İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5444 %0.06
49,6681 %0.03
5.770,25 % 0,30
91.962,65 %-1.177
Ara

Sandıkta Arayış

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Sandıkta Arayış

19 Ekim’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde sandığa gidiliyor. Kâğıt üzerinde beş aday var ama hepimiz biliyoruz: Bu seçim, aslında bir ikili mücadele. Sadece iki adayın yarışı değil. Asıl mesele, Kıbrıs Türk toplumunun nasıl bir geleceğe tutunacağı, hangi kimlik ve aidiyetle yoluna devam edeceğidir.
Churchill, 1947’de demokrasiyi “kusurlu ama elimizdeki en iyi sistem” diye tanımlamıştı. Aradan yetmiş yılı aşkın süre geçti, tanım hâlâ geçerliliğini koruyor. Demokrasi, kusurlarıyla yaşıyor; çünkü alternatifi yok. İşte biz de bugün, tam da bu çelişkiyle sandığa gidiyoruz. Oy vereceğiz ama oylarımız sadece bir adayın ismine yazılmayacak. Aynı zamanda kim olduğumuzu, nereye ait olduğumuzu, nasıl bir toplum olmak istediğimizi de seçeceğiz.

İki yol, iki vizyon

Bir tarafta Ersin Tatar var: “iki devlet” tezini savunan, Türkiye ile daha sıkı bağları vurgulayan bir çizgi. Diğer tarafta Tufan Erhürman: federasyon temelinde uluslararası topluma entegre olmayı, AB ve dünya ile uyumlu bir gelecek inşa etmeyi öne çıkarıyor.
Dolayısıyla pusulaya attığımız oy yalnızca bir kişi için değil, bir vizyon için atılacak. Bu seçimde “bizim cumhurbaşkanımız kim olacak?” sorusundan çok, “biz kim olacağız?” sorusu yanıt bulacak.
Kıbrıs Türkleri uzun zamandır bir kimlik sancısı yaşıyor. Bir uçta, “Türkiye ile kader birliği” söylemi. Diğer uçta, “adanın çoğunluğu içinde erime” korkusu. Toplum, bu iki uç arasında gidip geliyor.
Günlük hayatımızda bile bu kimlik tartışmasının izleri var. Gençler üniversite tercihlerini yaparken “Türkiye’de mi, Avrupa’da mı?” ikileminde kalıyor. İş insanları, yatırımlarını yönlendirirken “Ankara mı, Brüksel mi?” sorusuyla boğuşuyor. Kültürel hayatımızda bile bu arayış hissediliyor: Hangi müziği dinlediğimiz, hangi dili önceliklendirdiğimiz, çocuklarımıza hangi hikâyeleri anlattığımız…
19 Ekim seçimi bu yüzden bir kimlik referandumu niteliğinde. Biz sadece bir lider değil, bir yön seçiyoruz.

Çiviye dönen fikirler

Ama bir başka sorun da var: Siyasetin dili. Ne zaman seçim atmosferi kızışsa, fikirler çiviye dönüşüyor. Çiviye bakan siyasetçi de eline çekiç almaktan geri durmuyor. Farklı düşünce, eleştiri, manşet… Hepsi birer hedef haline geliyor.
Unutuluyor ki her çekiç darbesi yalnızca o çiviyi değil, demokrasinin kendisini de yaralamaktadır. Her çekiç darbesiyle demokrasi çatısı kırılmakta, doplum yaralanmaktadır.
Oysa siyaset kelimelerin sanatıdır. Kelimeler köprü kurar, farklılıkları bir araya getirir, ikna eder. Çekiçleşmiş dil ise yalnızca gerilim, korku ve öfke üretir. Ve geriye kırık dökük bir toplumsal zemin kalır.

Basının payına düşen şiddet

Seçim konuşuyorsak, basını konuşmadan olmaz. Çünkü seçmen kararını yalnızca mitinglerden, afişlerden değil; gazeteden, ekrandan, sosyal medyadan beslenerek verir. Eğer basın susturulmuşsa, tek sesliyse, farklı görüşlere kapalıysa; seçmen de eksik bilgiyle sandığa gider. Eksik bilgiyle verilen oy da, gerçekte tam bir irade değildir. En azından layıkıyla bilgiyle şekillenmiş irade değildir.
Kıbrıs Türkünün hafızasında basına yönelik saldırılar kara lekeler gibi duruyor. Kutlu Adalı’nın 1996’da katledilişi hâlâ kapanmamış bir yara. Afrika Gazetesi’ne 2018’de yapılan saldırı, sadece bir binaya değil, toplumun ifade özgürlüğüne de yönelmişti. Yenidüzen ve Ortam’ın aldığı tehditler, Ali Kişmir’in yazısı yüzünden yargı önüne çıkarılması, dün Canan Onurer ve Hüseyin Ekmekçi’nin tehdit edilmesi… Bunların hepsi bir zincirin halkaları.
Mesaj açık: Basını susturursan, sandığı da gölgelersin. Çünkü özgür basın yoksa seçim sadece bir sayı oyununa döner. Rakamlar açıklanır, kazanan ilan edilir, ama demokrasiden geriye sadece kabuğu kalır.

Demokrasi sandıkla başlar, basınla yaşar

Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’nun dediği gibi, “Özgür basın olmadan demokrasi olmaz.” Bu bir slogan değil, demokrasinin kalbidir. Çünkü sandık tek başına yetmez. Sandığı anlamlı kılan, bilinçli seçmendir. Bilinçli seçmen ise ancak özgür basının ürünüdür.
Eğer basın susturulmuşsa, seçim bir formaliteye dönüşür. 
19 Ekim akşamı sandık açıldığında bir isim KKTC’nin cumhurbaşkanı olacak. Ama seçimin sonucu yalnızca bir rakam değil.
Asıl belirlenen şey, Kıbrıs Türk toplumunun geleceğe hangi kimlikle, hangi aidiyetle, hangi vizyonla bakacağı olacak. Bu yüzden 19 Ekim sandığı, bir koltuk yarışından öte, bir yön tayini anlamına geliyor.
Ve şunu unutmayalım: Gelecek, yalnızca sandığa atılan oylarla değil, o sandığa hangi ruhla gidildiğiyle de şekillenir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *