda duruyor. Çünkü sadece eleştirilmiyor. Açıkça tehdit ediliyor. Ve tehditler artık politik sınırları çoktan aşmış durumda.

“Beni elektrik direğine asmakla tehdit ediyorlar” diyor. “Silahla vurulmamı isteyenler var…” Bu sözler herhangi bir muhalifin değil, Cumhuriyet Halk Partisi’nin on üç yıllık genel başkanının ağzından çıkıyor. Bu, bir siyasi polemik değildir artık. Bu, doğrudan bir güvenlik meselesidir. Bir insanın can güvenliğine yönelmiş organize tehditler karşısında susan herkes, aslında bu suça ortaklık etmektedir.

Peki bu tehditlerin cesareti nereden geliyor? Kılıçdaroğlu’na “yüzüne tükürürler”, “sokağa çıkamaz” diyenler hiç mi sorumluluk taşımıyor? Bilmiyorlar mı ki bu ülkede hakaretin tonu yükseldikçe, linç sadece dijital bir saldırı olmaktan çıkar; sokakta, gerçek hayatta karşınıza dikilir.

Üstelik bu kampanya tek cepheli de değil. Sahte hesaplar üzerinden yürüyen linç dalgasına sözde akademisyenler, manipülasyonla mesleğini kirleten gazeteciler ve günübirlik yorumcular da eşlik ediyor. Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle: “Tehditler, iftiralar ve kirli kampanyalar bir araya gelmiş durumda.” Bu cephe, bir fikir cephesi değil; bir tasfiye makinesi. Amaç susturmak, yok saymak, itibarsızlaştırmak.

Nevşin Mengü, Uğur Dündar, Fatih Altaylı… Bugün kimin eli güçlüyse, seslerini oraya yönlendiriyorlar. Oysa dün aynı isimler, Kılıçdaroğlu’nun kurduğu o demokratik zeminde konuşuyorlardı. Bugünse, o zemini dinamitleyenlere methiye diziyorlar.

Hafıza, bu topraklarda uzun sürmüyor…

Yıllardır Kılıçdaroğlu’yla gerilimli bir çizgide yürüyen, 2023 seçimlerinden sonra “Değişim ve Adalet Yürüyüşü” başlatan Tanju Özcan’dan da Kılıçdaroğlu’na karşı benzer bir husumet yükseliyor yine. Kurultay iddialarını ısıtıyor. Kılıçdaroğlu’na açıkça sesleniyor: “AKP’nin yaktığı ateşe odun atmaya devam ederseniz, 2014 dahil tüm CHP kurultaylarını tartışmaya açarım!” Sözler sert, niyet açık. Bu çıkışlar, kişisel bir hesapla siyasi pozisyon arayışının iç içe geçtiği bir manevra gibi okunabilir…

Kılıçdaroğlu, kendisine yöneltilen hakaret ve tehditler için yargıya başvurdu. Suç duyurusunda bulundu. Bazı dosyalar açıldı, bazıları hazırlanıyor. Bu, sadece onun değil, her yurttaşın en doğal hakkı. Çünkü bu tür tehditler, eğer yargı önüne taşınmazsa, fiili saldırıya dönüşebilir. Bugün sosyal medyada “vurun” diyenler ve onlardan güç alanlar, yarın gerçekten eline taş alabilir. Bu ülke bunu gördü. Madımak’ta, Hrant’ta, Tahir Elçi’de… Bu uyarılar aslında geçmişin çığlığıdır.

Kılıçdaroğlu, tüm bu saldırılar karşısında bir cümle kuruyor: “Herkes bilsin ki; bu partinin düşmanlarını, yine bu partinin harim-i ismetinde boğmaya muktediriz.”

Bu söz yalnızca bir meydan okuma değil. Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi öncesi söylediği o tarihi ifadeye bir gönderme. “Düşmanı Anadolu’nun harimi ismetinde boğacağız,” demişti Mustafa Kemal. Şimdi o söz, partinin içindeki kirli hesaplara karşı yeniden yankılanıyor.

