Fesih ile Barış Sağlanacak mı? PKK, Devlet ve Kanla Yazılmış Bir Hafızanın Çatlakları
PKK, sadece bir örgütün değil, Türkiye’nin de değişen kaderinin hikâyesidir. Bu hikâye; silahla, kanla, ideolojiyle, kimi zaman inkârla, bastırmayla, zaman zaman da diyalogla yazıldı.
Bugün “fesih” ilan ediliyor. Peki bu gerçekten bir son mu? Yoksa yalnızca yeni bir başlangıcın sessiz kod adı mı?
PKK’nın PKK olmasının, yani yalnızca bir örgüt değil, tarihi bir fay hattına dönüşmesinin başlangıcı, 1978-79 yıllarına uzanır. O dönemde Dev-Yol’dan Dev-Sol’a, Tikko’dan MLKP’ye, Rizgari’ye, KKP-İÖ’ye kadar pek çok silahlı ya da silahsız sol örgüt vardı. İçlerinde söylem olarak PKK'dan daha radikal olanlar da mevcuttu.
Ama PKK’yı yalnızca 70’lerin ideolojik atmosferine bakarak anlamak mümkün değil. Kürt meselesi, 1990’lardan ibaret değildir; kökleri çok daha derindedir. Bu tarih, ta Abdülhamit dönemine, Hamidiye Alayları’na kadar uzanır. O yıllarda İngilizler, Osmanlı coğrafyasında Kürtleri sürekli kışkırtmış, bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise 1925’te Şeyh Said İsyanı patlak vermiştir. Sıklıkla dini bir ayaklanma olarak sunulsa da bu isyan aynı zamanda etnik ve siyasi bir arka plana da sahiptir. Atatürk’ün Musul-Kerkük’ü almak için yürüttüğü diplomatik çabanın sekteye uğramasında bu isyanın etkisi büyüktür.
1937-38’de yaşanan Dersim İsyanı da benzer bir tarihsel kırılmadır. Tüm bu olaylar, Kürt meselesinin yüz yıllık bir tarihsel hafızaya sahip olduğunu gösterir. PKK, işte bu hafızanın yeni bir biçim almış hâlidir…
PKK’nın asıl doğuşu ise Diyarbakır cezaevlerinde gerçekleşti… 12 Eylül askeri darbesinin işkencehanelerinde, insan bedenlerinden militan kimlikler doğurtuldu. Bu kimlikler, o zindanlarda hem beslendi hem büyütüldü…
O yıllarda ve takip eden zamanlarda yükselen feryatlar sadece işkence gören tutukluların değil; faili meçhullerde hayatını kaybeden Kürt siyasetçilerin, iş insanlarının, köylülerin de çığlığıydı. Behçet Cantürk’ten Savaş Buldan’a, 1990’ların karanlık dehlizlerinde sayısız isim yitip gitti. Bir kısmı kaçırıldı, bir kısmı sokak ortasında infaz edildi; kimisinin cenazesi bile bulunamadı. Köyler yakıldı, boşaltıldı… İnsanlar topraklarından, evlerinden, tarlalarından koparıldı, köklerini terk etmek zorunda bırakıldı.
Devletin örgütle mücadelesi ilk günden bugüne aralıksız sürdü. Ancak bu mücadele yalnızca güvenlik alanında değil, ekonomik, hukuki ve toplumsal tüm yapılarda derin yaralar açtı. Yüz milyarlarca dolarlık kaynak toprağa aktı. Güneydoğu’ya yatırım gitmedi; sadece betona değil, adalete, demokrasiye, sosyal devlete dair her şey gecikti, ertelendi, susturuldu.
Çünkü PKK salt bir silahlı örgüt değildi. Aynı zamanda zorlamalarla, şantajla, kaçakçılıkla, bölgesel yatırımları engelleyerek toplumu rehin alan bir yapıydı. Hukukun işlemediği yere ticaret gitmezdi; güvenliğin olmadığı yerde yatırım da dururdu. Güneydoğu, küçükbaş hayvancılığın merkezidir ama uzun yıllar boyunca ne yaylalara ne meralara çıkılabildi, ne de toprağa dönülebildi.
Bu dönemde demografi zorla yerinden edildi. Diyarbakır, çevresindeki il ve ilçelerden yoğun göç aldı; kentin nüfusu bir anda patladı. Yerinden edilenlerin bir kısmı orada kaldı, bir kısmı ise İzmir’e, İstanbul’a, Ankara’ya göç etti. Kimi bilendi, kimi militanlaştı, kimi dağlara çıktı, kimi umudunu başka şehirlerde aradı. Zorla yer değiştiren bu kitleler, yalnızca coğrafi olarak değil, psikolojik ve politik olarak da savruldu.
Büyük şehirlerin kalabalıkları, yalnızca göçün değil; göç ettirilmişliğin sosyolojik bir izdüşümüdür. Bir halk kendini, toprağından, geçiminden, dilinden, güvenliğinden eksik hissettiğinde toplum huzursuzlaşır, taşkınlaşır. Güneydoğu’daki çatışma, yalnızca orayı değil, ülkenin tamamını dönüştürmüş, eksiltmiştir.
Bu, kanla ve gözyaşıyla yazılmış hazin bir hikâyedir; kardeşin kardeşe düşman edildiği, acının ve ihanetten beslenenlerin kalın harflerle yazdığı bir tarih.
Amerikan Tasarımı: Barışın Değil, Çıkarın Mühendisliği
ABD, 2003 yılında Irak’a doğrudan müdahale ettiğinde, aslında Türkiye üzerinden bölgeyi kontrol etme hayalini terk etmişti. Soğuk Savaş’ın stratejik kalesi olan İncirlik Üssü önemini yitirmişti.
