Afet Var, Afet Bölgesi Yok: Sındırgı Meselesi
Benim için Sındırgı, haritadaki küçük bir ilçe değil; çocukluğumun kokusu.
Anne tarafım Sındırgılı. Neredeyse on yıl boyunca her yaz, o dar sokaklarda kuzenlerimle top oynadım. Kurban bayramlarında sabahın köründe kalkıp kurbanın başında durdum. Bazen de bayramlıklar kirlenir diye kuzenlerimle bilgisayar oynamaya kaçtım. Dedemin fırınında kasaya geçer, ekmek yapan dayımların hamur yoğurmasını seyrederdim; arada tezgâha yardım edince köfte ekmekle “maaşımı” alırdım. Bayram harçlıklarım, ekmek kokusuna karışan gürültülü bir çocuk kalabalığıydı kısaca. Şimdi aynı sokakların duvarları çatlak, vitrinlerin camı dökülmüş, insanların yüzü solmuş.
Sındırgı, 10 Ağustos’ta yaşadığı 6,1 büyüklüğündeki depremin ardından tam 12.640 artçı ile sallanıyor. Neredeyse her gün birkaç kez, kimi zaman da onlarca kez. Bu, sadece bir jeoloji haberi değil: İnsanların uyuyamadığı, çocukların her gürültüde irkildiği, esnafın “ya yine olursa” tedirginliğiyle dükkân açtığı bir hayat demek.
Bu tabloya rağmen Sındırgı hâlâ resmî olarak “genel hayata etkili afet bölgesi” ilan edilmedi. Hukuk diliyle söylersek, hayat yerle bir olmuş ama kâğıt üzerinde hâlâ “normal” sayılıyor.
Hukuk ne diyor, Sındırgı ne yaşıyor?
Türkiye’de afet rejiminin omurgasını 7269 sayılı Kanun oluşturuyor. Bir yerdeki sarsıntının “genel hayata etkili” olup olmadığına Ankara’daki ilgili bakanlık karar veriyor; o imza atıldığı anda da haritada yeni bir “afet bölgesi” doğmuş sayılıyor. Bu tek satırlık karar, imar kurallarından vergi ve kredi kolaylıklarına, kamulaştırmadan yeniden yerleşime kadar koca bir mekanizmayı harekete geçiriyor.
Yani mesele sadece yıkılan bina sayısı değil; günlük hayatın, ekonominin ve kamu hizmetlerinin bozulma derecesi. Sürekli artçıların yaşandığı, insanların evine girmeye korktuğu, ticaretin durma noktasına geldiği bir ilçenin “genel hayata etkili afet bölgesi” tanımına girmediğini kim ciddi bir yüzle savunabilir?
Üstelik 2023 depremlerinin ardından kurulan Afet Yeniden İmar Fonu’nun musluğu da büyük ölçüde bu statüye bağlı. Yani kâğıt üzerinde var olan kaynaklar, “afet bölgesi” damgası vurulmadığı için bugün Sındırgı’nın kapısından içeri giremiyor.
Erzincan’a 1940’ta yapılan, Sındırgı’ya 2024’te çok mu?
Bu ülkede deprem hukukunun ciddi anlamda şekillenmesi 1939 Erzincan depremiyle başlıyor. Yaklaşık 8 büyüklüğündeki depremde on binlerce insan hayatını kaybetti, şehir neredeyse tamamen yıkıldı.
Devlet, o günün yokluk ve savaş ekonomisi koşullarında bile, Erzincan için özel yasalar çıkardı. 17 Ocak 1940 tarihli kanunla depremden etkilenen bölgelerdeki vergi mükellefleri için muafiyetler ve mali yardım mekanizmaları kuruldu; zarara uğrayanlara doğrudan destek verildi.  Bir sonraki adımda “yeniden kurulacak Erzincan şehir yerinin istimlakine dair” özel bir kanun çıkarıldı; yeni yerleşim alanı kamulaştırıldı, yüksek mimar Asım Kömürcüoğlu’nun hazırladığı planla Yeni Erzincan inşa edildi. 
Cumhuriyet daha 20 yaşındayken, İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde, Erzincan için şu mesajı verdi:
“Bu şehri yalnız bırakmıyoruz; hukukla, bütçeyle, planla yeniden kuruyoruz.”
21.yüzyılın Türkiye’sine bakalım. Trilyonluk bütçelerin, fonların konuşulduğu bir dönem Sındırgı’ya aynı asgari cömertliği bile çok görüyoruz. 1939’da Erzincan’a yapılan bugün Sındırgı’ya neden yapılamıyor? Daha neyi bekliyoruz: Yıkılan bina sayısının artmasını mı, can kaybı haberini mi?