Çünkü mesele artık bir koltuk savaşı değil. Bu, “siyaset” adı altında gerçekleştirilen linçin meşrulaştırılıp meşrulaştırılamayacağı meselesidir.

Bir Liderin Etrafında mı Parti, Yoksa Bir Partinin İçinde mi Lider?

Bugün Cumhuriyet Halk Partisi’nde fiilen yürürlükte olan şey bir siyaset anlayışı değil; tek bir isme endeksli genel merkez anlayışı, bir isim merkezli sadakat düzenidir. Tüm hareket kabiliyeti İmamoğlu’na endekslenmiş durumda. Genel merkez; bir düşünce üretim merkezi değil, tutuklu bir belediye başkanının gölgesine sığınmış bir idare bürosu görüntüsü veriyor. Kimse sormuyor: Ya bu gölge büyür de ışığı yok ederse?

Bu yapı sürdürülebilir değildir. Çünkü kişiler değişir, güç değişir, hesap değişir. Oysa ilkeler kalıcıdır. Kurultay soruşturması henüz ortada yokken bile CHP’nin üzerine çöken şaibe bulutu, bu tek merkezli yapılanmanın nasıl bir kırılganlık ürettiğini gösteriyor. Bugün İmamoğlu’nun savunulabilirliği üzerinden yapılan hesaplar, yarın iddianamelerle ters yüz olursa ne olacak? Ne olursa olsun sadece savunabileceğimiz durumların ortaya çıkacağını nasıl garanti verebilirsiniz ki? Gözü kapalı her şeyi nasıl kabullenebiliriz? Bugün gözünü kapatanlar, sonra gözlerinin içine bakıla bakıla ihanete uğradığını anlayabilir…

Siyaset, mutlak sadakatle değil, denetimli güvenle yürütülür. Çünkü güç, denetimsiz kaldığında erdemi de yerle bir eder. CHP, adeta “İmamoğlu’nu savunmak, partiye sadakattir” gibi bir zihinsel kıskaca sıkışmış durumda.

Oysa gerçek şu ki: Parti, bir kişiye emanet edilecek kadar küçük; bir kişinin zaafıyla çökebilecek kadar kırılgan olmamalıydı.

CHP’nin ayakları yere basmıyor. Sanki zeminden birkaç santim havada süzülüyor; ne halkla ne hakikatle tam bir temas halinde. Halbuki önce hasar tespiti yapılmalıydı. Önce içe dönüp, neyi eksik bıraktık, neyi abarttık, kimleri fazlasıyla yetkilendirdik, kimleri haksızca dışladık soruları sorulmalıydı. Ama sorulmadı. Sorulmasın diye sistemli bir sessizlik örgütlendi.

İmamoğlu’na dönük yolsuzluk iddiaları siyasidir, deniyor, doğrudur. İktidar rakiplerini saf dışı bırakmak istiyordu ve bu büyük oyunu kurguladı… Peki ama bir zafiyetin üzerine gidilmesini nereye koyacağız? Rakiplerde bulunan zayıf karınları? Biz niye sürekli “siyasi olduğu için geçersiz” gibi bir kolaycılığa sığınıyoruz? Mesele iddiaların siyasi olup olmadığı değil; gerçek olup olmadığı! Daha önemlisi: Bizim bu iddialara karşı içsel bir ölçümüz, ahlaki bir kırmızı çizgimiz var mı?

Toplumun bir kesimi için bu isimler hâlâ sütten çıkmış ak kaşık; diğer kesim içinse yaşananlar “asrın yolsuzluğu.” Ortada derin bir algı yarığı var. Peki şimdi ne olacak? Halk kafasındaki soru işaretlerini nasıl giderecek, kamu vicdanı nasıl rahatlayacak? Bir taraf her şeyi siyasete yorar, diğer taraf inançla suçlamalara sarılırken, dengeyi sağlayacak olan yargı mercileridir. Keşke tüm bu süreçler gözaltısız, daha şeffaf ve itidalli biçimde yürütülebilseydi. Ancak mevcut ortamda bu da pek mümkün görünmüyor. Şimdi mahkemelerin ortaya koyacağı delil temelli, şüpheye yer bırakmayan kararlar; hem hukuk adına hem de toplumun vicdanı adına belirleyici olacak.

Ve bu noktada Kılıçdaroğlu’nun varlığı, bir turnusol kağıdı gibi işlev görüyor. Onun tertemiz geçmişi, naif kişiliği, eline beline diline hâkim tavrı, siyasette bir istisna değil, özlenen norm olmalıydı. Ama olmuyor. Çünkü bu ülkede “dürüst” olanın değil, “kurnaz” olanın itibarı var. Bu ülkede “vicdanlı” olmak, genellikle “zayıflık” olarak okunuyor.

Üzerine gelen dalgaların çapı büyüdükçe Kılıçdaroğlu’nun duruşu daha da netleşiyor. O mahkeme kararıyla partinin başına dönse de dönmese de, tarih onu hep benzer ifadelerle anacak: Şaibesiz, vakur.

Bazı insanlar sadece sustuğu ya da susmadığı için değil, doğru zamanda sustuğu ve gerektiğinde konuştuğu için saygı görür.

Belki de Kılıçdaroğlu, bu ülkenin temiz siyaset anlayışını temsil eden son mohikanıdır ve bu yüzden yalnızdır. Yalnızlık, bazen sadece güçlülerin taşıyabileceği bir onurdur.

Bir Lideri Gömmekle Uğraşırken Partiyi Gömenler

Kılıçdaroğlu, cumhurbaşkanlığı seçiminde az bir farkla kaybetmişti. Daha teri kurumadan sırtına hançer saplandı. “Kaybetti” dediler. “Gitsin artık” dediler. Ama asıl kayıp, o gittikten sonra başladı.

Kurultayda ilk turu az farkla kaybetmişti. İkinci tura girmemeliydi ama girdi, fark açıldı. Bu sadece bir oy sayısı farkı değildi. Bu, vefasızlığın, sabırsızlığın ve fırsatçılığın yarattığı uçurumdu.

Kurultaydan sonra yeni ekip ipleri eline aldı. Değişimciler dediler kendilerine. Ama önce nezaketi değiştirdiler. Ardından içtenliği, sonra da kapsayıcılığı. Kılıçdaroğlu’nu dışlamadılar sadece; ona ait olan ne varsa partiden kazımaya çalıştılar.

Ama siyaset, hesaplaşma değil, kapsama sanatıdır. İşte bu sanatı beceremediler. Oysa Kılıçdaroğlu uzun süre sessizliğini koruyarak onlara alan açmıştı. Ama onlar bu alanı büyümek için değil, onu gömmek için kullandı. Beton döktüler, üzerine toprak attılar.

Bugün Özgür Özel’in çevresinde saf tutan isimlerin çoğu, siyaset sahnesine Kılıçdaroğlu’nun eliyle çıkmış isimler. Umut Akdoğan, Ali Mahir Başarır, Veli Ağbaba, Tekin Bingöl, zamanında, Kılıçdaroğlu Doktrini adlı kitabı il il, ilçe ilçe gezerek tanıtan Yunus Emre… Onunla yürüyenlerdi bunlar bir zamanlar. Şimdi Özgür Özel’in yanındalar. Özgür Özel ise İmamoğlu’nun gölgesinde….