Kimyasal silah bahanesiyle başlatılan bu işgal, yalnızca Saddam’a değil, bir halkın kaderine çökmekti. Irak-İran Savaşı’nın ve Kuveyt krizinin ardından gelen bu müdahalede yaklaşık bir milyon Iraklının hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Irak’ın kuzeyinde bir Kürt otonom yapısı kuruldu; Kandil ise bu süreçten beslenerek, sürecin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
Sonrasında Amerikan askeri varlığı bu kez Suriye’ye kaydı. Kendileri tarafından yeşertilen DEAŞ gibi yapıların varlığı bölgeye kalıcı müdahalenin bahanesi haline geldi. Suriye’nin altı üstüne getirildi.
PKK’nın genç militan kadroları Suriye’de eğitildi, donatıldı ve herhalde bir 15 yıl kadar da onlarla geçti…
Bu dönemde militanların kuzey Irak’tan Türkiye sınırını kullanarak PYD’nin, Salih Müslim’in liderliğinde kuzey Suriye’ye geçtiği de biliniyor. Kuzey Suriye’de, YPG üzerinden kurulan yeni düzen, ABD'nin sahadaki “müttefiki” oldu. Ancak bu yapılanmanın PKK ile ideolojik ve kadrosal bağları, Türkiye'nin güvenlik endişelerini büyüttü.
Bugün PKK ile barış sürecinde atılan adımların önündeki en büyük engellerden biri Suriye sahasındaki belirsizliktir. Orada SDG’nin varlığı, HTŞ’nin varlığı ve hepsinin arkasındaki Amerika’nın varlığı, Amerika’nın bir yandan kuzey Suriye’deki otonom yapıyı, oradaki Kürt varlığını, SDG’yi desteklerken bir yandan da İsrail ile birlikte yürüttüğü politikalarla Colani ile HTŞ gibi yapıları bizzat yaratıp ortaya sürerek dolaylı denge politikaları izlemesi…
İsrail bu denklemde doğrudan bir biçimlendirici güçtü. Amerika’yla birlikte Suriye’den Başer Esad’ı gönderdiler. Kafasına göre bütün askeri tesisleri bombaladı. Kimse de çıkıp bir şey diyemedi. ABD de bu müdahaleleri onayladı; “zaten sahada işimi gören bir ortak var” diyerek sorumluluğu pasladı.
Trump döneminde devlet aklından ziyade bir tüccarın hesap defteriyle yönetilen süreçler öne çıktı, bölgenin kaderi bir stratejiden çok pazarlık nesnesine dönüştü. Bugün çekilecekti, kalacaktı diye konuşuladursun, bölgede kurulan otonom yapılar, eğitilen militanlar, kurulmuş üsler kalıcılığın izlerini taşıyor.
Ortadoğu hâlâ enerjinin kalbi. Güneş enerjisi, rüzgar türbinleri vs gibi çareler aransa da, petrolün yokluğunda mevcut enerji ihtiyacını karşılamak bugün için mümkün görünmüyor. Petrolden bağımsız bir dünya hâlâ ütopya. Bu nedenle dizayn edilen coğrafya, yalnızca güvenlik değil, enerji haritasının da yeniden çizimidir.
***
Amerika’nın Ukrayna’daki varlığı yalnızca Rusya’ya karşı bir cephe açmak değildi. Aynı zamanda Ukrayna topraklarındaki nadir elementlere erişim sağlayarak, Çin’in küresel üstünlüğüne karşı stratejik bir hamleydi. Ancak Çin’in dünya üzerindeki nadir elementlerin yaklaşık %90’ını kontrol ettiği bir denklemde, bu çabanın kaderi baştan sınırlıydı.
Çin, yalnızca kaynaklarla değil; düşük iş gücü maliyetleri, dev üretim hacmi ve büyüyen pazarıyla ABD'nin adım adım önüne geçiyor. Amerika ise içeride hantallaşan devlet yapısıyla, yükselen işçi maliyetleriyle ve dış ticarette kaybettiği pazarlarla boğuşuyor. Gümrük duvarları yükseldikçe, kendi izolasyonunu derinleştiriyor.
Bu sırada Hindistan da ekonomik gücünü büyütüyor. Ama asıl dikkat çeken Çin’in izleyici gibi görünen, fakat çoktan oyunun parametrelerini belirleyen pozisyonu. Çin, bugünün sessiz gücü; geleceğin yüksek sesli patronu olma yolunda. Tıpkı bir zamanlar ABD’nin olduğu gibi.
Hatırlayalım: 1. Dünya Savaşı’na kadar Amerika bir izleyiciydi. Avrupa’nın krallıkları, imparatorlukları çökerken, ABD sahneye çıkmak için doğru zamanı bekledi. İkinci Dünya Savaşı’nın başında da henüz sahada yoktu; 1930’lar boyunca Avrupa’daki krallıkların ve imparatorlukların çöküşünü izlemekle yetindi. Ancak savaşın sonuna doğru sahaya indi, kritik cephelerde ağırlığını koydu, Almanya’nın teslimiyetini sağladı, Hitler faşizminin tabutuna çiviyi çaktı. Savaşın sonunda yalnızca galip değil, küresel düzenin yeni patronu olarak sahneye çıktı. Avrupa’yı kendi sistematiğiyle dizayn etti. Çin’in bugünkü duruşu da buna benziyor.
Ortadoğu yeniden şekilleniyor, küresel denklem değişiyor. Amerika hâlâ sahada, hâlâ dizayn peşinde. Ama Çin, gölgede. Sessiz. Planlayarak. İzleyerek. Muhtemelen geleceği şimdiden yazıyor.
Tarih bazen tekrar eder; ama her tekrar aynı sesle değil. Bugün Amerika'nın sesi kısılırken, Çin’in yankısı büyüyor.
