İngiltere’nin “Capability” Brown’un Bahçelerinden Türkiye’nin Millet Bahçelerine
Bu hafta söylemesi ayıp birkaç gün İngiltere sınırları içindeydim. Ayıp gerçekten çünkü artık bu memleketlere gidip gelmek hiç kolay değil bütçe açısından. Zorunluklar olunca mecburen gidiliyor işte. Neyse, ben bu ülke sınırları içindeyken hayran kaldığım İngiltere peyzajından ve bu peyzajı görünce de aklıma gelen Millet Bahçelerimizden söz etmek istedim.
18.yüzyıl İngiltere’sinde bir peyzaj mimarı, Lancelot Brown –nam-ı diğer “Capability” Brown– aristokrat malikânelerin etrafını doğayla uyumlu görünsün diye baştan aşağı yeniden kurgular. Bugün İngiltere’nin dört bir yanındaki göletler, kıvrımlı patikalar, “doğal gibi duran” tepeler aslında onun eseridir. Brown’un tasarımları, Avrupa’da “İngiliz bahçe tarzı” diye anılacak kadar etkili olur.
Aradan üç yüzyıl geçtikten sonra bir de dönüp ülkemdeki Millet Bahçeleri ’ne bakıyorum. Bu kez amaç, malikânelere prestij kazandırmak değil; şehirlerde sıkışan insanlara nefes alacak alan açmak. Ama sorulması gereken kritik bir soru var: Bu bahçeler her ikisi de doğaya ne katıyor, iklim krizinin neresinde duruyor?
Brown’un bahçeleri aslında halk için değil, seçkinler içindi. Estetik felsefesi güçlüydü, ama çevresel katkısı sınırlıydı. Millet Bahçeleri ise halka açık; çocuk parklarından yürüyüş yollarına uzanan bir sosyal alan iddiası taşıyor. Fakat doğayı çoğu zaman çim alan ve egzotik bitkilerle “süsleme” anlayışına indirgeniyor. Brown’un İngiltere’de yaptığı göletler su döngüsüne katkı sağlıyor; oysa Millet Bahçeleri çoğu kez suyu tüketiyor.
Evet, Millet Bahçelerinin en tartışmalı tarafı, sulama ihtiyacı. Türkiye’nin pek çok bölgesi kuraklıkla boğuşurken, geniş çim alanların günde tonlarca su tüketmesi ekolojik açıdan ciddi bir handikap. Oysa iklim dostu bir yeşil alan öncelikle;
• Yerli ve kuraklığa dayanıklı bitki türleriyle,
• Yağmur suyu hasadıyla,
• Daha az çim, daha çok doğal bitki örtüsüyle
kurgulanmalıydı.
Bir yandan betonun kaldırılıp ağaç dikilmesi, şehir ısı adasını azaltıyor. Özellikle İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde bu bir nebze rahatlama sağlıyor: gölge, serinlik, karbon tutma kapasitesi… Bu yönüyle olumlu bir katkı var.
Ama diğer yandan, yüksek bakım maliyetleri, sulama için enerji tüketimi, inşaat sürecinde harcanan kaynaklar göz önüne alındığında, iklim krizine gerçek anlamda çözüm ürettiğini söylemek zor.
Brown’un bahçeleri dönemin estetik devrimiydi; Millet Bahçeleri ise günümüz Türkiye’sinde politik bir sembol. Ancak iklim krizinin ortasında sembolden çok çözüme ihtiyacımız var.
Üç yüz yıl önce Capability Brown’un yarattığı peyzajlar bugün hâlâ yeşil görünüyor. Peki üç yüz yıl sonra bizim Millet Bahçelerimiz hâlâ nefes aldıracak mı, yoksa kuraklığın ortasında sulanamayan birer hatıraya mı dönüşecek?
Eğer Millet Bahçeleri gerçekten “milletin” olacaksa, iklim dostu tasarımlarla suyu, enerjiyi, biyolojik çeşitliliği gözetmeli. Yoksa sadece şehirlerin ortasında nefes molası değil, geleceğimizden çalınan bir lüks haline gelir.