Hatırlayalım: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından kurultaya giden süreçte kendini belli eden çevrimiçiciler vardı… Özgür Özel de o isimler arasındaydı. Ama Kılıçdaroğlu, ona dokunmadı. Kellesini istemedi. Tam tersine, onu Grup Başkanvekilliği görevinde tuttu. Diğerlerini de MYK’da korudu… Belki de hata tam da burada yapıldı: Vefaya güvenildi, halbuki Vefa, sadece bir semt adıydı… Siyasette vefa yoktu. Ama bu kadarı vefasızlıktan da fazlası: Bu, siyasal hafızayı imha etmektir. Belki de en çarpıcı olan şudur: Kılıçdaroğlu, kendisine karşı kurulan bu ittifakı parçalayacak tek cümle bile kurmadı şimdiye kadar. O susarak büyüdü.

Belediyeler, Gücün Kasası mı, Siyasetin Yüzü mü?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik beşinci dalga operasyon da hayata geçti. Ama fırtına dinmiş değil. Her yeni iddia, sadece belediyeyi değil, doğrudan CHP Genel Merkezi’ni de içine çekiyor artık.

Ayrıca bu tür davalarda alışık olduğumuz seyir genellikle ilk dalgalarda yüksek sayıda gözaltı, sonraki süreçte ise azalan gözaltı sayıları şeklindedir. Ancak bu kez tablo farklı. Son gerçekleştirilen beşinci dalgada beş belediye başkanının, eski CHP Milletvekili Aykut Erdoğdu’nun, CHP PM üyesi Baki Aydöner’in ve çok sayıda bürokratın gözaltına alınması, işin kapsamının daralmadığına, tersine genişlediğine işaret ediyor. Görünen o ki yeni dalgalar yolda. Çünkü konuşanların sayısı artıyor. Etkin pişmanlıktan yararlananlar, tanıklık yapanlar, isim vererek detay anlatanlar çoğalıyor. Dosya büyüyor; çünkü insanlar birbirini ifşa ediyor. Asıl tehlikeli olan da bu: Siyasi dayanışmanın yerini kişisel kurtuluş çabası almış durumda.

Böylece İmamoğlu’nun adı, ihaleye fesat karıştırmadan usulsüz istihdama, imar düzenlemelerindeki kayırmalardan bazı bağış karşılığı işlemlere kadar pek çok akçeli meseleyle birlikte anılıyor. 20-30 milyon dolarlık villaların 300-400 bin dolarlık değerlerle kendi şirketlerine geçirildiği, bazı alım-satım süreçlerinde usulsüzlükler yaşandığı, toprak döküm alanlarına ilişkin ödemelerin yurt dışındaki hesaplara yönlendirildiği gibi şaibeli başlıklar gündemde. Şimdilik sadece iddia. Ama etkin pişmanlıkla konuşanlar çoğalıyor.

Aziz İhsan Aktaş gibi isimler bugün itirafçı olarak konuşuyor. İhaleye fesat karıştırma, rüşvet ve irtikap süreçlerinde Ekrem İmamoğlu’nun bizzat devrede olduğunu, hatta verilecek rüşvet miktarını dahi kendisinin belirlediğini iddia ediyor.

Devlette temas etmedikleri kurum, iş yapmadıkları AKP’li belediye kalmamış. Şimdi sorulması gereken şu: CHP’li belediyeler bu isimlerle neden ve nasıl çalıştı? 2019’dan bu yana birçok büyükşehir ve ilçe belediyesiyle sürdürülen bir işbirliği söz konusu. Yani ortada bir “tercih” var. Bir dönem AKP’li belediyelerle yakın çalışmış, sonra dönüp CHP’li belediyelerde danışmanlık yapmış, hatta genel müdür kadrolarına getirilmiş…  Devşirme kadrolar… Ne yazık ki CHP’li belediyelerin bugün yaşadığı kriz, büyük ölçüde kendi eliyle hazırlanmış bir enkaz gibi duruyor.

Bu Türkiye’nin ilk yolsuzluk hikâyesi değil elbette. Erdoğan da bir zamanlar Refah Partisi içinden çıkıp “temiz bir sayfa” vaadiyle yola çıkmıştı. O dönemde de iddialar, savrulan dosyalar, çarpıtılan belgeler vardı. Ama o zaman devlet manueldi. İz sürmek zordu. Dijital veri yoktu, delil zinciri kırıktı. Akbil yolsuzluklarıyla anılanlar bugün saraylarda. Çünkü zaman mahkeme dosyasından hızlı koştu.

Ama bugün farklı bir çağdayız. Her dijital iz bir potansiyel delil. Her ihale kaydı, her transfer izi, her belge, zamana karşı değil zamana rağmen korunabiliyor artık. Yolsuzluk artık eskisi gibi saklanamıyor. Bu yüzden de bugünkü iddialar daha tehlikeli. Çünkü belgelenebilir.

Halk ne düşünüyor? Büyük çoğunluk “Bu bir siyasi operasyon” diyor. Haklılar da. Çünkü ülkede adalet neredeyse hiçbir meselede işlemiyor. Tutuklamalar seçici, zamanlamalar manidar, algılar dosyalardan önce hazırlanıyor. Son olarak 5. dalgada gözaltına alınan belediye başkanlarının ve diğer çalışanların (toplam 36 kişi) adliyeye sevki sırasında servis edilen bir fotoğraf vardı: Kollara girmiş polisler, özel olarak seçilmiş bir kare… Daha mahkemeye çıkmamış, iddianameleri kabul edilmemiş, suçları ispatlanmamış bu insanlar, kamuoyunun önüne adeta suçlu ilan edilerek çıkarıldı. Bu açıkça bir itibar suikastıdır. O kareyi kim istedi? Kim yayılmasını sağladı? Eğer bu insanlar suçluysa, zaten yargı karar verir. Ama suç kesinleşmeden, böyle bir görselin servis edilmesi kasıtlıdır. İşte bu yüzden insanlar, gerçek adalet arayışında bu operasyonlara mesafeli yaklaşıyor.

Yine de meseleye sadece buradan bakmak eksik olur. Soru şudur: Tüm bunlar kurguysa, neden bu kadar çok gerçek ihtimali taşıyor?

Çünkü bu kadar çok CHP’li belediye varken, sadece bazılarında bu iddialar gündeme geliyor. Demek ki olabiliyor. Demek ki "temiz kalmak" hâlâ mümkün. O zaman bu farkı kim yaratıyor? Sistem mi, karakter mi? İrade mi, denetim mi?

Unutulmamalı: Halk, her zaman içeriden gelen fısıltıya kulak kesilir. En büyük yıkımlar, dışarıdan değil içeriden gelen itiraflarla başlar. Bugün CHP’nin içinden konuşanlar, sadece İmamoğlu’nu değil, belediyelerin siyaset üzerindeki etkisini de tartışmaya açıyor.

Etkin pişmanlıktan yararlananların öne sürdüğü iddialar ciddi; peki buna karşı İmamoğlu’nun herhangi bir hukuki girişimde bulunmaması ne anlama geliyor? Eğer tüm bunlar gerçekten birer karalama ise, neden itibarını korumak adına dava açmıyor? Şu ana kadar kimseye tek bir suç duyurusu yapılmadı. Neden sessizliğin, “sükût ikrardan gelir” düşüncesini pekiştirmesine izin veriliyor?

Bir siyasi partiyi ayakta tutan şey, sadece söylemi değil, pratiğidir. Eğer belediyeler siyasetin hem kasası hem yüzüyse, ikisini de temiz tutmak zorundasınız. Yüzünüz kirliyse, ne kadar bağırırsanız bağırın kimseye güven veremezsiniz. Kasada şaibe varsa, hesap tutmaz.

CHP’nin bugünkü kırılganlığı işte buradan kaynaklanıyor: Parti, ahlaki üstünlüğünü yitirirse, siyasi üstünlük iddiası sadece bir gürültüden ibaret kalır.

Kim Yönetiyor, Kim Yönetiliyor?

CHP içinde bir taraf “değişim”i iktidar olarak okuyor, diğer taraf “devamlılık”ı vicdan olarak. Bu bölünme, partiyi kişisel sadakatler üzerinden yönetmeye çalışan bir yapının ürünü. Kurumsal bir siyasi parti değil de, etrafında güç kümelenen bir merkeze dönüşme tehlikesi.

Oysa bir partiyi şahsileştirmek, onu küçültmektir. Liderin ağzına bakan, kararını başka birinin gözüyle alan bir yapı, sonunda herkesin sesini kaybeder.

Özgür Özel şimdilik CHP’nin başında. Ama gerçekten başında mı? Yoksa İmamoğlu’nun rüzgârında savrulan bir figür mü? Her konuşmasında, her mitinginde, her hamlesinde onun adı geçiyor. Haftada bir ziyaret, her kürsüde bir anma. Bu, partiye vesayet görüntüsü verir.

Peki ya iddialar kanıtlanırsa? O zaman Özgür Özel bu sadakatin hesabını kime verecek? Örgüte mi, seçmene mi, yoksa tarihe mi? Kendi siyasal meşruiyetini başkasının zemininde kuran her lider, o zemin sarsıldığında kendi varlık nedenini de sarsmış olur.

Belki de CHP’de bugün yalnızca bir genel başkanlık değil, aynı zamanda bir gölge savaşı yaşanıyordur. Görünenin ardında daha büyük bir resim vardır belki. Bu resmin merkezinde iki isim: Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu.

İmamoğlu’na yöneltilen yolsuzluk iddiaları henüz kanıtlanmış değil. Ancak Özgür Özel’in bu iddiaları “siyasi saldırı” olarak kodlaması, savunma değil, bir strateji de olabilir. Siyasi bir kimlik inşa ediliyor. Mağduriyet üzerinden bir meşruiyet…

Belki de asıl plan, bu meşruiyetin gölgesinden cumhurbaşkanlığına yürümektir kim bilir… Belki de Özgür Özel, İmamoğlu’nun üzerine çöken gölgede kendine bir ışık arıyordur. İmamoğlu diplomasızsa ve aday olamayacaksa, geriye kalan boşluğu kim dolduracak? Bu “siyasi sadakat” görüntüsü, aslında ileride o boşluğa ilk oturan olma arzusu olabilir mi?

Eğer öyleyse, karşımızda bir başka siyaset mühendisliği var demektir. Bu kez dışarıdan değil, içeriden. Aslında mühendislikten çok, mimarlık: İmamoğlu'nun etrafına duvar örüp o duvarın gölgesinde büyüyen bir lider profili…

***

CHP bugün “değişim” söylemiyle geldiği noktada, partinin genetiğini değiştirmiş olabilir. Ama bu değişim arınmaya değil, bozulmaya benziyor. Kodlarıyla oynanan her siyasi yapı, kimyasını da yitirir.

Bu parti, Türkiye siyasetinde, hakkında en çok akademik tez yazılan partidir. Çünkü kökleri derindir, omuzlarındaki yük ağırdır. Ama tam da bu yüzden hataları kolay kolay tolere edilmez. Çünkü sadece bugünün değil, yarının vicdanında da sınanacaktır.

“Demokrasi, yazılması kolay, oynanması zor bir oyundur.”

CHP işte tam da bu oyunun ortasında; senaryoyu yazarken özneyi kaybetme riskiyle baş başa.

Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi “Biz, bu milletin hakiki gündeminden sapmadan yürümek zorunda. Şahsi değil kamusal olana; dedikoduya değil, hakikate yaslanmak zorundayız.”