Kaosun Jeopolitiği: Pakistan-Afganistan, Türkiye-Suriye
Dünyada bazı sınırlar yalnızca haritalarda çizilmez; ideolojilerle, inançlarla, tarihsel acılarla belirlenir. Pakistan-Hindistan hattı da böyle bir sınırdır. Yalnızca bir toprak kavgası değil; dinlerin, kimliklerin, güç arayışlarının birleşim yeridir. Nüfus çoğunluğu Müslüman olan Keşmir’in Hindistan’ın toprağı sayılması, bölgeyi yıllardır kan ve felç içinde tutuyor. Son krizlerde hava sahası kapatıldı, deniz trafiği aksadı, yalnızca politik değil ekonomik damarlar da tıkandı. Çünkü o bölge, dünyanın kalp ritmini etkileyen bir arter gibi.
Benzer bir damar Afganistan-Pakistan hattında da atıyordu. Afganistan’da Amerika, o toprakları Taliban’a bırakarak çekildi. Ama bu çekilme bir boşluk değil, planlı bir kaostu. Taliban ideolojisi, Pakistan’a taşındı ve bundan sonra gerilim hiç dinmedi.
Bugün benzer bir senaryo Türkiye-Suriye hattında yazılmak isteniyor. Bir zamanlar seküler bir lider olan Beşar Esad’a karşı başlatılan mücadelede, desteklenen unsurlar giderek daha radikal, daha mezhepçi, daha karanlık hale geldi. HTŞ, IŞİD, SDG… Suriye şimdi çok başlı, çok aktörlü, çok çatışmalı bir coğrafya… Amerika, burada da seküler bir rejimin yerine selefi ideolojiye göz kırpan yapıları tercih etti.
Çünkü istikrar, Batı için çoğu zaman tercih değil tehdittir. Mezhep savaşları, etnik kavgalar, parçalanmış coğrafyalar; tüm bunlar birer araçtır. Washington barışla değil, yönetilebilir kaosla beslenir. Herkesin kendi etnik, mezhebi fay hattına hapsolduğu bir bölge, küresel aktörler için çok daha kontrollü bir zemin sunar.
Bugün sahada barış kelimesi dolaşıyor. Ama bu barış kimin barışı? Kürtlerle Türklerin barışması gerektiği söyleniyor; çünkü sıradaki hedefin İran olduğu açıkça görülüyor. ABD, Ayetullah rejimini tasfiye etmek istiyor. Yemen’de Husiler, Kızıldeniz’deki stratejik geçitler, Şii hilali… Bütün planlar İran üzerine kurgulanmış durumda.
Şimdi hatırlamak gerekiyor: “Büyük Ortadoğu Projesi” 2000’lerin başında masaya sürüldü. O gün çizilen haritalar birer fantezi gibi görünüyordu. Bugünse sahada adım adım uygulanıyor. Irak çöktü, Suriye dağıldı. Sırada İran var. Peki sonra? Kime gelecek sıra?
Türkiye’nin bu oyunda hangi pozisyonda duracağı, yalnızca dış politika meselesi değildir. Bu, ulus devlet, üniter devlet yapısına tehdit meselesidir… Bu, Cumhuriyet'in varoluşsal sınavıdır.
Tüm bu jeopolitik denklemleri, güç mücadelelerini, vekalet savaşlarını ve sınır ötesi hesapları okumadan; bugün Türkiye’de Kürtlerle Türklerin barışını, PKK’nın feshi meselesini de ne anlayabiliriz, ne doğru teşhis koyabiliriz.
PKK FESİH NOKTASINA NASIL ULAŞTI?
PKK, yarım asra yaklaşan varlığının sonunda “kendini feshetme” noktasına gerçekten ulaştıysa, yani bu fesih açıklamalarının samimi olduğunu ve haikati yansıttığını varsayarsak bu gelişmenin, ne tek bir nedenin, ne de ani bir kararın sonucu olduğunu not etmek gerekir.
Öncelikle konjonktür değişmiştir. ABD, bölgeden çekilme eğiliminde.
Rusya, Ukrayna savaşının gölgesinde bir dönem sarsılmış görünse de, bugün Kırım’ı ilhak etmiş, doğu Ukrayna’nın önemli bir kısmını kontrolüne almış durumda. Masaya daha güçlü döndü. Avrupa ise hem enerji krizi hem ekonomik sıkışmışlıkla boğuştuğu için Ukrayna’ya yeterince destek veremiyor. Trump yönetimindeki ABD, Ukrayna’daki nadir element rezervleri gibi stratejik çıkarlarına ulaştığını düşündüğü için oyunu artık uzaktan izlemeyi tercih ediyor.
Bu sırada Çin ve Rusya arasındaki yakınlaşma tarihsel bir boyut kazanmış durumda. Rusya’daki Zafer Günü kutlamalarında, aralarında Çin liderinin de bulunduğu 21 ülkenin devlet başkanı Kızıl Meydan’daki geçit törenine katıldı. Çin, bu süreçte Rusya’ya karşı doğrudan askerî destek vermese de, ekonomik ve diplomatik olarak güçlü bir arka cephe oluşturdu. Kuzey Kore’den Belarus’a kadar birçok ülkenin Moskova çizgisine yakın tutumu, ki hatta Koreli ve Belaruslu askerler Ukrayna’ya karşı savaşıp ölmüşlerdir, Batı eksenine karşı şekillenen yeni güç bloğunun işaret fişeği gibi.
Bugün Çin ve Rusya, sırt sırta vererek Batı’nın tek kutuplu düzenine alternatif bir denge kuruyor. Belki de “Doğu’nun şafağı” atıyor. Bu yeni tablo, yalnızca bölgesel değil, küresel güç haritasını da dönüştürüyor.