Siyaset üstü bir dayanışma var; ama yetmez
Sındırgı’da sahaya bakan fotoğraf şu: Balıkesir Büyükşehir Belediyesi, Sındırgı Belediyesi, muhtarlar, belediye meclis üyeleri ve AFAD birlikte çalışıyor. 10 Ağustos depremi sonrası ziyaretimde bir ara sokakta Balıkesir Valisi İsmail Ustaoğlu Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Akın, Sındırgı Belediye Başkanı Serkan Sak ve Sındırgı Kaymakamı Doğukan Koyuncu’yla karşılaşıp sohbet imkanı bile buldum. Halkıyla bu kadar iç içe yöneticiler olması bu çok kıymetli ve altı çizilmesi gereken bir tablo. Ama yetmez.
Merkezî idarenin “afet bölgesi” kararı olmadan ne imar rejimi kökten değiştirilebiliyor, ne uzun vadeli kredi ve vergi destekleri programlanabiliyor, ne de yeniden yerleşim planları ciddiyetle masaya konulabiliyor. Yereldeki çabanın önüne Ankara’dan bir “cam tavan” iniyor.
Devletin yapması gereken, yereldeki bu iyi örneği ödüllendirip güçlendirmek:
“Bakın, siyaset üstü bir koordinasyon kurulmuş; ben de hukuki ve mali altyapıyı getiriyorum” demek.
Sındırgı’yı yeniden Sındırgı yapmak
Sındırgı, dağların arasında, Kertil ormanına yaslanmış küçük bir şehir kolonyası. Sadece coğrafyası değil, şifalı kaplıcaları ve bütün vücut ve sindirim sistemi rahatsızlıklarına iyi geldiğine inanılan suları ile bilinir. Bir de dünyanın dört bir köşesine yayılmış Yağcıbedir halıları var; o koyu lacivert zeminli, sık dokumalı halılar, aslında bu ilçenin emeğinin ve estetiğinin imzası.
Bugün Sındırgı, “12 bin artçıyla sallanan ilçe” diye anılıyor.
Yarın yeniden şu cümleleri duymamız gerekiyor:
“Şifalı suların ve Yağcıbedir’in memleketi Sındırgı.”
Yarından tezi yok, lafta değil, kâğıdı kalemi eline alıp şu birkaç adımı konuşmak gerekiyor.
Öncelikle, Sındırgı’nın resmen afet bölgesi ilanı. 7269 sayılı Kanun’un imkânları kullanılmadan ne imar rejimi değişir ne de uzun vadeli plan yapılır. İlçenin “genel hayata etkili afet bölgesi” ilanı gecikmeden çıkmalı; ardından ayrıntılı jeolojik etütlerle hangi mahallenin güçlendirileceği, hangisinin yavaş yavaş başka bir zemine taşınacağı açıkça yazılmalı.
Daha sonra, İnsanların sırtından “kentsel dönüşüm faturası” atılmalı. Afet Yeniden İmar Fonu, Sındırgı için özel bir hat açmalı; düşük faizli, uzun vadeli krediler ve kısmi hibelerle özellikle dar gelirli hanelere neredeyse sıfır faizli, uzun vadeli bir paket sunulmalı. Depremi yaşamış vatandaşa “ya öde ya yıkıntının altında yaşa” denilmemeli.
Orta vadede, Sındırgı’nın nefesi olan suya ve halıya yaslanan bir ekonomi. Kaplıcalar ve Kertil ormanı etrafında şifa ve doğa turizmini büyüten bir program; Yağcıbedir halıcılığını kooperatiflerle, marka desteğiyle, uluslararası tanıtımla güçlendiren bir hat. Deprem sonrası gelen her yatırım, sadece beton metrekareyi değil, ilçede kalıcı istihdamı büyütmeli.
Unutulmaması gereken diğer konu; bu kadar artçıdan sonra asıl onarılması gereken yer, insanların içi. Artçıların yarattığı korku için kalıcı psikososyal destek noktaları kurulmalı; gençlerin ilçeden kopmaması için burs programlarından uzaktan çalışma merkezlerine kadar “burada da hayat kurulur” diyen imkânlar yaratılmalı.
Çocukluğumun geçtiği o sokakların bir gün tamamen yıkılıp yerini otoparklara bıraktığını görmek istemiyorum. Dedemin fırınının yerinde olmasa bile, aynı kokuyu taşıyan başka bir fırının Sındırgı’da duman tüttürmesini istiyorum.
Erzincan için 1940’ta bulunan akıl, bugün için hâlâ geçerli.
Soru basit:
Devlet, Sındırgı’yı da vatandaşının gözünde “sahipsiz” bırakmayacağını ne zaman söyleyecek?