****

Bugün Türkiye'de gündemde olması gereken hiçbir şey gündemde değil: Geçim derdi, işsizlik, enflasyon, faiz oranları, kapanan işletmeler, kaybolan geleceğe dair endişeler, adalete olan inancın yitirilmesi, toplumsal kutuplaşma, artan şiddet olayları, yaygınlaşan umutsuzluk ve ruhsal çöküntü… Bunların yerini, kurultay krizleri, yargı savaşları, yolsuzluk tartışmaları almış durumda.

Kargaşının ortasında siyaset mühendisliği, iktidar lehine hiç durmadan işlemeye de devam ediyor… Şahsi menfaatlerini partinin önüne koyanlar, yolsuzluğa göz yumanlar, belediye imkânlarını araçsallaştırıp siyaseti çıkar aracına dönüştürenler, farkında olmadan iktidarın ekmeğine yağ sürdü. Kendi elleriyle kurdukları düzen, şimdi kendi ayaklarına dolanıyor. Çünkü yanlış hesap bir gün mutlaka Bağdat’tan dönüyor. Gerçeklerin, er ya da geç gün yüzüne çıkmak gibi inatçı bir huyu vardır.

Nitekim son günlerde, partinin medyadan sorumlu ismi Burhanettin Bulut hakkında CHP’li Eren Erdem’in yönelttiği ciddi iddialar var: Parti bütçesinden 46 milyon liranın harcandığı, 600 kişilik trol ordusundan oluşan bir sosyal medya yapılanmasından, eski genel başkanın, Kılıçdaroğlu’nun annesine, ailesine yönelik çirkin içeriklerin, iftiraların, hakaretlerin organize biçimde yayıldığından söz ediliyor. Burhanettin Bulut ise tüm bu suçlamaları reddetti. Ancak eğer iddialar mesnetsizse, kamuoyunu tatmin edecek net bir hukuki adım atılması beklenir. Aksi takdirde, bu sessizlik şüpheleri derinleştirir.

***

En nihayetinde işler yine Cumhurbaşkanı’nın çizdiği rotada ilerliyor. Muhalefet kendi iç yangınına gömülmüşken, iktidar yalnızca kenardan izlemiyor; bu kaotik ortamın sunduğu fırsatla anayasa değişikliği gibi kritik başlıkları da sessizce gündeme taşıyor. CHP ise bu sırada hem zihinsel hem de örgütsel olarak dağınık bir görüntü veriyor. Bu tablo karşısında halkın zihninde kaçınılmaz olarak şu soru beliriyor: “Kendi içinde birliği sağlayamayanlar, ülkeyi nasıl yönetecek?

CHP’de yaşanan iç çalkantılar, belediye başkanlarının gözaltına alınması, Kürt meselesindeki yeni ve tarihi gelişmeler, PKK’nın kendini fesih kararı, silahların bırakılması meselesi ve dış politika manevraları (Ukrayna-Rusya arabuluculuğu, Suriye temasları, bölgesel diplomasi atakları) hepsi üst üste bindi. Tüm bunlar olurken, AKP’nin bir dönem belirginleşen erime süreci adeta fren yaptı. Şimdi tablo değişmiş görünüyor; iktidar yeniden ivme kazanmaya başladı. Üstelik bu kez, kararsız seçmen değil, “bağımsız seçmen” diye tanımlanan yeni bir kitle var sahnede. Partilerden uzak duran ama olup biteni dikkatle izleyen bu seçmen grubu, giderek büyüyor. Deniyor ki, bu kitle artık toplumun yüzde 40’ına yaklaşmış durumda. Herkes konuşurken onlar izliyor, tartıyor, düşünüyor. Siyasi atmosfer ne kadar gürültülü olursa olsun, toplumun geniş bir kesimi sessizliğini koruyor ama her şeyi not ediyor.