İran ise iç protestolarla, ekonomik baskılarla sarsılıyor. Artık PKK’ya eski ilgiyi gösterilmiyor…
İkincisi sahadaki gerçeklik değişti. Türkiye, Suriye sınırında 30-40 kilometrelik güvenlik şeridi oluşturdu. Askerî kapasitesini sahada defalarca gösterdi. PKK, artık Türkiye içinde büyük çaplı eylem yapamaz hale geldi. Yurt dışı kampları daraldı, hareket alanı küçüldü. Kandil’in gölgesi bile kısaldı.
Bir zamanlar “Rusya’da ofisimiz var” diyebilen PKK, bugün bu diplomatik temsiliyetin hiçbir gerçek karşılığı olmadığını yaşayarak gördü. Uluslararası meşruiyet mücadelesinde de daraldı.
Bir zamanlar Moskova’da “bürosu” olduğunu söyleyen PKK, artık o sembolik varlığı bile sürdüremez halde. ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde YPG üzerinden kurduğu ilişki, örgüte geçici bir alan açtıysa da bu destek hiçbir zaman sınırsız değildi. Üstelik Amerika’nın İran’a odaklanma isteği, Türkiye’yle yeni uzlaşmaları gerektirebilir. PKK, bu denklemde fazla maliyetli ve fazla sorunlu bir aktöre dönüşmüş olabilir.
En kritik faktörlerden biri ise örgütün artık zamanın ruhuna hitap edememesi. 1990’ların sosyopolitik yapısı, etnik merkezli silahlı mücadeleleri konuşulabilir kılıyordu. Bugünse bu tarz yapılar toplumsal karşılık bulmuyor. Son 10 yıldır dağa katılım neredeyse durdu. Gençler artık bu dile, bu metoda kulak vermiyor. Bir zamanlar “dağa çıkmak” romantik bir başkaldırıysa, bugün yalnızca umutsuz bir çukur gibi görünüyor.
Ayrıca Abdullah Öcalan’ın 1999’da Suriye’den çıkarılması, Türkiye’ye teslim edilmesi, PKK'nın psikolojik eksenini sarstı. Bugün Öcalan, kendi yaşam süresi içinde bir “barış”a adını yazdırmak, tarihe bu şekilde geçmek istiyor olabilir. Fikirlerinin zaman zaman örgütle ters düştüğü söylense de, bu fesih fikrinin onun onayıyla ilerlemesi tesadüf olmasa gerek.
Sonuçta bunu salt bir çöküş olarak değil, bir çağdan düşüş olarak okumak gerekir. PKK, zamanla eğik düzlemde kayarak, toplumsal gerçeklikten uzaklaşarak bu noktaya gelmiştir.
Silahla başlayan, şiddetle büyüyen ama sonunda zamanın dışında kalan bir yapının tarihsel kapanışına tanıklık ediyor olabilir miyiz gerçekten?
İç Siyasetin Yeni Satranç Tahtası
PKK’nın fesih açıklamaları sadece güvenlik başlığıyla okunamaz. Bu, aynı zamanda iç siyasetin yeniden dizayn edileceği bir sürece tekabül edecektir. “Terörsüz bir Türkiye”'de siyaset, kendine yeni bir dil bulmak zorunda.
Bugün iktidarın önünde “barış” gibi her kulağa hoş gelen bir kelime var. Barış, her zaman alkış alır; karşı çıkan kolayca yaftalanır. Dolayısıyla bu süreç siyaseten de kullanışlıdır. İktidar açısından kazan-kazan: Başarı olursa haneye yazılır, başarısızlıkta ise “zaten biz başlatmamıştık,” ya da "biz elimizden geleni yaptık,” denir.
MHP bu tabloda en ilginç aktör. Bir dönem “Öcalan idam edilmeli” diyen Bahçeli’nin, bir gece rüyasında görmüş gibi kalkıp Öcalan’a çağrıda bulunması ve bugün geldiği nokta, siyasetteki kartların nasıl da sil baştan dağıtılabileceğini göstermesi açısından çarpıcı.
Ancak bu dönüşüm, partinin tabanı nezdinde hangi yankıyı bulacak? MHP sürecin hamiliğini yapıyor. Bugüne kadar söylediklerinin hepsini tek kalemde silmiş oldu. Peki MHP bundan sonra hangi sosyolojik zemine yaslanacak? Bu soruların cevabı önemli…
AKP, süreci dikkatle yürütüyor. Bir yandan geçmişin yüklerinden sıyrılıyor, bir yandan da yeni zeminde inisiyatifi kaptırmamaya çalışıyor. “Selden kütük kapmak” denilecek kadar pragmatik bir yaklaşım bu: Madem ki ABD Suriye'de kendi oyununu kuruyor, Türkiye de bu oyunda kendine yer açmak istiyor.
CHP için ise süreç daha karmaşık. Aynı meydanlar, aynı cümleler, aynı çağrılar artık yankı bulmuyor olabilir. Üstelik iktidarın söylem üstünlüğü, CHP’yi pasif bir izleyiciye dönüştürme riski taşıyor.
En kritik eşikte ise DEM Parti duruyor. PKK sonrası dönemin en büyük politik dönüşümünü onlar yaşamak zorunda. Siyasi söylemlerini, kadrolarını, toplumsal temsiliyetini yeniden inşa etmeleri gerekecek. Tabii eğer ortada samimiyet varsa…
Halk ise hâlâ temkinli. Kamuoyu araştırmaları, toplumun bu sürece pek de güvenip inanmadığını zaten gösteriyor. Destek yüzde 30’larda. Geriye kalan büyük çoğunluk, sessizce izliyor. Şüpheyle, temkinle, kuşkuyla, belki biraz da beklentiyle…
Barış kelimesi kutsaldır, evet. Ama her kutsal kavram gibi, önce ona inanmak gerekir.
Sorun: “Fesih” Gerçek mi, Algı mı?
PKK kendini feshettiğini duyurdu. İlk bakışta bu, kırk yılı aşkın bir çatışma sürecinin sonuna dair umut verici bir sinyal gibi görünebilir. Ancak sürecin arka planına bakıldığında, ortada gerçek bir “fesih”ten çok, bir “dönüşüm” ya da “yeniden markalaşma” olduğu yorumları öne çıkıyor. Nitekim bazı uzmanlara göre bu, örgütün sadece "PKK" isimli kartvizitini değiştirmesinden ibaret. Aynı yapı, farklı isimlerle faaliyetlerine devam edebilir.
Bu durum, Türkiye açısından yeni bir güvenlik ve meşruiyet tartışmasını da beraberinde getiriyor. PKK ortadan kalktıysa, Türkiye’nin sınır ötesinde ve içeride yürüttüğü mücadele neye karşı sürecek? Özellikle Kuzey Suriye’deki YPG/PYD yapılanmasının, bu fesih üzerinden dolaylı bir meşruiyet kazandığı yorumları yapılıyor. Türkiye’nin “PKK’nın uzantısı” olarak gördüğü bu yapılarla mücadelesi, artık uluslararası alanda daha fazla sorgulanabilir hale geliyor.
Ayrıca süreçle ilgili oluşan söylem atmosferi de dikkat çekici. Sahada, özellikle örgüt yanlısı çevrelerde dillendirilen bakış açıları, bir “zafer” duygusuna işaret ediyor. Ne de olsa örgüt de Türkiye Cumhuriyeti de Öcalan’ı artık “önder” olarak işaret edebiliyor…
İlk aşama tamamlandı, şimdi yeni sürece geçiliyor, tarzı mesaj ve yaklaşımlar da yine örgüt lehine bir psikolojik üstünlük yaratma çabası, bir “algı mühendisliği” girişimi… Türkiye Cumhuriyeti’nin bir örgüt karşısında geri adım attığı izlenimi yaratılmak isteniyor olabilir.
Dahası, PKK’nın fesih açıklamasında Lozan Antlaşması’na yapılan atıf, bu meselenin yalnızca bugünkü politik bağlamla sınırlı olmadığını gösteriyor. Bu, doğrudan Türkiye’nin egemenliğini, sınırlarını ve üniter yapısını tanımlayan kurucu, temel metne yöneltilmiş bir siyasi itirazdır.
1923 Lozan Antlaşması ve hemen ardından gelen 1924 Anayasası, PKK tarafından “Kürt inkâr ve imha siyaseti”nin kaynağı olarak gösteriliyor. Kürtlere soykırım uygulandığı öne sürülüyor. Özellikle 1924 Anayasası'nın, Kürt kimliğini silen ve inkâr politikalarına zemin hazırlayan bir kırılma olduğu savunuluyor. Lozan bu bağlamda resmen hedef tahtasına konuyor.
Zaten bugün bazı çevrelerde 1921 Anayasası’nın daha kapsayıcı olduğu, 1924 Anayasası’nın ise kimlikleri bastırdığı yönündeki eleştiriler de bu zeminde yeniden canlandırılıyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı yıllardır anayasalarda üst kimlik olarak tanımlanırken, bu tartışmalar doğrudan Anayasa’nın ilk dört maddesini hedef alan, altını oymaya çalışan yeni bir kurguya dönüşüyor.
Oysa 1924 Anayasası’nı anlamak için, ondan önce gelen tarihi bağlamı kavramak gerekir. Bu anayasa, Sevr’in dayatmalarına karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinin ardından, Kanun-i Esasi’den devralınan birikimle ve Cumhuriyet’in inşa sürecinin gereklilikleriyle şekillendi. Lozan, Sevr’i yırtıp atan bir iradenin zaferidir; 1924 Anayasası ise bu iradenin hukuki ifadesidir.
Eleştiriler, tarihsel bağlamdan koparıldığında yalnızca anayasal tartışma değil, Cumhuriyet'in temel taşlarına yönelen bir revizyonizm halini alıyor.
Demokratik bir toplum talebi yalnızca Kürt yurttaşların değil, tüm Türkiye yurttaşlarının ortak beklentisi. İnsan hakları, özgürlük, liyakat, eşitlik ve hukuk, bu ülkenin her bireyinin ihtiyacı. Sorun, sistemsel adaletsizliktir. Ama bu adaletsizliğe çözüm arayışı, Cumhuriyet’in kurucu temellerine yönelen bir meydan okumaya dönüştüğünde, mesele barışın değil, rejimin yeniden tanımlanmasının tartışmasına dönüşür. Bu noktada, asıl sorulması gereken şudur: Gerçekten bir barış mı konuşuluyor, yoksa Cumhuriyet’in zemininde başka bir kazı mı yapılıyor?
Sorun: Devam Etmek İsteyebilecek Unsurlar
Barış sürecinin önündeki en ciddi risklerden biri, örgüt içinden bir grubun çıkıp “biz silahlı mücadeleye devam edeceğiz,” demesi olabilir. PKK tarihinde bu tür ayrılık girişimleri daha önce de oldu. Ancak hiçbirinin sahada etkili olamadığı, kısa sürede dağıldığı görüldü. Bugün de benzer bir kopuşun başarıya ulaşma ihtimali zayıf görünüyor. Ancak tümüyle imkânsız değil. Daha önce görülmemiş bir harf kombinasyonuyla, yeni bir yapı oluşturulabilir.
Özellikle ABD ya da Avrupa’daki kimi çevrelerden dolaylı destek alan böyle bir oluşumun sahaya sürülmesi ihtimali, süreçte en çok korkulan senaryolardan biri. Bu da sürecin yalnızca içeride değil, dışarıda da dikkatle takip edilmesi gerektiğini gösteriyor.
Silahların susması için yalnızca örgüt içi mutabakat yetmez; aynı zamanda dış güçlerin oyun dışı kalması gerekir.