***

Asıl mesele derin: Türkiye’de yalnızca siyaset değil, toplumsal kavrayış da aşınıyor. “Yiyor ama iş yapıyor” ya da “çok dürüst, bu iş yapamaz” gibi çarpık ön kabuller yeni değil; yıllardır bu toprakların bilinçaltında dolaşıyor ama bugün neredeyse bir yönetim aklına dönüşmüş durumda. Ahlak, liyakat, şeffaflık gibi değerler o kadar aşındı ki, artık erdem değil safça bir beklenti gibi görülüyor. Dürüstlüğe övgü değil, küçümseme var. Yolsuzluk sıradanlaşmış, kayırmacılık neredeyse meşrulaşmış.

Bu düzenin siyasetteki en güçlü dayanak noktalarından biri de ne yazık ki belediyeler. Türkiye’de belediyeler, uzun süredir sadece yerel hizmet birimleri değil, aynı zamanda siyasal partilerin finans ve nüfuz kaynakları olarak işlev görüyor. Bu durum yalnızca belediye bütçelerinin kişisel ya da örgütsel çıkarlara aktarılmasıyla sınırlı değil; vakıflar, dernekler, spor kulüpleri gibi bağlantılı adreslere kaynak aktarımı da bu yapının bir parçası.

Belediyeler, sadece para değil, nüfuz da dağıtıyor. Makamın sağladığı güç, çoğu zaman kentsel imkânların arka kapılar ardında paylaşılmasına dönüşüyor. Değeri düşük gösterilen taşınmazlar, ucuza devredilen kamu arazileri, kolaylaştırılmış imar izinleri, imarsız alanların imara açılması, imar alanlarının büyütülmesi, hızlı alınan iskan belgeleri, rayiç bedelin çok altında el değiştiren mülkler, imar planına son anda eklenen rant parselleri… Liste uzayıp gidiyor. Kamuya işi düşenler, müteahhitinden yatırımcısına, sıradan yurttaşına kadar, önce “bağış yapılacak adres”e yönlendiriliyor, sonra sıra taleplere geliyor.

İşin bir diğer yüzü ise istihdam. Belediyelerde açılan kadrolar, liyakatle değil, partisel aidiyetle dolduruluyor. Bu kişilerin önemli kısmı, örgütte oy verecek delege olarak belirleniyor.

Yani belediye hem maddi kaynak hem de politik güç üretme aracı haline geliyor. Ticaretin, nüfuzun ve istihdamın bu şekilde siyasal amaçlarla iç içe geçtiği bir düzende, sistemin içinden gelen birinin buna karşı durması neredeyse imkânsızlaşıyor.

O nedenle, bu düzene direnen birkaç isimden biri olan Kılıçdaroğlu’nun dışlanması tesadüf değil, yapısal bir tercih, kuralsızlıkla kural koyan düzenin, kendine benzemeyeni dışlaması…

***

Finalde elimizde şu gerçek kalıyor: CHP, yalnızca bir siyasi parti değil; Türkiye’nin vicdan aynasıdır. O aynada oluşan her çatlak, sadece parti içi hesaplaşmaları değil, bir ülkenin değerler sistemini, gelecek tahayyülünü ve ahlak pusulasını da kırar. Eğer bu ayna yeniden parlatılmazsa, sadece CHP değil, tüm Türkiye karanlıkta kalır. Çünkü bazı aynalar sadece yansımaz; yön gösterir. O yön kaybolursa, yürüyen herkes savrulur.

Bugün görüyoruz ki, aynayı parlatması gereken eller, onu daha da buğulandırdı. Vicdanı cilalamak yerine, kendi ikballerinin buğusunu sürdüler üzerine. O nedenle bu gemi hasar gördü; sadece yönünü değil, pusulasını da kaybetti. Artık o aynayı yeniden parlatacak olanlar; şahsi hesaplardan arınmış, namuslu, erdemli, ahlaklı insanlar olmalı. Çünkü mesele yalnızca bir partiyi değil, onun temsil ettiği tarihsel sorumluluğu yeniden ayağa kaldırmaktır.

Sadık ÇELİK

[email protected]