Sorun: PYD-YPG Ne Olacak?
SDG, PYD ve YPG’nin PKK ile organik bağları bugüne kadar çokça tartışıldı. Bu yapılar da silah bıraksaydı, mesele başka türlü konuşulurdu. Ama bugünkü tablo farklı: SDG, şu anda Suriye’nin yaklaşık üçte birini kontrol ediyor. Bu topraklar, ülkenin kuzeydoğusunda, petrol ve su kaynaklarının büyük kısmını (yaklaşık yüzde 70-80’ini) kapsıyor. Kürtler, Suriye nüfusunun yaklaşık %8 ila %10’una denk geliyor ama ellerindeki alan, nüfus oranlarının çok üzerinde.
SDG, dönem dönem Şam yönetimiyle (HTŞ) anlaşma yaptığını duyurdu. Özellikle gümrük kapıları ve petrol işletmeleri konusunda bazı uzlaşma mesajları verildi. Ama bu açıklamalar büyük ölçüde kamuoyu yönetimine yönelikti. Fiiliyatta hiçbir somut devir gerçekleşmedi. Ne petrol kaynaklarının işletmesi ne de su yönetimi merkezi otoriteye geçti. Gümrük kapıları da, petrol sahaları da hâlâ SDG’nin denetiminde.
Bu durumun arkasında yalnızca yerel aktörler yok. ABD’nin askeri ve siyasi desteği, İsrail’in stratejik çıkarları bu yapının ayakta kalmasını sağlıyor.
Suriye bugün fiilen üçe bölünmüş durumda: Kuzeyde SDG’nin hâkimiyeti, güneybatıda İsrail destekli grupların etkili olduğu alanlar, güney ve iç kesimlerde ise Şam yönetimi.
Türkiye, sınırında oluşturduğu 30-40 kilometrelik güvenli hatla bu tabloyu dengelemeye çalışıyor ama bu yetmiyor. Kuzey Suriye hâlâ ciddi bir tehdit potansiyeli taşıyor.
Sorun: PKK’nın Talepleri ve Pazarlık İhtimali
Kırk yılı aşkın süredir süren bir silahlı mücadele var. Binlerce cana, milyarlarca dolara mal olmuş bir çatışma süreci. Şimdi PKK bu mücadeleden vazgeçtiğini söylüyor. Bu tür süreçlerde tarih gösteriyor ki, genellikle bir pazarlık, bir karşılık, bir mutabakat zeminine ihtiyaç duyulur.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu örgütün hangi taleplerini kabul ediyor? Ya da bu sürecin neresinde duruyor? Net bir kamuoyu açıklaması yok.
Bu noktada en kritik soru şu: ABD bu denklemin neresinde? Acaba bu barış süreci, bölgede ABD’nin yeni hedeflerine, özellikle İran’a dönük stratejik planlarına, destek alınması karşılığında mı şekilleniyor? PKK’nın silah bırakması, bölgesel dengede başka bir taşın yerinden oynaması pahasına mı kabul ediliyor?
Sorun: Barışın Psikolojik Eşiği
Kırk yılı aşan bir savaşın ardından, şimdi “silahlar susacak” deniyor. Ama can almaya, can vermeye programlanmış bir hayatın ertesi günü barışa uyanmak kolay mı? Sadece siyaset değil, insan psikolojisi de bu sürecin içinde. Çünkü bu sadece bir örgüt meselesi değil; adeta kan davasına dönüşmüş bir toplumsal travma.
Örgüt diliyle sunulmaya çalışılan “kazandık, yeni aşamaya geçiyoruz” algısı belki de örgüt tabanını ikna etmeye yönelik bir propaganda dili. Silah bırakmak, onlar için yalnızca bir taktik değil; kimliğin, aidiyetin ve varoluşun yeniden tanımlanması anlamına geliyor ve bu kolay bir süreç değil. Zira bu yapı artık lokal bir yapı değil, uluslararası aktörlerin iç içe geçtiği, kitlesel bir sistem halini aldı.
Ama eğer gerçekten insanlar ölmeyecekse… silahlar susacaksa… o coğrafyada çocukların kahkahası yankılanacaksa… elbette her türlü propaganda, hoşgörüyle karşılanabilir. Büyük devlet olmak biraz da budur…
Onurlu bir barışı inşa etmek, tabii bu arada şehitlerin, gazilerin, yitip giden hayatların haysiyetini unutmadan, hafızayı ezmeden…
Bu kavga, Türkiye’ye 2.5 ila 3 trilyon dolara mal olmuş. O kaynak ülkenin kalkınmasına, refahına, eğitimine, sağlığına harcansaydı kim bilir neler olurdu?
Şimdi bir meydan hayal ediliyor tüm silahların yığıldığı… Ama silah bırakmak yalnızca demir yığınlarından kurtulmak değildir. Asıl mesele insanların içindeki öfkeyi, acıyı, kaybı nereye koyacaklarıdır.
Siyasetle halkın gerçekliği çoğu zaman örtüşmüyor. Barış masasında oturanlarla ağıt yakanların yüreği aynı anda hafiflemiyor. Kırılan, kaybedilen, yarım kalan hayatları nasıl onaracağız? Bu, yalnızca siyasi değil, toplumsal bir rehabilitasyon meselesidir.
İspanya’da, Katalanlar ve ETA ile yürütülen barış süreçleri yıllar sürdü. Ama orada mesele daha lokaldi, daha sınırlıydı. Bizim yaşadığımız ise farklı: Burada kitlesel bir travma, sınır ötesi etkileşimler ve sürece müdahil olan küresel güçler var. Bu, yalnızca bir iç güvenlik sorunu değil; uluslararasılaşmış bir yapı ve çok daha karmaşık bir denklem.
Bizde henüz yolun başındayız. Geçmişi unutmaya hazır mıyız? Barışı sadece masada değil, vicdanlarımızda da kurmaya ne kadar yakınız?
Keşke…
Sorun: Öcalan, Af ve Siyasete Geçiş
Sokaktaki en yaygın soru ise şu: “Abdullah Öcalan’a serbestlik mi geliyor?” Oysa daha önce yürütülen diyalog süreçlerinde, Öcalan’ın "umut hakkı"ndan yararlanmayı istemediği, bunu doğrudan ilettiği yönünde güvenilir bilgiler sızmıştı. Yani kişisel olarak böyle bir beklenti içinde olmadığı dile getirilmişti.
Öcalan’ın ötesinde, 40 yılı aşkın bu süreçte cezaevine giren, siyasi yasaklara uğrayan, hak kısıtlamalarıyla karşılaşan birçok kişinin durumu da tartışma konusu olacak. Bu noktada “af” kelimesi, yalnızca sembolik değil, pratik bir zorunluluk olarak da gündeme gelebilir.
Devletin dağa çıkan, ancak suça karışmamış, kimseyi öldürmemiş gençleri topluma kazandırmakla yükümlü olduğu fikri öne çıkıyor. Aksi takdirde bu insanlar başka örgütlere, başka ideolojilere savrulabilir. Rehabilitasyon, eğitim, istihdam politikaları bu sürecin ayrılmaz parçası olmalı. Ancak elbette burada can alıcı bir sorun var: Suça bulaşmış olanla bulaşmamış olan nasıl ayırt edilecek? Bu ayrımı adil, şeffaf ve objektif şekilde yapabilmek hiç de kolay değil…
Tüm bu süreç yalnızca bireysel rehabilitasyonlarla değil, aynı zamanda ciddi siyasal düzenlemelerle ilerlemek zorunda. Tam da bu noktada, kamuoyunda en çok sorgulanan şeylerden biri devreye giriyor: Barış, af, demokratikleşme gibi toplumsal kazanımların gölgesinde, gece yarısı torba yasalara iliştirilecek maddelerle Erdoğan’ın yeniden adaylığı için hukuki zeminin hazır edilmesi… Barış adı altında iktidarın kişisel ajandasının taşeronluğunu yapmak… Acı ama kaçınılmaz son gibi görünüyor.
Üstelik bu sadece siyasi niyetle sınırlı değil; anayasal düzlemde de kırılgan bir denge söz konusu. Sürecin devamı için anayasa değişikliği gerekiyor ve bu değişikliğin referandumsuz geçebilmesi için Meclis'te en az 400 milletvekilinin “evet” demesi şart. Şu anda AKP, MHP, DEM ile tüm bileşenlerin toplamı 377 civarında. Eksik kalan 23 oy nasıl tamamlanacak? Transferler mi olacak? Sessiz pazarlıklar mı? Yoksa kamuoyunun göremediği yeni ortaklıklar mı kurulacak?
Günün sonunda Erdoğan’ın yeniden adaylığını garanti altına alacak bir düzenlemenin de bu anayasa teklifine iliştirileceği kesin. Buna CHP büyük ihtimalle karşı çıkacak. Ama mesele yalnızca cumhurbaşkanlığı değil. Lozan’la ilgili, üniter devlet yapısıyla bağlantılı bazı taleplerin de bu sürece paralel şekilde gündeme getirileceği konuşuluyor. Tüm bu talepler parlamentoda ne kadar tartışılabilecek? Toplumun gözünün içine bakılarak mı yürütülecek bu değişiklikler? Yoksa yine kapalı kapılar ardında mı? İzleyip görmek gerekecek. Ama görünen şu ki; bu, hiç kolay yönetilebilecek bir süreç değil.
Sürece eşlik edecek olan siyasal reformların neyi kapsayacağı, neyi gölgede bırakacağı büyük önem taşıyor. Öne çıkan bazı başlıklar var: Kayyum uygulamasının sona erdirilmesi, tutuklu siyasetçilerin serbest bırakılması, seçilmişlerin görevlerine dönebilmesi… Ama bu adımlar gerçekten barış için mi atılacak, yoksa vitrin düzenlemesi mi olacak?
Çünkü geçmişte PKK-Türkiye ilişkilerine hep güvenlikçi gözle bakıldı ve sonuca da varılamadı. Şimdi ise yeni bir söylem hâkim: Demokratikleşme. Ama bu kelimenin altı neyle dolacak, işte asıl mesele bu. Gerçek barış, yalnızca bir kesimi değil, tüm toplumu kapsayan bir dönüşümle mümkündür. Bu noktada “demokratikleşme” yalnızca belli grupların lehine değil, toplumsal bütünlüğü gözeten bir ilkeye dönüşmeli. Öyle ki bu açılımlar, Ümit Özdağ’dan Ekrem İmamoğlu’na kadar siyasetin tüm yelpazesini kapsamalı. Çünkü demokrasi, ancak herkes için varsa anlamlıdır.
Sorun: PKK’nın Kanatları Ne Diyecek?
PKK yalnızca dağdaki bir örgütten ibaret değil. Askeri kanadının yanında, Avrupa’daki siyasi-diplomatik uzantıları ve önemli ölçüde kontrol ettiği bir mali yapılanması var. Bu üç ayak birbiriyle bağlantılı, bir şemsiye örgüt yapısı altında çalışıyor. Şimdi asıl soru şu: Bu kollar barış sürecine nasıl bakacak?
Özellikle Avrupa’daki Kürt diasporası ki bu aynı zamanda PKK’nın en etkili propaganda ve fon kaynaklarından biridir, süreci destekleyecek mi?
İngiltere, Almanya, İsveç gibi ülkeler, yıllardır çeşitli şekillerde PKK’ya dolaylı ya da doğrudan destek sağladı. Bu bazen parasal, bazen siyasi, bazen de görünmeyen diplomatik kanallarla oldu. Şimdi bu ülkelerin tavrı sürecin yönünü belirleyecek unsurlardan biri haline geliyor.
Barışın kalıcı olabilmesi için yalnızca Türkiye’nin değil, Avrupa’daki bu görünmez uzantıların da aynı masaya, en azından zihinsel olarak, oturması önemli.
PKK-İran İlişkisi
PKK yıllar boyunca yalnızca bir örgüt değil, aynı zamanda bölgesel güçler için bir aparat oldu. Bir yandan Kandil üzerinden ABD’ye bilgi ve hizmet sunarken, diğer yandan İran’a da güvenlik aparatlığı yaptı. Hatta öyle ki, 1990’lı yıllardan itibaren İran, özellikle kış aylarında Türkiye ile olan sınırının güvenliğini PKK’ya emanet edecek kadar ileri gitmişti. Bu, hem açık bir destekti hem de kullanıma dayalı bir çıkar ilişkisi.
İran, PKK’yı Türkiye’ye karşı stratejik bir koz olarak kullandı. Bu ilişki, yıllar boyunca Türkiye-İran ilişkilerinde ciddi bir güvensizlik zemini yarattı. Şimdi PKK’nın kendini feshetmesi, yalnızca Türkiye açısından değil, İran’la olan ilişkilerde de bir yumuşamaya zemin hazırlayabilir.
Çünkü bölgede yaşanan her olumsuzluk, diğer ülkeleri de etkiliyor. İran’daki kriz Türkiye’yi, Türkiye’deki istikrarsızlık İran’ı sarstı. PKK’nın devreden çıkması, sınır güvenliğinden kaçakçılığa, siyasi gerilimden ekonomik ilişkilere kadar pek çok alanda bir rahatlama getirebilir. Belki de ilk adım, sınır ticaretlerinin yeniden canlanması olacak.
Türkiye’ye 40 Yıllık Maliyet
PKK ile yaşanan çatışmalı süreç Türkiye’ye yalnızca can kaybı değil, yılların yitimi olarak da geri döndü. Kırk yıl boyunca bu ülke, enerjisini kalkınmaya, demokrasiye, refaha değil; güvenliğe, silaha ve acıya harcadı. Bu sadece bir siyasi iktidarın değil, tüm Cumhuriyet döneminin ortak yüküdür.
Kaybedilen hayatların tarifi yok. Diğer yandan ekonomik kayıp da azımsanacak gibi değil. Trilyonlarca dolar; altyapıya, eğitime, sağlığa, teknolojiye, sosyal adalete harcanabilecek kaynaklar toprağa aktı. Demokrasi, bu yükün altında zaman zaman ezildi, geri çekildi.
Elbette bu süreçte doğru adımlar da oldu, ciddi hatalar da. Her şey birbirine karıştı; haklı ile haksız, cesaret ile yanlış iç içe geçti. Şimdi barış konuşuluyorsa, bu ne bir lütuf ne de bir taktik; tarih karşısında gecikmiş bir zorunluluktur.
Barış... Bedeli kanla ödenmiş bir şeyin, değeri de sessizlikle ölçülemez.
Son Söz: Sürecin Samimiyeti
Devletin en tepesindeki akıl, hükümet ve MHP’nin ortaklığıyla yürütülen bir süreçte, masada kim var? PKK. Görüşülen kim? Abdullah Öcalan. Aracı kurumlar, mesaj trafiği, örtülü temaslar… Barış adına ciddi bir diplomasi yürütülüyor.
Peki bu arada içeride neler oluyor?
Bir yanda Esenyurt, Şişli gibi belediyelere “terörle iltisak” iddiasıyla kayyum atanıyor. DEM Partili yöneticiler görevden alınıyor. Diğer yanda o “bağlantılı” ilan ettiğiniz yapıların lideriyle görüşmeler yürütülüyor. Ahmet Türk hem bu sürecin parçası, hem de yerine kayyum atanan bir belediye başkanı. Aynı kişilerle barış konuşuluyor, ama aynı anda onlara suç isnadı yöneltiliyor. Bu nasıl bir denklem? Tutarsızlık, sürecin kendisinde.
Barış kıymetlidir, evet. Ama çelişki büyüdükçe kıymet değersizleşir. Aynı anda hem barışçıl bir aktör hem terörle mücadelede kahraman rolü oynamak mümkün değildir. Ya gerçekten barış yapıyorsunuzdur… Ya da bir şeyi yönetiyor, ötekini cezalandırıyorsunuzdur.
Bugün barış konuşuluyorsa, bu ne bir lütuf ne de bir taktik; tarih karşısında gecikmiş bir zorunluluktur. Ama bu sürecin zemini, içeride süren çelişkilerle, hukuk dışı uygulamalarla, demokrasi dışı manevralarla örülüyorsa; inandırıcılığı da o ölçüde aşınır.
Giderek daha fazla kişi şu soruyu soruyor: Tüm bunlar, Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi ve seçilebilmesi için Kürt seçmenin desteğini almak üzere mi kurgulandı? Barış adı altında iktidarın kişisel ajandası mı taşınıyor? Bu sorular için kimi suçlayabilirsiniz ki!
İşte tam da bu nedenle, o kadim söz yeniden yankılanıyor: “Yurtta sulh, cihanda sulh.”
Bu söz, yalnızca bir temenni değil; gerçek bir devlet aklının, adaletle temellenmiş bir barışın pusulasıdır.
Çünkü barış, yalnızca silahların susması değildir. Barış; çelişkilerin ortadan kalkmasıdır.
Barış; iktidarın değil, toplumun kazanmasıdır.
Barış; yalnızca sınırların değil, vicdanların da korunmasıdır.
Sadık ÇELİK